CENAZELER ORTADA KALIYORMUŞ

                                   
AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, Fatih’te kendi adını taşıyan Anadolu İmam Hatip Lisesinin açılış törenindeki konuşmasında “Cenaze yıkayacak insan yoktu. Türkiye o hale gelmişti. Cenazelerimiz ortada kalıyordu. Onun için ‘Cenaze yıkayıcısı yetiştirilsin.” diye böyle bir adım atıldı. Çünkü bin yıllık geçmişi olan köklü dini müesseselerin kapılarına kilit vuruldu, yerlerine de günümüz ihtiyaçlarına uygun kurumlar ihdas edilmeyince böyle bir tehlike ortaya çıktı.” demekte. Bu sözler doğru mu acaba?
Bir durum hakkında savlar öne sürüyorsanız, bu savlarınızı kanıtlamak zorundasınız. Kanıtlayamıyorsunuz bu sözleriniz, savlarınız yalandır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’nin neresinde kimin cenazesi ortada kalmıştır? Bu yaşıma geldim böyle bir duruma ne tanıklık ettim ne de o dönemleri yaşayan aile büyüklerimden, hısım akrabadan, komşularımdan cenazesi yıkanmadığı için ortada kalan birinin olduğuna dair bir şey işittim.
1924’te devrim yasaları nedeniyle medreseler kapatıldı. Dini eğitime bir süre ara verildi. Neden mi? Din eğitimi veren kurumların neredeyse tümü tarikatların denetimi altındaydı. Osmanlıyı mahvedenler de bunlardı. Ancak birçok kent, kasaba ve köyde Kuran kursu (az da olsalar) eğitim vermeyi sürdürdü. O dönemin medreselerini elinde tutan tarikatların büyük çoğunluğunun günümüzdeki FETÖ’den farkının olmadığını söyleyelim. Bunların büyük çoğunluğu, İngilizlerin denetimindeydi ve Osmanlıyı da bunlar yıktı sömürgeci güçlerle işbirliği yaparak. Kapatılma nedenleri de budur.
I. Dünya ve Kurtuluş savaşlarında dönemin medreselerinden kaçında okuyanlar, gönüllü olarak cepheye koşmuştur? Türkiye’nin dört bir yanındaki liselerin bıyığı bile terlememiş öğrencileri cephelerde şehit olurken medrese öğrencileri ne yapıyorlardı? Tabii, bazı istisnaları ayrı tutuyoruz.
Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’nin neredeyse tüm camilerinde imamlar vardı. O dönemde dini hizmetler veren cami görevlileri, devlet memuru değillerdi. İmam ve müezzinlerin devlet memuru olmaya başlamaları Cumhuriyet döneminde sağlanmıştır. Eskiden köy camilerindeki din görevlilerinin aylıkları, o yörenin halkınca karşılanırdı. Nüfusu az mahalle ve köylerin camilerinde, cuma namazı kılınmadığından buralarda yalnızca ramazanlarda imam tutulurdu ora halkı tarafından.
1948’de imam hatiplerin ve din eğitimi yapacak yüksekokulların açılması için yasa çıkarıldı. Ardından1949’da Ankara ve İstanbul başta olmak üzere sekiz ilimizde imam hatip kursları düzenlendi. Kurslarda eğitim süresi on aydı. Aynı yıl, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi açıldı. Şimdi burada asıl soru şudur. Yirmi dört yılda toplum, dini bilgilerini tamamen unutmuş olabilir mi? O dönemin yurttaşlarının çoğu imama gereksinim duymadan birçok dini vecibeyi yerine getirebilecek dini bilgiye sahipti. Bu nedenle imam olamasa dahi cenazeler yıkanıp kefenlenerek defnedilebilirdi.
Cumhuriyet’e, Kurtuluş Savaşı’na saldırmayı, karşı olmayı ideoloji kabul edenlerin başta İngiliz istihbaratınca uydurulan yalanlardan başka sarılacakları hiçbir düşünce yok! Hep aynı yalanları ısıt ısıt toplumun önüne sür. Zamanla bu yalanlara kendini de inandır.
Türkiye, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne imam hatiplerle değil; bilim, sanat, kültür, teknoloji… alanlarında gençleri, çocukları eğitecek okullarla çıkabilir. Bilimin egemen olduğu bir ülkede, “Cenazeler ortada kalıyordu.” benzeri yalanlara da kimse inanmaz. Yalansız bir dünya için en önemli gereklilik bilimdir.
Büyük Atatürk’ün “Yaşamda en doğru yol gösterici bilimdir, fendir.” sözünü kılavuz edinmeliyiz ömrümüzün sonuna dek.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           30 Eylül 2017



OKUMAYAN, BİLİR Mİ?

                                               

28 Eylül 2017 tarihli Aydınlık Gazetesi’nin yedinci sayfasında küçük bir haber… “Telefona üç saat, kitaba bir dakika” başlığın altında kısa bir paragraf… Bence bu haber, birinci sayfada büyük puntolarla yer alması gerekirdi.

Haberde ne mi anlatılmakta?

Türk insanı telefonla konuşmaya günde üç saat ayırıyormuş. Bu doğru… Evde, işte, gezide, dinlencede, parkta, aşevinde, arkadaş toplantılarında, özel buluşmalarda… Akla gelebilecek her yerde telefonlar elden düşmüyor. Telefon konuşmaları içeriksiz, bomboş sözlerden oluşmakta. Eğer kişi telefonla konuşmuyorsa iletiyle zaman öldürmekte. Son bir yılda halkımızın cep telefonu başında geçirdiği süre yüzde 15,4 artmış. Bu arada ülkemizde yetmiş bir milyon cep telefonu kullanıcısı var. Bu kullanıcıların yüzde yetmiş beşi akıllı telefon kullanmakta. Bundan da anlıyoruz ki aile bütçelerinde harcamaların ilk sırasında telefon yer almakta.

Günümüzün iki saat on dört dakikasını ise televizyon başında geçiriyoruz. Neler mi izliyoruz? Birbirinin kopyası olan anlamsız diziler, spor programları…  Spor programı dediysek yanlış anlaşılmasın. Bu programların neredeyse tamamı futbolla dolu.

Başka neler izliyoruz? Geyik muhabbetli yarışmalar… Dedikodu izlenceleri… Arada haberler… Kültür, sanat, bilim içerikli izlenceler neredeyse yok! Olsa da izleyici bulması çok zor.

Telefona günde üç saat, televizyon izlemeye de iki saat on dört dakika ayırınca kitap okumaya ne kadar zaman kalıyor dersiniz? Yalnızca günde bir dakika…

Evet, okumaya günde bir dakika ayıran bir toplumuz. Bu nedenle de televizyonun, sosyal medyanın tutsağı olmuş toplumumuz. Beyaz camda söylenen her şeyi doğru sanıyor izleyenlerin çoğu. Neden mi? Çünkü okuma alışkanlığı olmadığından okuyup araştırarak doğruya ulaşamıyor. Bu nedenledir ki çapsız siyasetçilerin peşinden gitmekte iktidar ve muhalefetiyle… Ülkemizin ekonomik, sosyal, bilimsel, sanatsal, kültürel değerleri yağmalandığının farkında değil çoğu yurttaş.

Türkiye okuma konusunda büyük bir seferberlik başlatmalı. Günlük bir dakikalık okuma süresini artırmak için büyük bir savaşa girmeliyiz. Günde on sayfa kitap okursak ayda üç yüz sayfa eder. Bu da ortalama bir kitap okumaya denk gelir. Böylece yılda on iki kitap… Ne duruyoruz? İşbaşına…

Okumadan çağdaşlaşmak, varsıllaşmak, kalkınmak, bilim ve teknolojide ileri gitmek, doğayı korumak, değerlerimize sahip çıkmak ve barış içinde yaşamak düşsel bir durum…

Okumayan bilemez. Bilmeyen de yapamaz.

Cep telefonlarını, televizyon kumandalarını birazcık elimizden bırakıp kitaplara zaman ayıralım ki “muasır medeniyet seviyesinin üstüne” çıkalım.

 

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         29 Eylül 2017

MARKETLER, FIRINCI VE DONDURMACILARIN HAKKINI YİYOR


Son yıllarda alışveriş düzeni değişti toplumumuzda. Mahalle esnafı, neredeyse bitti. Bakkal, kasap, terzi, pastacı, fırıncı, manav, yufkacı, tuhafiyeci… gibi her mahallede bulunan meslek türleri tarihe karışmakta. Dolayısıyla yeni kuşaklar, bu meslekleri bilmemekteler. Geçmişi anlatan roman, öykü, anı, gezi yazılarından öğrenecek çocuklarımız bu meslekleri ne yazık ki. Yok, olan mesleklerin yerini, yenileri almakta.
Marketler; bakkal, kasap, terzi, pastacı, fırın, manav, yufkacı, tuhafiyeci… gibi birçok dükkânın yapacağı işi kendi içinde topluyor. Bir markete ya da süper markete girdiğinizde her türlü ürünü bulabilmektesiniz. Alışveriş sepetleri ya da arabaları kişinin gereksinimi olmayan birçok ürünle dolmakta. Çünkü market raflarını yerleştirme düzeni, ürünlerin alıcıların alışverişlerini kamçılayacak biçimde sergilenmekte. Amaç, tüketimi artırmak.
Çok zorunlu durumlar olmadıkça ekmeği fırından, dondurmayı dondurmacıdan, eti kasaptan, sütü bakkaldan, meyve ve sebzeyi manavdan, yufkayı yufkacıdan… almaya çalışırım.
Bazı alışverişlerime, Atacan (Henüz birinci sınıfta) da katılır. Ona, adeta alışveriş dersi veririm. Neyi, nereden, nasıl alacağını uygulamalı olarak öğrenir bu alışverişlerde. Her şeyin raflardaki yerini bilir. Evin gereksinmelerine göre ürünler seçer. Gücü oranında alışveriş torbalarını taşır.
Geçenlerde Atacan’la evimizin yakınındaki bir markete gittik. Evimizin gereksinmelerini karşılamaktayız. Alışverişimizi bitirip kasalara doğru yöneliyoruz. Dondurmaların olduğu buzdolaplarının önünden geçerken “indirim” etiketini görünce “Atacan, dondurma ister misin?” diye soruyorum.
Çocuk: “Hayır!” diyor donuk bir sesle. “Ekmek almaya gideceğiz ya, fırının yanındaki dondurmacıdan alırız dondurmayı.” tümcesini, düşünceli düşünceli ekleyiverdi sözlerine.
“Tamam” diyerek Atacan’ı onayladım. Kasada, aldıklarımızın parasını ödeyip çıktık.
Yolda yürürken “Bu marketler, neden fırıncıların ve dondurmacıların hakkını yiyorlar?” diye sordu bana.
Ben: “Nasıl?” diye sordum ona.
O: “Dondurma ve ekmek satarak onların haklarını yiyorlar.” diyerek yanıtladı beni. “Marketlerin her şeyi satması iyi olmuyor.” tümcesini de ekledi sözlerine.
“Toplumumuzda bazı kişiler paraya doymuyorlar, çok para kazanmak istiyorlar.” dedim.
Atacan: “Niye bu kadar çok para kazanmak istiyorlar?”
Ben: “Çok varsıllaşmak için…” diye yanıtlıyorum onu.
O: “Çok paran olup varsıllaşınca ne olacak?” diyor.
Ben: “Dünyada bazı kişiler para biriktirir, bazıları kitap, bazıları sevgi, bazıları ise dost…” diyorum. “Örneğin, sen oyuncak ve kitap biriktiriyorsun.” diyecek oldum...
O, birden sözümü kesti. “Ben oyuncaklarımı oyuncakçıdan alıyorum. Başkalarına zarar vermiyor, onların haklarını yemiyorum. Hem benim oyuncak ve kitap biriktirmemin kimseye zararı yok! Ben, onları arkadaşlarımla paylaşıyorum.” dedi heyecanla.
Doğru söze ve toplumsal duyarlılığa ne denir? Çocuk haklı... Haksızlık; bizim kanımızı, iliğimizi emen ve doymak bilmeyen sömürü düzeninde. Parayı tüm değerlerin, amaçların önüne koyan bir sistemi küçük yaşta fark eden çocuk, ancak alnından öpülür. Biz de öyle yaptık. Atacan’ı hem alnından hem de yanaklarından öperek evin yolunu tuttuk.
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           29 Eylül 2017

METAL YORGUNLUĞU

                                                   
RTE, AKP örgütlerinde “metal yorgunluğu olduğunu” belirledi. Bu metal yorgunluğunun partiyi geriletmekte olduğunu söyledi açık açık. Yorulan yöneticilerin yerlerini yeni kişilere bırakması gerektiğini açıklamalarına ekledi. Metal yorgunu olanlar arasında bazı vekillerin, belediye başkanlarının, il ve ilçe yöneticilerinin olduğunu belirtti. Metal yorgunu olan birçok il başkanı ve yöneticisi görevden el çektirildi.
Metal yorgunluğu nedir, nelerde olur? Sürekli çalışan ya da belirli bir miktar yükün sürekli uygulanması sonucu metal malzemelerin istenen dayanım özelliğini yitirmesi ya da sürekliliğin bozulmasıdır metal yorgunluğu. Bina ve köprülerdeki demirler zamanla aşınır ve dayanıklıkları azalır. Böylece yük taşıyamaz duruma gelir demirler. Bu durum, metal yorgunluğu olarak açıklanır. Bu durumda ya binayı ya köprüyü yıkıp yeniden yaparsınız ya da demirleri değiştirip destekleyerek onarırsınız. Demirler, cansız varlık olduğundan yıkıma ya da değişikliğe karşı çıkamaz.
AKP, ne binadır ne de köprü… O zaman neden bu “metal yorgunluğu” benzetmesi? İnsanı “Allah şaşırtır.” Ayakları birbirine dolaşır, ne diyeceğini bilemez çoğu zaman. RTE’yi de Allah şaşırttı. İnsanlardan oluşan parti yöneticilerini, metale benzetti. Bu teknik terimle parti de olanları da örtmeye çalışmakta aklınca.
RTE, “metal yorgunluğu” sözüyle ne anlatmak istedi? İşin açıkçası şu… AKP belediyelerinin neredeyse tümü yolsuzluk bataklığının içinde. Kentlerde yeşil alan kalmadı. Büyük kentlerde deprem toplanma alanları bile imara açıldı. Asırlık hastaneler, okullar ve fabrikalar türlü gerekçelerle yok edilip imara açık arsalara dönüştürülmekte. Yükleniciler, yapsatçılar hep yandaşlar… Halk yoksullaştıkça yandaşlar varsıllaşmakta. Bu talandan parti yöneticilerinin çoğu payını almakta. Yurttaş bu durumu görmekte. AKP’liler, çevrelerinde varsıllaşmalarıyla konuşulmakta. Bu nedenle de parti tabanından yöneticilere tepkiler oluşmaya başlamıştı. Aslında anayasa değişikliğiyle ilgili halk oylaması öncesi bu söylentiler, homurtu durumunu almıştı. Ne yazık ki bu homurtuları, Kılıçdaroğlu’nun yanlış söylemleri bir süreliğine susturdu. Ekonomik krizin etkisini artırdığı günümüzde bu homurtular daha çok işitilmekte. Başta RTE olmak üzere AKP üst yöneticileri bunun farkında.
FETÖ ile mücadelede acayiplikler var. Daha yüksek faiz almak adına FETÖ bankasına para yatıran gariban yurttaş, örgüt üyeliğinden gözaltında. Ancak AKP yöneticilerinin damatları, yakınları serbest... FETÖ’ye ekonomik çıkar sağlayan belediye başkanları görevde… Bu durum, halkın vicdanında bir hesaplaşmaya gitmekte. Ders kitaplarında FETÖ izleri görülmekte. FETÖ’nün kapanan dersanelerinin kitapları hâlâ kitapçı raflarında kaynak kitap olarak satılmakta. Birçok kurumda FETÖ’cü bürokratlar görev başında.
RTE, metal yorgunluğuyla demek istiyor ki “Partimizde gırtlağına dek yolsuzluğun içinde olanlar var. Belediyelerimiz halkın değil yandaşın... FETÖ ile hasım değil, hısım olan yöneticilerimiz var. Bu metalleri içimizden temizleyelim. Çünkü metaller zamanla paslanır. En dirençli metaller bile kaynak makinesini görünce koparlar yapıştıkları yerden. Metalin itiraz ya da seçim hakkı olur mu nerede kullanılacağına.” Bunun içindir ki Reis, istediği kişiyi, istediği yere atar. Görevden el çektirilenler fazla konuşamazlar iktidarın ballı böreği ortada dururken. Kimi parmağını yalar, kimi dudaklarını… Bazılarının da yiyenleri gördükçe ağzı sulanır.
Metal yorgunluğu, AKP’de oldukça fazla. On beş yıldır metaller aşırı nemden paslanmış durumda. Bakın, paslı metallerin gacırtıları, çatırtıları her yandan işitilmekte. Kimi paslı metallerse başka cisimlerin karışmasıyla çürüme kokusu yaymakta her yana…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       23 Eylül 2017

ÜRETİM EKONOMİSİNE YÖNELİŞ

                                   
                                   
Son günlerde işittiğim en mutlu haberlerden biri. Bir evde konuktuk. Televizyonda haberler… Ses zar zor işitilmekte. “Susurluk Şeker Fabrikası üretime yeniden başlayacak.” sözünü duyduğumda heyecanlanıp çok sevindim. Kısaca haberin ayrıntıları anlatıldı ve ardından Alpullu’nun da üretime başlayacağı muştulandı.
Şeker fabrikaları ulusal sanayimizin can damarı. Şekerpancarı üretimi de tarımımızın belkemiği. Neden mi? Şekerpancarı, Türkiye’nin tüm bölgelerinde yetişebilen bir tarım ürünü. Bu nedenle şeker fabrikaları da bölgesel farlılık gözetmeksizin tün yurda yayılmış durumda. Şeker sanayi sayesinde yurdun her köşesinde fabrika bacaları tüttü yıllarca.
Şeker fabrikaları, Cumhuriyet’le kuruldu. Amaç, ulusal ekonominin iki önemli ayağı olan tarım ve sanayinin geliştirilmesiydi. İlk şeker fabrikasının temeli Uşak’ta atıldı 1925’te. Ardından Alpullu’nun temeli atıldı ve on bir ay gibi kısa bir sürede tamamlanarak 1926’da üretime başladı. İlk Türk şekeri Alpullu’da üretildi. Böylece Türkiye, şekerde dışa bağımlılıktan kurtuldu.
Şeker fabrikalarının kurulmasıyla şeker kanunu da çıktı. Böylece Türk köylüsü yeni bir ekmek kapısına kavuştu.
Şeker fabrikaları, giderek yurdun dört bir yanına yayıldı. En temel sanayi kuruluşlarımızdan biri oldu. Bu fabrikalar, şekerin yanı sıra küspe de üretmekteler. Küspe demek, hayvancılık demek…
Şeker fabrikalarını önemli bir kısmı özelleştirilmeye ve dışalıma dayalı liberal ekonomi yüzünden kapatıldı. Üretim dışı kalan fabrikaların çalışanları işsiz kaldı. Bu fabrikaların pancarını üreten köylünün ekmeği elinden alındı. Küspe üretiminin azalması nedeniyle hayvancılık önemli bir darbe yedi. Bunun içindir ki kurban bayramlarında dünyanın dört bir yanından hayvan ithal edildi. İthal şeker, halkımızın damak tadına uymadı. Dışalım nedeniyle Türk işçi ve köylüsünün hakkı olan paralar, yabancı ülke üreticilerinin cebine girdi.
Alpullu ve Susurluk şeker fabrikalarının yeniden üretime başlaması sevindiricidir. Özelleştirme ve dışalıma dayalı politikalarından vazgeçilmekte olduğunun bir işaretidir. Devletin yeniden sanayiye, üretime el atmakta olduğunun belirtisi bu iki fabrikanın üretime başlaması.
15 Temmuz 2015’te açılım politikalarına son veren ve PKK’yı hendeklere gömen siyasal anlayış, Türkiye’nin birliği için önemli bir adım attı. Ülkemizin güneyinde oluşturulmakta olan ABD koridoruna son verdi Türkiye. Atlantik’ten Avrasya’ya yönelmekte olan Türkiye, doğal zorunluluk gereği olarak üç dört yıldır kapalı olan fabrikalarını üretime açtı. Sıcak parayla bir ülkenin kalkınamayacağını iktidar da anladı. Birleşen Türkiye, üreten Türkiye ile güçlenecek. Avrasya’ya yönelen Türkiye üretmek zorunda. Bu nedenle de Atlantikçi sistemin liberal reçetelerini yırtma süreci başladı.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       16 Eylül 2017


BEN KIRILSAYDIM DAHA MI İYİ OLURDU?

         
         
Sıcak, bunaltıcı bir Pazar günü… Kahvaltımızı bunaltıcı havanın verdiği uyuşuklukla yaptık. Gece, doğru düzgün bir uyku uyuduğum söylenemez. Başımda bir ağrı var. Kahvaltıdan sonra kitap okuyayım, dedim. İlk sayfada anlamaz oldum okuduklarımı. Durumu söyleyince eşim sessiz sedasız iki tane şekersiz Türk kahvesi yaptı.
Karşılıklı oturduk, kahvemizi içtik eşimle. Eşimin kahve içmesindeki en büyük neden fal. O, çay ve kahveyi genellikle benden önce içer. Ben, sıcak içecekleri biraz ılıdıktan sonra içerim, hiç acele etmem. Bu kez de öyle oldu. Eşim, kahvesini benden önce içip ters çevirdi fincanını. Benimki de bitince onun uyarısı üzerine fincanımı ters çevirdim.
Kahve içtikten sonra kendimi biraz rahatlamış gördüm. Bir şeyler yazmaya başladım. Dalmışım işime. Eşimin seslenmesiyle daldığım hayal dünyasından uyandım.
Eşim fincanların fotoğrafını çekerek internetten fal bakan bir siteye gönderdi. Teknoloji, falcı bacıların ekmeğiyle oynuyor bu arada! Fotoğraflar gitti gitmesine de hanım yakamı bırakmıyor yine de. Fincanı gözüme dayayıp “Ne görüyorsun? Böyle bir fal görmedim. Olağanüstü şeyler var fincanda.” Ben de ister istemez başımı fincanın üzerine getirip “Bir kuş var, elinde bir zarf. Şu tarafta bir kanguru. Karşısında geyik var. İki yol var, ikisinin de önü açık.” diye işi geçiştirmek için bir şeyle söylüyorum.
Ben, hayvanlardan söz edince Atacan, hızla yanımıza geldi. Hayvanları görmek için kafasını fincana uzatınca annesinin eline çarptı ve fincan yere düştü. Eşim, kendince muhteşem(!) olan falının bozulacağından ve fincanın kırılabileceğinden kaygılanarak kızgınca çocuğa bağırdı. “Atacaaannn! Bak fincanı düşürdün, kırıldı sanırım.” Sessizliği bozan ve salonu inleten bu bağrış, çocuğu ürküttü epeyce.
Atacan, şaşkınlıkla karışık bir kızgınlıkla “Ben kırılsam daha mı iyi, fincan benden değerli mi Adil? Annem niye böyle bağırıyor?” diye sordu.
Ben: “Dünyanın bütün fincanlarını sana değişmem, en değerli olan sensin. Sen kırılma! Hem kolun kanadın kırılmasın hem de kalbin.” dedim.
Eğildi, yerden fincanı aldı. Annesine göstererek: “Bak, fincan kırılmamış, niye bağırdın bana?” diye sordu.
Annesi özür diledi. Olmadı, bir daha özür diledi. Bir daha… Bir daha…
Atacan, bana döndü: “Adil, annemin özrünü kabul edeyim mi?” diye sordu.
“Kabul et! Bilmeden bağırdı. İsteyerek olmadı. Bir daha yapmaz.” dedim.
Çocuk, parlayan gözleriyle annesine döndü. “Tamam, affettim seni! Bir daha bağırma!” dedi ve anne-oğul sarmaş dolaş oldular.
Mal kırılır, yenisi alınır. Ama insanın yenisi yok! Bu nedenle büyük olsun, küçük olsun insanları kırmamaya özen göstermek gerek.
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu

11 Eylül 2017

BİZ SENİNLE DOST DEĞİLİZ


Atacan’la geçen gün söyleşerek oynamaktayız. Hiç ara vermeden sorular sormakta değişik konularla ilgili. Ben de yanıtlamaya çalışıyorum sorularını. O, karşısındaki kişiye dokunmaktan olağanüstü keyif alır. Benim yanağımı okşaması onu çok mutlu eder. Doğduğu günden beri göbeğimde uyur (Göbeğin bir işe yaramadığını söyleyenlere duyurulur.). Çok küçükken göbeğim ona yataktı, şimdilerde ise yastık.
Oyuna dalmıştık. Bir yandan da söyleşiyoruz. Geldi, bana sarılıp yanağımdan öptü. Ben de onun eylemine benzer biçimde karşılık verdim. “Sen, benim çok iyi bir arkadaşımsın.” dedim mutlulukla.
Çocuk, bana baktı “Biz seninle arkadaş değiliz.” dedi. “Benim arkadaşlarım okulumda. “ diye söylendi.
Ben: “Arkadaş değilsek, o zaman dostuz.” dedim bu kez.
O: “Hayır, dost da değiliz. Arkadaşlarımın içinde daha çok sevdiklerim dostum olabilir.” diye sözlerini tamamladı.
Atacan’ın bu sözleri karşısında şaşkınım. Bu şaşkınlıkla yeniden sordum ona: “Bu halde biz neyiz, arkadaş ve dost olmadığımıza göre?”
“Biz, baba oğuluz Adil…”  diye yanıtladı beni. Birden ciddileşti. “Ben seni babam olarak seviyorum. Sen de beni oğlun olduğum için sev!” sözlerini de ekledi tümcelerine.
“Arkadaş, dost, baba-oğul…” hepsi ayrı kavramlar ve tanımlar… Hepsi, insan ilişkisinde bir dereceyi, düzeyi belirtmekte. Yaşamdaki rollerimizi karıştırmamak gerek.
“Çocuktan bir şey öğrenilir mi?” diye sormayın sakın! Çok şey öğreniyorum bedeni küçük, ruhu büyük oğlumdan. Zaten yaşamım boyunca çocuklardan hep öğrendim. Hele öğrencilerimden… Mesleksel toyluğumu erkenden üzerimden atmamı öğrencilerim sağladı. Yaşam uzun, öğrenmenin de sonu yok! O halde işimiz ne? Öğrenmek…
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  10 Eylül 2017

                                                                       

HAYKIRIŞ

                                                           
“O… / Tertemiz bir iç ile / Ayrılırken anacığından / Biz… / Gökte kayan bir yıldızı düşlerdik / En sonunda… / Bir ağacın altında / Yapayalnız… / Yatarken bulduk seni / Damarlarından akan sıvıyla / Ağaçta kalan, beş parmak izin / Hepimizin suratına / Bir tokat gibi, şimdi” Muzaffer Talatpaşaoğlu, böyle başlıyor haykırışına. 1 Mayıs 1980’de kardeşi Talat Eryılmaz’ın sokağa çıkma yasağına uymaması nedeniyle kurşunlanması karşısındaki duygularını böyle haykırıyor ozanımız.
“Haykırış” Talatpaşaoğlu’nun kendi olanaklarıyla bastırdığı bir şiir ve şiir tadında düzyazı kitabının adı. Alışılmadık bir şey bu... Bu kitabın ilk iki bölümü şiirlerden, üçüncü bölüm ise düzyazılardan oluşmakta.
Talatpaşaoğlu, şiirleriyle Türkiye’nin bir dönemine ışık tutmakta. Şiirler, sanki AKP iktidarı dönemi olaylarının bir kronolojisi. Yapılan haksızlıklar, yaşanan hukuksuzluklar, talan edilen kamu olanakları, çökertilen Cumhuriyet kurumları, örgütlenmiş cehaletin demokratlık kılıfıyla yok ettiği demokrasi, ulusal bayramların yasaklanması, mücahitlikten müteahhitliğe atlayan siyaset erbabı, yurttaşı adam yerine koymayan ve hakkını arayan adama küfreden anlayış, Ergenekon ve Balyoz’la çökertilmeye çalışılan TSK, kumpaslarla susturulmak istenen Cumhuriyet aydınları, laik eğitim kurumlarının yozlaştırılması, yargının siyasallaşması… 2002 sonundan başlayan bir tarihsel sürece şiirleriyle ışık tutmakta Muzaffer Talatpaşaoğlu.
Şiir dili yalın ve basmakalıp söylemlerden uzak. Dizelerin oluşmasında zorlama yok. Bir çağlayanın özgür akışının sesi var dizelerde. Günlük olaylar, usta bir söyleyişle birleşerek anlatılmış.
Kitaba adını veren “Haykırış” adlı şiiri şöyle başlıyor: “ Biz eğmedik hiç başımızı /  Bize gelmez bu havalar / Yedi düveli / Denize döktüğümüzde / Kalkmıştı bu başlar / Sen eğerek başını, çökmüşsen / birinin dizinin dibine / Bize NE...”
Günlük yaşamda karşılaşılan haksızlıklar, siyasetçilerin tutarsızlığı okuyucuyu sıkmadan anlatılmış dizelerde. Güzel Türkçemiz ustalıkla işlenmiş şiirlerde. Haksızlığa uğramış yurttaşın sesi olmuş “Haykırış”.
Şiirlerin çoğunda hiciv var. Hicivli anlatım, dizeleri daha da akıcı yapmış. Şiirleri okurken yaşadığımız acı olayları, gülümseyerek okumak ayrı bir tat.
Kitabın üçüncü bölümünde yer alan kısacık fıkralar, usta işi. Uzun yazmak kolaydır; ancak bir olayı, bir düşünceyi kısacık birkaç paragrafla anlatmak çok zor.
Talatpaşaoğlu, AKP dönemi olaylarını kronolojik bir sırayla anlatmış yazılarında. Yazılarında şiirin etkisi duyumsanmakta. Okurken sanki şiir okuyormuş gibi okunmakta yazıları. Türk basınında, günlük olayları böyle kısacık fıkralarla anlatan yazar yok denecek kadar az. Bu nedenle Sayın Yazar’ın bu yazılarını sürdürmesi gerek. Özellikle iş yaşamının zorlaştığı, ulaşımın güçleştiği, çalışma saatlerinin uzadığı, insanların okumaktan uzaklaştığı içinde yaşadığımız dönemde bu tür yazılara çok gereksinim var.
Olanaksızlıklar, iki farklı edebi türü aynı kitapta birleştirdi. Amatörce, kendi kişisel olanaklarıyla sesini duyurmaya çalışan yazarlara destek verilmeli. Bu destekler yeni yazarların, gür sesli ozanların doğmasını sağlar. Bu başarılı çalışmayı okuyucular, aşağıdaki adresten edinebilirler.
Adres: Analiz Basın Yayın, Meşrutiyet Cad. Kardeşler Han, No: 6/3 Galatasaray-İstanbul
Tel: 0212 252 21 56-99
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       Eğitimci-Yazar
                                                                       14 Temmuz 2017


ATACAN’IN BALIKLARI


Neredeyse çocukların hepsi evlerinde hayvan beslemek ister. Bu, çocuğun insan dışındaki canlılarla ilk ilişkisidir. Hayvanların gereksinmelerini karşılamak, onlara büyük bir keyif verir. Özellikle hayvanın beslenmesi onlar için tahmin edilemez bir zevktir.
Çocukların hayvan beslemekte yeğledikleri türler farklılıklar gösterir. Ancak birçok aile evlerinin fiziksel durumu ve kendi beğenilerini öne çıkararak çocukların seçecekleri hayvanlar konusunda, onları yönlendirir. Bazı anne ve babalar hayvan sevmez, evlerini onlarla paylaşmak istemez. Öyle insanlar vardır ki, evlerinde hayvan beslemeyi bırakın bir tek saksı çiçek bile yoktur. Doğanın yok edildiği, hayvan ve bitkilerin yalnızca belgesel filmlerde ya da kitaplarda görüldüğü bir dünyada evlerde insan dışında başka bir canlının olmaması anlaşılır gibi değil.
Doğa, insanın hem beden hem de ruh sağlığı için vazgeçilmez bir otama aracıdır. Kişi doğada soluklanır. Orada, sonsuz erinci bulur. Evde büyütülen bitkiler, beslenen hayvanlar kent yaşamının tekdüzeliğini ortadan kaldırır, yaşamı varsıllaştırır.
Çocukların insanların dışındaki varlıkları tanıması, onların yaratıcılıklarını, üretkenliklerini, özgüvenlerini geliştirir; başarmaya olan inançlarını, sorumluluk duygularını artırır. Evini başka canlılarla paylaşmanın çocuğa kazandıracağı bir arada yaşama fırsatı önemlidir. Çocuk, kendi dışındaki varlıkları sevmeyi, onların yaşam hakkına saygı göstermeyi öğrenir.
Köyde büyüdüğüm için doğayla ilişkim iyidir. Hayvan ve bitki türlerinin özelliklerini bilirim. Doğanın dilinden anlarım sayılır. Ondandır ki bir tutam yeşillik, bir avuç akarsu, bir kuş sesi, bir köpek havlaması, bir horozun ötüşü, uzaktan bile olsa gördüğüm bir koyun, keçi ya da inek sürüsü, baharda yeşeren bir yaprağın, açan bir çiçeğin görüntüsü, güz geldiğinde sararmış yaprakların hışırtısı, kışın üşüyen bir hayvan, kardan kırılan bir dal… alıp götürür beni çocukluğumun güzel dünyasına. Doğanın içinde suda yaşayan balık gibiydik. Hep o doğal ortamda kalacağız diye düşünürdük. Her türden yeşille mavinin kucaklaştığı bir cennet köşesinde yaşlanacağımızı düşünürdüm hep. Ne yazık ki öyle olmadı. Koptuk toprağımızdan, geldik grinin egemenliğinin sürdüğü kente. Şimdi evimizde besleyeceğimiz bir hayvan, saksıda büyüteceğimiz bir bitki esin kaynağımız olsun istemekteyiz.
Atacan’a en küçük yaşından itibaren doğayı sevdirmeye çalıştık. Bunun içinde fırsat buldukça doğaya çıktık. Ona, hayvan ve bitkileri tanıtmak için yoğun uğraş verdik. Doğaya çıkamadığımızda doğa belgesellerini izledik televizyondan. Bundandır ki çocuk, doğa aşığı oldu. Hayvan ve bitki koruyucusu olarak ortalarda dolaşmakta.
Eee, bu kadar doğayla ilgili bilgi olur da bunun eve yansıması olmaz mı? Olur tabii ki…
Öncelikle şunu söyleyeyim ki evimiz küçük çaplı bir botanik bahçesi. Salon ve balkonlar saksılarla dolu. Ne mi var saksılarda? Sardunyalar, orkideler, Atatürk çiçeği, beyaz yelken çiçeğinin yanı sıra birçok çiçek var. Burada beyaz yelken çiçeğine değinmek gerek. Bu çiçek, Atacan doğduğunda hastaneye geldi. Çiçeği getiren halası… Yazın her dinlenceye gittiğimizde bu çiçek sorun oluyor. Kurutmamak için günler öncesinden seferber oluyoruz. Büyükçe bir leğeni su doldurup içine koyuyoruz saksıyı. Suyu fazla koyarsak alttan gelen su, saksının toprağını bataklığa çeviriyor. Suyu az koyarsak çiçek kuruyor. Evde cam çerçeve kapalı olduğundan sıcak hava daha da artmakta. Çiçek yanıyor havasız ortamda. İki kez çiçek kurudu neredeyse. Budadık. Toprağı havalandırdık… Özel bir ilgi ve bakımla çiçeği canlandırdık. Atacan, bu çiçeği olağanüstü bir biçimde sahiplenmekte. “Bu çiçek benimle yaş, buna iyi bakalım.” Demekte durmadan. Bu yıl, deneyimlerimiz işe yaradı. Uzun dinlencemize karşın çiçek hasar görmedi.
Başka ne mi var saksılarımızda? Mevsimine göre değişmekte bir kısmı. Soğan, roka, maydanoz, semizotu, biber, domates, salatalık, nane, çilek… Bunları genellikle Atacan yemekte.
Atacan iki yaşındayken hayvan beslemek istedi. “Hangi hayvanı alalım?” diye sorduk. O: “balık…” dedi. Gittik, iki tane Japon balığı aldık evimizin karşısındaki hayvan satıcısından. Balıklar, büyükçe bir kavanozdaydı. Her gün kavanozun başında bizim çocuk. Sandalyeye tırmanıp balıkları seyre dalmakta. Balıkları adlandırdık. Artık onları adlarıyla çağırıyordu.
Atacan balıklarla iyi bir dostluk kurunca bize de işi geliştirmek düştü. Eşimle nasıl bir akvaryum alalım, diye düşünürken Ata’nın dayısı sessiz sedasız bir akvaryum alıp armağan etti yeğenine. İlk önce iki balığımızı koyduk cam kafesin içine. Ama balıklar yetersiz. Bir hafta sonu Atacan’la Mısır Çarşısının yolunu tuttuk. Neredeyse balık satan bütün dükkânları gezdik. En sonunda birine karar kıldık. Çocuk dikkatle seçti kalabalık sürüler içinden yeni arkadaşlarını. Balıkları ve yemlerini aldık vapurla döndük Kadıköy’e. Çabucak otobüse bindik eve varmak için. Çocuk ikide bir balıkları kontrol ediyor yaşıyorlar mı diye. Her seferinde “Turuncu balık yüzüyor, vatoz kuyruğunu salladı. Beyaz balık çok güzel…” biçimindeki tümceleri bir sevinç çağlayanı olarak çağıldamakta ağzından.
Eve ulaşmadan otobüste balıklara ad koydu bile. Balıklara ad verirken ona karışmıyorum. O, benim onayıma sunuyor bulduğu adı, ben de onaylıyorum hemencecik. “Bu ad çok güzel oldu, balığa uygun…”  biçiminde yanıtlar yetiştiriyorum Ata’ya. Ata mutlanıyor onu onaylamamdan.
Eee, evde canlı yaşar da ölüm olmaz mı? Olur tabii ki… Balıklarımızdan bazıları ölüyor bilmediğimiz nedenlerden. İlk başlarda Atacan’ı kandırmayı yeğledim. Ölü balıkları ona göstermeden atıyordum önceleri. O fark edince de “Balık hastalandı, onu doktora götürdüm. İyileşince alıp geleceğim.” diyordum ona. O da inanıyordu bana. Ben de en yakın akvaryumcudan başlayarak ölen balığımızın benzerini arıyordum. Bulunca da hemen satın alıp eve koşuyordum. “Bak, balığımız iyileşti, alıp geldim onu. Şimdi daha iyi bakalım da hasta olmasın bir daha.” diyerek yeni balığı birlikte akvaryumun içine koyuyorduk. Bu durum karşısında çocuk, sevinçten uçuyordu.
Kimi zaman ölen balığımızın aynısını bulamıyor, birazcık benzerini bulduğumda Atacan: “balığımızın rengi niye değişti?” ya da “Balığımız niye şişmanladı/zayıfladı?” biçiminde sorular sorardı. Gün geçtikçe şüpheleri artmaktaydı. Ben de “Hastalığı ağır olduğundan çok etkilendi.” Biçiminde onun şüphelerini yok edecek yanıtlar bulmaya çalışmaktaydım. Bunu yaparken de hep vicdanımda bir rahatsızlık duyumsamaktaydım. Oysa ölüm yaşamın bir parçası. Çocuk bunun farkında. Haberleri izlerken insanların, hayvanların, bitkilerin öldüğünü görmekte. Belgesellerde ölümü izlemekte. Zaman içinde tanıdıklarımızın yaşamdan göçüp gittiğini de gördü. Kentin en yeşil alanları olan mezarlıkları görünce dikkat kesilmekte. Zaman zaman yakınlarımızın mezarlarını ziyaret ediyoruz. İstemesek de bu mezarlık ziyaretlerinde çocuk da yanımızda bulunuyor ve soruyor. “Buraya niye geldik? Bu mezar kimin? Neden öldü?” Bu ve benzer soruları gerçekçi olarak yanıtlamak gerek. Bu nedenle ona inandırıcı, doğru yanıtlar verdik. Tabii ki onu üzmeden, onun ruhunda yaralar açmadan…
Yaşamın, doğumdan ölüme uzanan bir çizgi olduğunu öğrendi çoktan. O zaman Ata’ya balıklarının ölümüyle ilgili doğruyu söylemekten başka çare var mı? Biz de öyle yapıyoruz. Balıkları seyrek de olsa öldüğünde ona gerçeği anlatmaktayız.
Yaz dinlencesine gittiğimizde balıklarımızı yanımızda götürüyoruz. Nasıl mı?
On litrelik su damacanasındaki suyun üçte birini boşaltıyoruz. Balıkları bulundukları akvaryumdan özenle alıyoruz kepçeyle. Yine aynı özenle damacanaya koyuyoruz onları. Tüm balıklar yeni yerlerine konduktan sonra damacananın kapağını kapatıyoruz. Ardından kapağı bıçakla deliyoruz, balıkların hava alması için. Akvaryumu, suyu boşaltılmış olarak arabanı bagajına; balıkların bulunduğu damacanayı ise Atacan’ın oturduğu koltuğun yanına yerleştiriyoruz. Çocuğun eli, yol boyunca damacananın üstünde, devrilmesin diye. Sık sık eğilip balıklara bakıyor. Onları kontrol etmekte heyecanla.
Yolculuk bitip yazlık eve ulaşınca ilk işimiz, balıkların akvaryuma konması. Eşim, bavulları taşımam için söylenirken Atacan beni çekiştirmekte. “Hadi Adil! Çabuk olalım, balıklarımız ölmesin! Hemen onları akvaryuma koyalım.” demekte. Bir elimde akvaryum, diğerinde balıkların bulunduğu damacana koşturuyorum. Çocuk, bana yardım etmek için damacananın kulpuna yapışmış, çekiştirmekte.
Akvaryumu hızla kuruyorum. Havalandırma aygıtını hemen çalıştırıp balıkları içine koyuyorum. Ardından yemleri birlikte veriyoruz onlara. Atacan’a göre en önemli iş bu ve bunu çabucak yerine getiriyoruz. Daha sonra sıra arabanın bagajındaki eşyaları taşımaya geliyor. Biz bavulları, çantaları eşyaları taşıyıp yerleştirirken çocuk, akvaryumun başında nöbette. Yolculuk sırasında balıklara bir şey olup olmadığını görmeye çalışıyor. Sağlıklı olduklarına iyice inandıktan sonra bahçeye çıkıyor, dayısının kızlarıyla oynamak için.
Bu yaz dinlencemiz biraz uzun sürdü önceki yıllara göre. Her akşam bahçe sulanmakta. Kuyudan su çekmek için motorun çalışması gerek. Motorun çalıştıracak fiş, akvaryumun yanındaki prize katılıyor. Sulama sırasında akvaryumun fişi çekiliyor, yerine su motorununki takılıyor. Dinlenceden dönmemiz yakın… Atacan’ın dayısı bahçedeki zeytin ağaçlarını ve çiçekleri suluyor gecenin serinliğinde. Su motorunun fişini çekiyor. Dalgınlıktan olacak akvaryumun fişini takmayı unutuyor.
Her sabah olduğu gibi erkenden uyanıyorum. Bakıyorum fiş takılı değil. Hemen takıyorum fişi yerine. Havalandırma çalışıyor. Ama o da ne? Balıklardan biri can çekişmekte. Çocuğa bir şey söylemiyorum. Neredeyse yarım saatte bir kontrol ediyorum turuncu balığımızı. Öğlene doğru balığımız ölüyor. Ölü balığı akvaryumdan almak için elimde kepçeyle üst kata çıkarken Atacan, beni görüp peşime takılıyor. Onun ardından dayısının üç kızı. Ben, ölü balığı akvaryumdan alıp bahçe dışındaki çalılık alana atmak için yöneldiğimde oğlumun çığlığını işitiyorum. “Adil, onu sakın atma! Balık bir canlı, onu gömmeliyiz.” Bu sözler karşısında şaşkınlıkla karışık bir sevinç duyuyorum. Hemen bir keser alıyorum. Bahçeye küçük bir mezar kazıyorum. Ölü balığı yavaşça bu çukura bırakıyorum. Üzerini toprakla örtüyorum. Çocuklar birden dağılıyor. Kısa bir süre sonra ellerinde yapraklar, çiçeklerle dönüyorlar. Ellerindeki çiçek ve yaprakları özenle küçük mezarın üstüne bırakıyorlar. Ben, onlara teşekkür ediyorum.
Atacan, ağlayarak dayısını suçluyor. Balığın ölümünü onun ihmaline bağlıyor. Biz kazayla olduğunu söylesek de ikna edemiyoruz çocuğu. Dayısı evde yok, Şarköy’e gitmiş alışveriş için. Onunla konuşmak istiyor çocuk. Kendince cezayı kesmiş. Bir balık yerine iki balık aldıracak. Bu konuda dayısının üç kızının yoğun desteği var. Telefon açıyoruz dayısına. Durumu anlatıyoruz. “Tamam!” diyor dayı. “İstersen üç balık alayım.” diyor. Çocuk itiraz ediyor. “İstemem!” diyor sertçe. Hangi renk balık alacağını uzun uzun anlatıyor telefonda. “Farklı renkte balık alırsan kabul etmem.” diyor kararlılıkla. Biz, yatıştırmaya çalışıyoruz çocuğu. “Şarköy, küçük yer; senin istediğin balığı bulamayabilir dayın.” diyoruz. Bizim yatıştırma sözlerimiz işe yaramıyor. “Cezasını çeksin! Bir daha yanlışlık yapmasın! Şarköy’de bulamıyorsa başka yerden alsın gelsin!” demekte ısrarla.
Neyse… Dayı elinde balıklarla geliyor. Atacan uzun uzun balıklara bakıp “Oldu…” diyor. Ardından dişlerinin arasından sinirli bir teşekkür etme sözü işitiliyor. Birlikte balıkları akvaryuma koyuyoruz. Uzun süre bakıyor onlarla. “Niye bakıyorsun?” diye soruyorum. “Eski balıklarla yenilerin uyumuna bakıyorum. Birbirlerine alıştılar mı diye bakıyorum.” diyor. Ben ayrılıp bahçeye geçiyorum. Biraz sonra o geliyor memnun bir gülümsemeyle. “Alıştılar mı?” diye soruyorum. “Alıştılar diyor ve dayısının kızlarıyla oynamaya başlıyor.
Doğada var olan her şey yaşamımızın bir gerçeği. Ölüm de öyle… Çocuklara yalan söylememeli. Onların güvenini yitirmemek için en sert gerçekleri bile uygun bir dille onlara anlatmalı. Bir çocuğun gerçekleri kendi anne ve babasından öğrenmesi kadar güzel ve doğru bir şey yok sanırım.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       9 Eylül 2017





AYRILMAK, BARZANİ’NİN HAKKI MIDIR?


25 Eylül 2017 günü Barzani, Irak’ın kuzeyinin merkezi yönetimden ayrılması için halkoylaması yapacak. Bundan da anlaşılacağı üzere Irak’ın kuzeyinde yeni bir devlet kurulmaya çalışılmakta. Bu devletin adı, İkinci İsrail…
Barzani’nin yapacağı halkoylamasını açıkça destekleyen ülkeler İsrail ve ABD… Desteğin kimlerden geldiğine bakarak kurulmaya çalışılan devletin hangi çıkarlara hizmet edeceği de ortada.
Peki, Irak’ın kuzeyinde kurulmaya çalışılan emperyalizmin uydusu devletçik, hangi ülkelerin çıkarlarına uygun değil? Başta Türkiye, Irak, İran ve Suriye… Sonra bölgedeki tüm ülkeler… Rusya, Lübnan, Mısır, Filistin… Uluslararası alanda büyük sorun böyle bir devletçiğin kurulması… Bu nedenle Türkiye, iktidar ve muhalefetiyle bu oluşumu yaratacak halkoylamasına karşı çıkması gerek. Kendi toprak bütünlüğünü tehlikeye düşürecek bir halk oylamasını görmezden gelmek hatta destek vermek ihanettir.
Türkiye, kuruluşundan bu yana Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savundu. Bu ülkelerdeki parçalanmaların kendisini de etkileyeceğini düşündü. Şimdi kalkıyor Barzani, ABD ve İsrail’in desteğinde üstelik Irak anayasasına aykırı olarak bir halkoylaması düzenleyerek ayrılmak istiyor. Türkiye’yi seven, ülkesinin toprak bütünlüğünden yana olan siyasetçilerin bu oldubittiye susması anlaşılamaz.
Barzanistan’daki halkoylamasına destek bulmak, kamuoyu oluşturmak için Türkiye’de bir komite kuruldu. Bu komite, YCHP genel başkanı Kılıçdaroğlu’nu ziyaret etti. Barzanistan’da yapılacak halkoylaması için destek istedi. Görüşmeden sonra komite üyelerinin yaptığı açıklama ilginçtir. Kılıçdaroğlu’nun kendilerine söylediklerini açıkladılar kamuoyuna. Bugüne dek bu sözlere, Kemal Bey’den herhangi bir yalanlama gelmedi.
“Bütün milletlerin olduğu gibi Güney’in de referanduma gitme hakkıdır. Ama bu karar alınmadan önce içerdeki ve dışardaki tarafların katılımıyla bir konferansa düzenlenmesini isterdik.”  demiş Kılıçdaroğlu komite üyelerine. Bu sözler, yenilir yutulur türden değil.
Kılıçdaroğlu, öncelikle yukarıdaki sözleriyle Kürtlerin ayrı bir millet olduğunu vurgulamakta. Bu ne demektir? Türk Milletinin bütünlüğünü yok saymaktır. “Güney’in de referanduma gitme hakkı vardır.” sözüyle hem kuzeyi hem de güneyi olan bir coğrafi tanım yapılmakta.  Ayrıca “Güney’in de …” sözünde ki “de” bağlacı, “kuzeyin olduğu gibi” anlamı verir. Bu “kuzey” neresidir ey Kılıçdaroğlu? Biz söyleyelim... Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgeleri… Ne demek istediniz bu sözünüzle? Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli yurttaşlarımızın da ayrılmak için halkoylamasına gitmesini mi istiyorsunuz Kemal Bey?
“…içerdeki ve dışardaki tarafların katılımıyla bir konferans düzenlenmesini” istiyorsunuz. “İçerdeki ve dışardaki taraflar” kimler? İkinci İsrail’in kurulması için uluslararası bir konferans mı istemektesiniz? Bu söyledikleriniz bölücü örgütün dili. Türkiye’nin kurucusu olan bir partinin genel başkanına bölücü örgütün dili yakışmaz. Bölücü örgütün isteklerini dile getirmekse hiç uygun olmaz.
Ey Atatürk’ün izinde yürüyen CHP’li kardeşim, Atatürk’ün koltuğunu işgal eden Kılıçdaroğlu’na daha ne kadar tahammül edeceksin? Bölücülerin diliyle konuşan biri, Atatürk’ün koltuğuna yakışıyor mu?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       7 Eylül 2017





AKP’DEKİ FETÖ’CÜLER KİMLER?

                                        
Kamuoyu, AKP’deki FETÖ’cülerin kimler olduğunu merak etmekte. Medyada zaman zaman bu konu gündeme gelmekte. Yurttaşlar, dost meclislerinde bu konuyu tartışmaktalar sık sık. Evet, AKP’deki FETÖ’cüler kimler?
15 Temmuz darbe kalkışmasının olduğu gece AKP’nin bazı önde gelen siyasetçilerinin televizyon konuşmalarında sıra dışı bir telaş, heyecan vardı. Özellikle Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu’nun açıklamaları dikkatlerden kaçmadı. Bu iki siyasetçi, darbe gecesi yaptıkları açıklamalardan sonra uzun süre sessizliğe büründüler. Türkiye, zor dönemeçlerden geçerken geçmişte cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık koltuklarını işgal etmiş politikacılıların susması anlaşılır gibi değil.
6 Ağustos Pazar günü Samsun’da Beşiktaş’la Konyaspor süper kupa maçı oynandı. Bu maçtan önce ve sonra Konyaspor başkanının yaptığı Atatürk karşıtı açıklamalar dikkat çekti. Kamuoyu da haklı olarak bu açıklamalara tepki gösterdi. Bu arada İzmir Marşı’na karşı çıkan Konyaspor Başkanının telefonunda bylock çıktı. Savcılıkta ifade verdikten sonra görevinden ayrıldı başkan. Arkasından kulüp sözcüsünün de bylock’u olduğu anlaşıldı. Bylocvk demek, FETÖ ile ilişki demek…
  İşte, aylardır suskun olan, Türkiye’nin yaşadığı onca sıkıntıya, soruna ses çıkarmayan, görüş açıklamayan Davutoğlu; 15 Temmuz gecesi yaptığı konuşmaya benzer bir açıklamada bulundu.
“Hiç kimse Konya’nın adını tahrif ederek, yazısına başlık atarak birtakım terör örgütünün mekânlarıyla Konya’yı özdeşleştirme çabası içerisine girerek Konya’nın onuruyla oynayamaz.” demekte Davutoğlu. Hazret, sanki Konya’nın tek sahibi. Açıklamada “Konya benden sorulur.” der gibi.
Davutoğlu, konuşmasını “Sapkın ideolojiler, hiçbir zaman Konya’ya girememiştir.” diye sürdürmekte. “Sapkın ideoloji”den kastı, FETÖ…
Dünyada en nefret ettiğim şey, herhangi bir konuda genelleme yapmak. “Şuradan adam çıkmaz. O kentin insanları böyledir.” biçimindeki genellemeler yaşamın, doğanın, diyalektiğin kurallarına ters. Her şey karşıtıyla birlikte vardır. Her ilimizde yaşayan insanların büyük çoğunluğu vatanseverdir. Ancak her ilimizden de tek tük hainler çıkar. Geçmişte de bu böyleydi, bugün de böyle… Konya da diğer illerimiz kadar değerli bir yerdir. Diğer illerimizde olduğu gibi oradan da FETÖ üyesi, sempatizanı kişiler çıkmıştır. Konyaspor Başkanında bylock çıkması yalnızca ilgili kişiyi bağlar, Konyalıları bu konuda yargılamak çok yanlış. Davutoğlu, aklınca tüm Konyalıları arkasına alarak bylockçu başkanı aklamaya çalışmakta.
“Konya’yı hedef alanlar kripto FETÖ’cüler ve 28 Şubat zihniyetinin uzantılarıdır.” demekte Davutoğlu. Eğer hedefin FETÖ ise 28 Şubat’ı neden sokuşturuyorsun araya. Bu anlayış, hedefin saptırılması değil midir? Dikkatleri FETÖ yerine, 28 Şubat’a çekmek kimlere hizmet eder ey Davutoğlu?
Ey Davutoğlu, bu telaş niye? FETÖ’nün etkinliklerinde kaç konuşma yaptın? Bu etkinliklerin kaçında protokol koltuklarında gülümseyerek oturdun? “Stratejik derinlikteki” yol arkadaşların kimlerdi?
Şimdi söyleyelim mi AKP’deki FETÖ’cüleri... Kimler kraldan çok kralcı kesilip havaya yumruk sallıyorsa, durup dururken “Kemalistler, Ergenekoncular, 28 Şubatçılar…” diyerek FETÖ soruşturmalarını saptırıyorsa ve bu yolla FETÖ’cü teröristleri koruyorsa AKP’deki FETÖ’cüler onlardır. Bakın AKP’li bazı kişilere, yandaş medyadaki köşeyazıcılarına, kimi ekran bülbüllerine görürsünüz kripto FETÖ’cüleri. Onlar, açıkça “Biz buradayız.” demekteler. Onlarla ilgilenmekte savcıların ve AKP yönetiminin işi…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       3 Eylül 2017