PKK KÜRT DOSTU MU?

                                               

PKK,   ortaya çıktı çıkalı Kürtlerin haklarını savunduğunu söyledi hep. Ancak yaptığı birçok eylemle Kürtlere zarar verdi. PKK’nın öldürdüğü Kürt sayısı; asker, polis ve öğretmen sayısından belki de fazladır.

Bu yazıda PKK’nın geçmişini irdeleme amacında değiliz. Çok güncel ve gündemde olan iki olaydan söz edeceğiz.

IŞİD, Irak ve Suriye Kürtlerinin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri hızla ele geçirmekte. Suriye’de Ayn El Arap (Türk basınının ve birçok siyasetçinin Suriye’deki yerleşim yerlerinin resmi adlarını kullanmamalarını ayrıştırıcı, bölücü emperyalist politikalara bir hizmet olarak görmekteyim. Bu nedenle yazılarımda ülkelerin yasalarında yer alan resmi adları kullanarak, o ülkelerin birliğine saygı gösterdiğimi düşünmekteyim. )  kuşatma altında. Bu kent, daha çok Kürtlerin yaşadığı bir yer. Burada yaşayan Türkmenlerin ne olduğuyla ilgili ne yazık ki bilgi yok. Gerek iktidarın, gerek muhalefetin, gerekse basının Irak ve Suriye’deki Türkmenlere duyarsızlığı anlaşılır gibi değil.

IŞİD, daha önce Ayn El Arap kentinin çevre köylerini ele geçirdi ve buralarda yaşayan halk, can havliyle Türkiye’ye kaçtı. Onları, sınırda Mehmetçik karşıladı. Susayana su, acıkana ekmek verdi. Bebeklere mamalar hazırlandı çabucak. Yürüyemeyen hasta, yaşlı ve yorgunları koltuklayıp güvenli alanlara getirdi Mehmetçik. Yayan yapıldak yollara düşenlerin ellerinde ve sırtlarında taşıdıkları yükleri Mehmetçik sırtladı. Ne de olsa gelenler konuktu. Zordaydılar, darda kalmışlardı. Yüz yıllardır bu topraklar kovulan, sürülen kişilere kucak açmıştı.

Bir yandan çadırlar kuruldu. Çorbalar kaynatıldı. Seyyar hastaneler işe koyuldu. Sayrı olanlar,  ivedilikle otandı.

Mehmetçik, Suriye’den canını kurtarmak için Türkiye’ye sığınan Kürt kardeşlerine yardım için ter dökerken PKK yandaşları çıkıverdi ortaya. Amaçları üzüm yemek olmayan, her fırsatta bağcıyı dövmek için fırsat kollayan bölücü örgüt militanları taşlarla saldırdı Mehmetçik’e. Ne yazık ki bu aymazların içinde TBMM üyesi olan, ancak hiçbir zaman milletin vekili olamayan biri de vardı. Kendilerini ve Suriyeli Kürtleri koruyan Mehmetçik’e saldırarak acaba kime hizmet etti? Taşçı Tuğluk, bu davranışıyla Suriye’den kaçan Kürtlere zarar verdiğinin farkında mı acaba?

Gelelim, ikinci önemli konuya...

HDP yöneticileri her fırsatta Türkiye’nin PYD’ye yardım etmesi ve Ayn El Arap’ın IŞİD’in eline geçmemesi gerektiğini söylemekteler. PKK, Kürt davasının bir örgütüyse Kandil’de militanlarını semirtmek yerine neden koşmuyor soydaşlarının imdadına? Yıllarca Türk Ordusu ve halkına doğrulttukları namluları niye IŞİD’e doğrultmuyorlar?

PKK,  gerçekten Kürtlerin esenliği için varsa saniye geçirmeden koşmalı Suriye’ye. Hem de Barzani’nin peşmergelerini de almalı yanına. Öyle emperyalistlere sırtını dayayarak atıp tutmakla olmuyor bu işler. ABD uçaklarının bombalamasıyla yiğitlik olmaz. Emperyalizmin kucağında şaşkına dönmüş AKP’ye, her gün tehditler savurmakla Kürtlerin hakkı savunulmaz.

Yukarıdaki iki önemli olay göstermektedir ki PKK, Kürtlerin haklarını korumak için değil; Türkiye’yi bölmek için vardır. Bunun içindir ki yalnızca Türkiye’ye kurşun sıkar, masum Kürtleri uykudayken öldürür bölücü örgüt. Bitlis’te polise karşı kullandığın roketatarları neden IŞİD’e karşı kullanmıyorsun? Türkiye’de sakladığınız silahları gönderin Suriye’ye.

PKK son davranışlarıyla bir kez daha Kürtlerin dostu olmadığını gösterdi. Amaçları, Türkiye halkını parçalamak, düşmanlaştırmaktır. Böylece de küresel güçlere hizmet etmektir.
                                                          
                                        Adil Hacıömeroğlu
                                        27 Eylül 2014


REHİNELERİ KİM KURTARDI?


Musul Başkonsolosluğunda, zamanın Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun gafleti yüzünden IŞİD’in rehin aldığı konsolosluk çalışanları nihayet kurtuldu. Kurtuldu da nasıl?

Öncelikle şunu söylemeliyim ki konsolosluk çalışanlarının rehin alınması konusunda ihmalleri yüzünden o günün hükümeti ve dışişleri bakanı hesap vermelidir. Burnunun dibindeki tehlikeyi görmeyen yöneticilerin sorumlu orunlarda bulunması talihsizliktir.

RTE ve Davutoğlu, ABD’nin IŞİD’e karşı ortak askeri harekât düzenleme isteklerine, rehineleri gerekçe göstererek katılamayacaklarını yarım ağızla söylediler hep. ABD Dışişleri Bakanı da rehine sorununun halledileceğinin ipucunu verdi. Çok geçmeden de rehineler kurtuldu.

Tabi, rehineler kurtulur da AKP durur mu? Bu konuda kahramanlık destanları yazdılar. RTE ve Davutoğlu ikilisi kendi yarattıkları masallara inanıp o kadar heyecanlandılar ki farklı dil kullandıklarını bile anlamadılar. Davutoğlu “görüşmeler sonunda, RTE ise “operasyonla” rehinelerin kurtulduklarını söylediler. Yandaş basının ise gaza basmaktan frenleri patladı. AKP’liler bir söyledilerse onlar bin anlattılar sahte kahramanlık masallarını.

AKP yöneticilerinin kendi hataları yüzünden rehin alınanlarla ilgili kazanç elde etmek istemeleri ilginçtir. Ancak rehinelerden bazılarının basına yaptıkları açıklamalar, sahte kahramanlık balonlarını yatsı olmadan söndürüverdi. Rehineler, sınırda dört saat bekledikten sonra MİT görevlileri tarafından alındıklarını söylediler. Tabi, bu sözler hem RTE’nin hem de Davutoğlu’nun sözde diplomasi başarılarını yerle bir etti.

O zaman kim kurtardı rehineleri? Kerry’nin bu konuda ipucu verdiğini söylemiştik. Rehinelerin kurtulmasında ABD’nin parmağının olmadığı söylenemez. Bu da demektir ki, ABD ile IŞİD arasında bağlar kopup ilişkiler son bulmamış.

IŞİD’in elinde bulunan konsolosluk çalışanları kendileri için bir kozdu. Türkiye’yi durduran bir koz. Türkiye’nin, ABD öncülüğündeki bir askeri harekâta katılmasını engelleyici bir olanaktan niçin vazgeçsin IŞİD? O zaman şunu diyebiliriz ki IŞİD, ABD planlarının uygulanması için bir piyon dur.

Rehine sorunu, herkesi memnun edecek bir biçimde çözümlendi. Peki, IŞİD’ in bu işten kazancı nedir?

ABD ve müttefiklerince düzenlenecek saldırlar, IŞİD’ i yok etmek amacında değil. Bu nedenle IŞİD militanlarının sıkıştıkları anda, yani işgal ettikleri topraklardan sökülüp atıldıklarında sığınacakları bir yer olmalı. Burası da Türkiye’dir. İşte, pazarlıklar bunun içindi. Olasıdır ki hem ABD hem de Türkiye yetkilileri terör örgütüne garanti verdiler. Türkiye’nin IŞİD militanlarını kabulü için anlaşmaya varılmış olabilir. 

IŞİD militanlarının çoğu birçok yerde ABD çıkarları uğruna savaştılar. Şu anda da savaşmayı sürdürmekteler. ABD ve müttefikleri onların toptan imhasına yanaşmaz. Çünkü onları süreceği yeni cepheler var. Diğer yerlerde olduğu gibi IŞİD’çiler buradaki görevlerini bitirmek üzereler. Bunun için de yeni görevler için yedeklenmeleri gerek.

Kendi ulusal ve bölgesel çıkarlarını korumaktan aciz yöneticiler bulunduğu sürece bu topraklarda IŞİD ve benzeri örgütler eksik olmaz. Emperyalizmin değil, kendi halklarının hesabına çalışacak siyasetçiler gerek. O zaman Ortaçağ kafalı terör örgütlerinden kurtulur insanlık.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           26 Eylül 2014


ÖRTÜLDÜYSE EVLENEBİLİR


Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okul öğrencilerinin kılık kıyafetlerine dair yönetmeliğin 4.maddesinin 1.fıkrasının e bendinde yer alan “baş açık” ibaresi kaldırıldı AKP hükümetince. Bu yönetmelik; okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise öğrencilerini kapsadığından tüm okullardaki öğrenciler istedikleri kıyafetlerle okula gidebilecekler.
           
         Bakan Avcı, bu yönetmelik değişikliğinin yalnızca lise ve ortaokul öğrencilerini kapsadığını söylese de bu konuda yönetmeliğin amaç ve kapsam bölümünde her hangi bir değişikliğe gidilmedi. Bu nedenle anaokulundan itibaren her kız ya da erkek öğrenci istediği başörtüsünü ya da başlığı takabilir. Çünkü yönetmeliğin ilgili bölümü yalnızca kızları değil, erkek öğrencileri de kapsamakta.

Erkek öğrenciler için de “baş açık” okula gitme zorunluluğu ortadan kalkmış oldu bu değişikliklerle. İsteyen erkek öğrenciler takke, külah, fes, şapka, sarık gibi başlıklarla sınıflarına gidebilirler. Erkek öğrenciler de inanç özgürlüğünü öne sürerek rengârenk ve değişik biçimlerdeki tarikat, cemaat, mezhep ya da dini simgeleyen başlıklarla sınıflardaki yerlerini alabilirler.

Geçen yıllarda tek tip giyinme zorunluluğu, okullardan kaldırıldığı için kız öğrenciler anasınıfından başlayarak pardösü, çarşaf, yöresel kıyafetler, kişinin yaşına uygun olmayan giysilerle okula gidebilirler. Bunun önüne de geçilemez. Çünkü bir şeyi inanca göre düzenlerseniz, bunun sınırları belli olmaz. Herkes kendisine göre bir inanç düzeni tutturmakta. Hatta bazı gelenekler, olumsuz tutumlara dinsel gerekçeler, dayanaklar bulma alışkanlığı da gelişmiş durumda.

Öğrencilerin serbest kıyafetlerle ve başlıklarla okula gitmesi sağlık açısından bazı zorlukları da getirecek. Temizlik konusunda güçlükler ortaya çıkacak. Okul tuvaletleri ve öğrencilerin kullandıkları ortak alanlar hızlı kirlenen yerler. Zaten toplumun bir bölümünde genel tuvaletleri kullanma alışkanlığı ne yazık ki gelişmemiş. Bu durumda öğrencilerin kıyafetlerinin nasıl zorluklar çıkaracağını düşünmek gerek.

Çocuk ve gençleri bedenen en hareketli dönemlerinde, onları kıyafetlerle baskılamak birtakım olumsuzlukları ortaya çıkaracak. Kıyafetler yaşa, döneme, iklime, yapılan işe uygun olmalı. İşi kolaylaştırıcı nitelikler bulunmalı giyimde.

Peki, kızların örtünmesi neden istenir? Kızların saçları bir cinsel nesne olarak görülmekte. Kadın saçının, erkeklerde cinsel uyarıya neden olduğu düşünülmekte. Bu nedenle özellikle ergenliğe girmiş her kız çocuğunun örtünmesi istenir. Ancak MEB, bu yönetmelik değişikliğiyle tüm kızların örtünmesini istemekte.

Hey, kendinize gelin! Akılları başlara devşirme zamanıdır. Küçücük kızları cinsel nesne olarak gören kafa, sağlıklı bir durumda değildir. Küçücük kızları tahrik unsuru gören böyle bir zihniyetle çağdaşlaşmak, bilim ve sanatta ilerlemek, sağlıklı bir toplum oluşturmak olanaklı mıdır? Her şeyden önemlisi, toplumun yarısını oluşturan kadınları, erkekleri tahrik etmekten başka bir işe yaramaz olarak görmek hem büyük bir haksızlık hem de çağ dışılıktır.

Nedense kendine erkek diyen bazı kişiler, her dişiden tahrik olmaktalar. Bu nasıl iştir? Bir tutam saç görünce kendini arenadaki boğa sanan bir zihniyet erkeklere yakışan mıdır? Akıl, yürek, vicdan nerede? Basiret nerede? Erkekliğin verdiği babacanlık, vakar nerede?

Dokuz, on yaşındaki kızları cinsel nesne ve tahrik unsuru görmek, onların cinsel olgunluğa eriştiğini düşünmektir. Bu da onların evlenme çağına geldiklerini söylemektir. Çıkın ortaya mertçe, açıkça söyleyin! İlkokuldan sonra kız çocuklarının okutulmasını istemediğinizi... Çıkın, söyleyin bu kızların evlilik çağlarının geldiğini...

Zaten Münafık Kardeşler değil miydi Mısır’da minicik kızlara nikâh kıymak isteyenler. Hani sizin yere, göğe sığdıramadığınız Mursi’nin düzeninde dokuz yaşındaki kızların evlendirilmesi için fetvaların verildiğini unuttuk mu sanıyorsunuz?

AKP iktidarını nasıl bir toplumsal düzen kurmak istediğini, düşüncedaşlarına bakarak anlayabiliriz. Mursi önderliğindeki Münafık Kardeşlerin Mısır’da yaptıklarını unutmamalı. IŞİD’in toplumsal yaşamı nasıl düzenlemek istediğini akıldan çıkarmamalı. 21.Yüzyılda köle pazarları kurarak kadınları, oralarda satanların yol arkadaşlarının onlardan farklı düşündüklerini sanmak saflıktır.

Ey Tayyip Erdoğan, BM Genel Kurulunda konuşmaya başladığınızda sıraların neden boşaldığını düşündün mü? Niye boş salonun duvarlarına konuştuğunun farkında mısın?

Ey türbanın üzerindeki yasağı kaldırdığını söyleyerek övünen Dersimli Kemal! Anaokullarından itibaren tüm okullarda türban yasağı kalktı, mutlu musun?

Çocuk gelinler artınca mutluluğunuz artacak mı Ey Erdoğan, Ey Kılıçdaroğlu, Ey Bahçeli!

Türkiye, bir kör karanlığın uçurumundan yuvarlanmaktayken mutlu musunuz ulusun iradesini, türbana sarıp sarmalayıp yok eden vekiller?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           25 Eylül 2014




KÖŞEYE SIKIŞAN SALDIRGAN


RTE, Köşk’e çıktı çıkmasına, ama çıktığına bin pişman. Başbakanlık döneminde olduğu gibi alanlarda konuşamıyor, canı sıkıldıkça uyduruk toplantılarda muhalefete saydıramıyor, parti grubunda Atatürk ve İnönü dönemi CHP’sine iftiralar da atamıyor.

RTE, Katar’a gitti. Katar Emiri’nin ayağında terlik... Karşılama uğurlamadaki ciddiyetsizlik buradan belli. Neden böyle? Çünkü parasına gereksinim duyuyorsun, o da bunun farkında. Hatta yandaş bir işadamının bir televizyonla gazeteyi alması için aracı olup para istemişsin terlikli kişiden. Parayı o vermiş, sen de Suriyeli teröristleri beslemişsin ülkende. Anlaşılacağı üzere parayı veren düdüğü çalıyor. Terlik de giyer, tokyo da... İstersen itiraz et!

Müslüman Kardeşler (İhvan) örgütü yöneticileri Mısır adaletinden kaçıp Katar’a sığınmışlar. Mısır’sız Arap birliği de olmaz, Ortadoğu da. Arap dünyasının belkemiği Mısır. Dünkü devlet olmayan devlet bunun farkında. Mısır’la arayı düzeltmek istiyor. Bunun yolu, İhvan yöneticilerini sınır dışı etmekten geçmekte. Eee, İhvancılar Katar’ın müttefiki. Onları Mısır’a gönderemez. Ne yapacak? Türkiye geliyor akıllarına. RTE, hemen kabul ediyor bu öneriyi. Zaten yöneticilerin bir kaçı çoktan Türkiye’ye gelmiş bile.

Ah para, ah! Nelere kadirsin... Katar dediğin yer, haritada zor gösterilir. ABD’nin kara gemisi... ABD çekilse oradan üç gün ayakta duramayacak bir devletçik. Belayı sana satıyor, sesin bile çıkmıyor karşısında. Adam, bir de iskarpin mi giyecek karşında. Dua et, başka türlü de karşılayabilirdi seni...

Ufacık Katar, Mısır’la iyi ilişki kurmayı düşünüyor, sen hala düşmanlık peşindesin.

Katar dönüşü uçakta, bir ABD gazetesinin IŞİD’e militan katılımı konusunda yazdıklarıyla ilgili “Bu hafif tabiriyle edepsizliktir, alçaklıktır, adiliktir.” demekte köşeye sıkışan siyasetçi. Bu sözleri birkaç kez daha yineliyor. En hafif tabir... Öyle mi? Ağır olsaydı ne diyecektin? Ana avrat mı küfredecektin? Vay be! Ağzından çıkan sözlerin ne kadar ağır bir küfür olduğunun farkında bile değil hazret. Demek ki bu sözler onun için olağan.
            
          Kuveytliler, Ankara’nın göbeğinde havacı binbaşıya meydan dayağı atıyor. Sesi çıkmıyor köşeye sıkışan kişinin. “En hafif tabiriyle....” saydırmıyor.
            
           Kuveyt Büyükelçisi baştan kestirip atıyor. Dayakçı elçilik çalışanlarına bir şey yaparsanız, tabi ne olacaksa hukuk içinde olur, işadamlarımız yatırımı keser. Para konuşuyor para. Ufacık ülke sana ayar veriyor parasıyla sen suspussun. El âleme avuç açarsan üç kuruş için olacağı bu. Adamı şamar oğlanına döndürürler.
            
         NATO’nun IŞİD’e yapacağı operasyon konusunda önce Cidde’de “Hayır!” diyorsun. Üç gün sonra ne oldu da Paris toplantısında “Evet!” dedin? Bu, bir köşeye sıkışmışlığın belirtisi. Köşeye sıkıştıkça da saldırganlaşıyor hazret. Karşısına kim çıkarsa haşlıyor. Ama bir farkla... Bu haşlama işini, yurtiçinde yapıyor.
            
          TÜSİAD toplantısında, yine zehir zemberek konuştu. Biçemi saldırgan mı saldırgan. Vurdukça vuruyor... Anlı şanlı işadamları süt dökmüş kedi gibi dinlemekteler. Saldırdıkça frenleri boşalıyor hazretin. Gelip Gezi kayasına tosluyor. Haziran Direnişini yine karalama peşinde. Belki de yüz kez yinelediği sözleri söylemekten bıkmıyor. Ne yapsın? NATO bir yandan sıkıştırıyor üç günde karar değiştiriyor. Katar ve Kuveyt gibi aile devletçiklerine bile söz geçiremiyor. Hıncını Gezicilerden almaya çalışıyor. Tabi bir de işadamlarından... Yurttaş da görünce aslan sanacak.
           
           RTE’nin bu saldırgan konuşmaları, köşeye sıkışmışlıktan kaynaklanmakta. İktidarını korumak için her türlü ödünü verebilecek bir ruh sağlığı içinde. Muhalefet, kış olmadan derin uykuda. Gezicileri bu kadar diline doladığına göre çok korkmuş, çok... Demek ki onun iktidarının sonunu da halk getirecek. Yani geziciler...
                                                                       Adil Hacıömeroğlu               
                                                                       19 Eylül 2014





KÜRT KORİDORU ADIM ADIM AÇILIYOR


IŞİD, silahlandırılarak önce Suriye’ye, sonra da Irak’a salındı. Musul’u IŞİD alırken Kerkük de Kürtçü aşiretlerin eline geçti.

Ne hikmetse IŞİD, güneye, Bağdat’a gitmedi de birden kuzeye yöneldi. Peşmerge ve PKK ile karşı karşıya kaldı. Kuzeye giderken Türkmen kentleri, kasabaları, köyleri yerle bir edildi. Türkmenler öldürüldü, topraklarından sürüldüler. Günlerce gidecek yer bulamadılar. Türkiye’ye yalvardılar. Kapılar duvar oldu. Türkmenlerin çoğu zorlu bir yolculukla yayan yapıldak Irak’ın güneyine gittiler. Onları ne gören oldu ne de arayıp soran... Televizyonlar sustu, gazeteler yazmadı, siyasetçiler sırtını döndü.

IŞİD, Türkmenlerden sonra Yezidilere saldırdı. Türkiye büyük bir âlicenaplıkla (?) Yezidilere kapıları açtı. Televizyon kameraları koştular sınır bölgelerine. Bazıları koşmadı, çünkü zaten orada bekliyorlardı. Yezidilerin yaşadıkları acıklı öyküler peş peşe yayımlandı. Tüm Türkiye’nin ve dünyanın ilgisi çekilmeye çalışıldı. Türkiye’ye sığınan Yezidi sayısı beş yüzü bile bulmuyordu oysaki.

Tabi, şunu öncelikle belirtelim yaşanan acı kişi sayısına göre ölçülmez. Düşenin elinden tutmak insanlık görevi. Yardım isteyenin inancına, etnik kökenine, cinsiyetine, düşüncesine bakılmaz. Ancak Yezidilerin belki de yüz katından çok olan Türkmenlere kapıların neden açılmadığını sormak da hakkımız. Türkmenlerin de insanlık ailesinin üyesi olduğu unutulmamalı. Onların acısını yüreğinde duyumsayamayan siyasetçi, gazeteci, televizyoncuların, sözde aydınların bu duyarsızlığına isyan etmek de her insanın görevi.

Bugün Suriye’nin kuzeyinden Kürt kökenli kişiler sınırlarımızdan içeri girdi. Gelen kişilerin perişanlığı yürekleri burkmakta. Ancak onları perişan edenleri de bilmek gerek.

IŞİD’i Ortadoğu’nun başına bela eden kim? ABD ve AKP... Suriye’de durup dururken iç savaş çıkaran kim? ABD ve AKP... Irak’ı parçalayan kim? ABD... O zaman Türkmen, Yezidi, Kürt, Arap... tüm bu insanları evinden yurdundan söküp atarak yollara düşüren, perişan eden kim? ABD ve işbirlikçileri... Şimdi kalkmışlar, iyilik meleği kesiliyorlar. Hem insanları perişan et, aç bırak, ölümün tuzağına düşür; sonrasında kalk, o insanlara yardım ediyorum diye ortalıkta caka sat. Kirli ellerini, böyle temizleyeceğini mi sanıyorsun? Taşlaşmış yüreğini, iyilik yapıyor görünerek yumuşatmayı mı düşünüyorsun?

ABD yazıyor, bölgedeki piyonlar oynuyor. ABD, Kürt koridorunu açmak için planlar kuruyor. IŞİD, koridorun açılması için yüklenmekte. Ortadoğu’nun kötü polisi IŞİD, günah keçisi olmak için rolünü iyi oynamakta. Kimse sormuyor: “Bu örgütün parası, silahı, yiyeceği, içeceği, militanların aylıkları nereden geliyor?” diye. Bunca militan kuş olup mu uçuyor o topraklara? Sormazsan, sorgulamazsan ABD planına hizmet edersin. Ama biraz kafanı kaldırıp sağa sola bakarsan görürsün oynanan emperyalist oyunun kepazeliğini.

Bütün çaba, Barzanistan’ın Akdeniz’le buluşması için. ABD, AKP, İsrail, IŞİD, Suudi Arabistan; Katar, PKK... Birleşmişler şer cephesinde kürt koridorunu adım adım inşa etmekteler.

Yarın, öbür gün ABD ve piyonları ortaya çıkacaklar koro halinde bağıracaklar. Suriye ve Irak’ın kuzeyinde güvenlikli bölge(?) oluşturalım, diye. Elbirliğiyle önce propagandayla beyinler yıkanacak. İnsanlık dramı öyküleri kurgulanacak. Ardından askeri görevler paylaştırılacak ve güvenli bölge(?) oluşturulurken yeni güvensizlikler yaratılacak. Yine olan suçsuz, günahsız insanlara olacak. Niye mi? ABD ve küresel sermaye daha çok dolar kazansın diye bütün bu kan ve gözyaşı.

Peki, piyonlar ne kazanacak? Kendi halklarına, ülkelerine ihanet payesi...
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           19 Eylül 2014

OKULLAR AÇILDI

                                               
Dün okullar açıldı. 2014-1015 Eğitim, Öğretim Yılının ilk zili çaldı.

Her başlangıç bir umut... Ne yazık ki öğrencilerin birçoğu umudunu yitirmiş durumda...

Velilerin çoğu kaygılı... Çocuğunun nasıl bir eğitim göreceğine karar verememenin çaresizliği var velilerde.

Dersler, çağdaş bilimler doğrultusunda yapılmamakta... Dinsel eğitim, neredeyse tüm eğitim aşamalarına egemen olmuş.

Resim, müzik ve beden eğitimi gibi yetenek dersleri çoktan unutulmuş. Yetenekli olmak suç sanki...

Okullardan çocuk ve genç seslerinin doğallığında güzelim ezgilerin coşkunca söylenişi işitilmeyecek artık.

Yıl sonunda her sınıfın gururla düzenlediği resim sergilerini büyüklerinden dinleyecek çocuklarımız ve de gençlerimiz.

Okul bahçelerinde jimnastik çalışmaları tarihe karışacak. “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur. (Atatürk)” özdeyişinin yazılı olduğu duvarların önünden gururla yürüyüp koşamayacak öğrenciler.

Okullarımızda mescitler açık olacak; ama kitaplıklar, laboratuarlar hep kapalı olacak.

Yıllardır bilinçli bir biçimde öğretmenlik meslek olmaktan çıkarılmakta. Herkesin yapabileceği bir iş durumuna getirilmekte en kutsal meslek.

Popülist politikalarla okulların da öğretmenlerin de saygınlığı her geçen gün azaltılmakta.

Hangi okulun ne zaman, ne olacağı belli olmadığından ne yazık ki üç kuşağın eğitim gördüğü eğitim yuvalarımız yok artık. Dedenin torununa, annenin kızına göstereceği okullar ortadan kaybolmuş.

Eğer iktidar yanlısı sarı sendikanın üyesiysen her türlü oruna oturabilirsin. Rüzgâra göre yön, mevsime göre renk, iktidara göre görüş değiştiren kimi öğretmen görünümlü kişiler, koşmaktalar iktidarın sendikasına uçarcasına, meslek ve insanlık erdemlerini hiçe sayarak. Örnek öğretmenler azalmakta gün geçtikçe.

Bu yıl “Andımız” okunmadığından okullar öksüz, bayraklar üzgün.

Öğretim yılı başlarken PKK üç okul açıyor kendince eğitim yapmak için. Üç tane de okul yakıyor bölücü örgüt ülkemizin cennet köşelerinde. Kimi okulların bayrakları indirilmekte hunharca. Kimisinin bahçesindeki Atatürk büstleri kırılmakta hain ellerce. Aydınlık ışığı aydınlatmasın istenmekte yurdu dört bir yanını.

Atatürk şaşkınlıkla süzmekte sınıfları mavi bakışlarıyla. “Bu sınıflar benim Türkiye’min okullarında mı bulunmakta acaba?” demekte. Okula yeni başlayan minicik birinci sınıf çocuklarının ilk günden yaramazlık yaptılar diye rehberlik servisine gönderilmesine içerlemekte acı acı gülümseyerek.

Daha hangi okula gideceği belli olmayan liseliler, düş kırıklığında. Zoraki evlilik gibi imam hatip yolcusu olacaklar. Atalarımız: “Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş.” demişler. Ülkülerinin en yüksek olduğu bir dönemde, iktidarın Ortaçağ duvarına toslamaktalar acımasızca pırıl pırıl gençler. Analar ağlamakta, babalar isyandalar... Ama ne çare?

“Eğitim öğretim yılı hayırlı olsun.” diyeceğim, ama olacak gibi değil. Hayırsızların elinde, hayırlı iş olur mu?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           16 Eylül 2014


CUMHURİYET, 12 EYLÜL’DE YIKILDI

                                   
24 Ocak kararlarını, iyice anlamadan 12 Eylül darbesi kavranamaz.

ABD’nin darbedeki rolü bilinmeden 12 Eylül’ün Türkiye’de neleri değiştirmek istediği de bilinemez.

Hele Cumhuriyet’in antiemperyalist özü kavranmadan 12 Eylül hakkında çözümlemeler yapmak temelsiz yapı gibidir.

“12 Eylül darbesini devlet yaptı.” diyerek ve bu sözü de işkence, idam öyküleriyle süsleyerek darbenin nereden geldiği anlaşılamaz.

12 Eylül darbesi, 1919 ruhunun, Cumhuriyet kazanımlarının, çağdaş edinimlerin, sosyal hakların, özgür birey oluşumunun, temiz ahlakın, dayanışmanın, yardımlaşmanın, ulusal değerlerin, kendi gücüne dayanarak kalkınmanın, yurtseverliğin, halkın çıkarlarını kişisel çıkarlardan üstün tutma anlayışının toplumdan kazınması amacına yöneliktir. Kısacası, Türk toplumunu topyekûn değiştirmek için 12 Eylül darbesi yapıldı.

12 Eylül’le Türkiye’nin siyasal, sosyal, ahlaksal, kültürel, bilimsel alanlarında önemli değişiklikler oldu. İnsanların bellekleri, düşünceleri değiştirildi. Bu darbe, en önemli değişimi insanların beyninde yaptı. 12 Eylül’den sonra kişilerin beyni farklı çalışır oldu. Algılar değişti. Toplum bazı odaklar ve iletişim organlarıyla uzaktan kumandalı bir biçimde yönlendirilmeye, yönetilmeye başlandı.

Peki, neden Türk toplumunu belli odaklardan yönetme ve yönlendirme gereksinimi duyuldu?

Türkiye, emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını veren ülkeydi. Yani, antiemperyalizmin bayraktarıydı. Üstelik bir de buna bağlı olarak büyük bir çağdaşlaşma devriminin öncüsü oldu. Bu durum ezilen halklar için hem güzel bir örnek oluşturmakta hem de onlara yol gösterici olmaktaydı. İşin en ilgi çekici gelişmesi de Türkiye’de sol yükselmekteydi. Hem de “Kahrolsun Amerika! Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye!” diyen sol. Dünya emperyalizmi için yaşamsal konumdaydı Türkiye. Çünkü enerji kaynaklarının orta yerindeydi. Bu nedenle Türkiye’deki antiemperyalist yükseliş sona erdirilmeliydi.

12 Eylül darbesinin toplumsal, siyasal, ekonomik amaçları 24 Ocak kararlarıyla aylar öncesinden açıklanmıştı. Örgütsüz, savunmasız, dayanışmasız, özgür bireysiz, örgütsüz, hakkını aramayan kişilerden oluşan bir toplumun yaratılmak istendiği 24 Ocak kararlarında belirtilmişti. Bu kararların mimarı Turgut Özal’dı. Bu nedenle 12 Eylül darbesinin siyasal lideri Özal’dır. Bu öncülüğünü, ilk darbe hükümetinde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak sürdürdü.

Darbeden sonra Türkiye’nin siyasal anlayışı değişerek yeniden biçimlendi. İdeoloji, ikinci plana itildi. Çıkar kümelerinin toplandığı siyasal oluşumlar gündeme geldi. Bu da “İdeolojiler yok oldu.” sloganıyla yapıldı. Siyasal amaç; günlük, basit, kişisel çıkarları öne alan siyaset anlayışını öne çıkarmaktı. Bu doğrultuda ANAP’ın örgütlenmesi ilginçtir. O günlerde kurulan partilerin neredeyse hepsinin içinde ANAP anlayışını (Özalizm) görmek olasıydı.

Toplumun siyasal açıdan dinamik kesimleri ya hapishanedeydi ya da yasaklıydı. Bu nedenle siyaset alanında yaşamları boyunca etliye sütlüye karışmamış, siyasal kültürü zayıf, halk için siyaset yapma anlayışından uzak kişiler boy gösterdi. Tolumun asıl sorunları ötelendi, görmezden gelindi. Bunun yerine kişisel çıkarların nasıl sağlanacağı getirildi. Bir yandan da mafya palazlandırıldı. Antiemperyalizm yerine, yeni siyasetçi tipinde ABD ve AB hayranlık baş gösterdi yeni siyasetçi tipinde.

Yoksulların haklarını savunan siyasetçiler neredeyse yok gibiydi. Oysa varsıllığı kutsayanlar pıtrak gibi her yerdeydi. Darbe partilerinden olan ve CHP’nin kalıtı üzerine oturan SHP bile günün modasına uymuştu. Sınıf savaşımında uzak; etnik ayrımcılığı önemseyen, mezhep farklılığına dayanan politikaları oturttu gündemine. Parti örgütlenmesinde bile bu ayrımcılığı görmek olanaklıydı. SHP, içinde yer aldığı hükümetler de tıpkı ANAP gibi liberal politikalar uyguladı. Darbeden sonra gelen tüm hükümetlerin neoliberalizmi temel almaları, 12 Eylül’ün amacına ulaştığının göstergesi sayılmalı.

Toplumun ahlaki kodları değiştirildi. Nasıl olursa olsun para kazanmak toplumsal amaç olarak ortaya kondu. Paranın kirlisine, temizine bakılmadı. Türedi, görgüsüz varsıllar ortalıkta boy göstermeye başladı. Bunların öncülüğünü kimi ANAP’lı siyasetçilerin yapması ilgi çekicidir. Siyasete girmek, keseyi doldurmakla eşdeğer tutuldu.

Toplumun yüzyıllara dayalı ahlak anlayışı tersyüz edildi. Tüm toplumun çıkarlarını gözeten, toplumun ezilmekte olan kesimlerini gözeten Cumhuriyet ahlakı yerine; liberallerin “Kır şişeyi, dön köşeyi!” anlayışı egemen kılındı. “Altta kalanın canı çıksın!” düşüncesi, darbe ürünü yeni siyasetçinin şiarı oldu. Siyaset; ezilenlerin haklarını aramak için değil, güçlüyü daha da güçlendirmek için yapılır oldu.

Hak aramak, hukuka uygun davranmak, toplumsal erdemleri savunmak, sömürüye ve emperyalizme karşı çıkmak düzen partilerinin gündeminden çıktı. Bunları savunanlar ise çağa uymamakla suçlanıp dışlandılar.

Cumhuriyet kurumları bir bir elden çıkarıldı. Halkın en yoksul günlerinde bin bir emekle oluşturduğu KİT’ler haraç mezat satıldı. Halkın emeği çarçur edildi. Cumhuriyet kurumları yıkılırken Türkiye gittikçe dışa bağımlı duruma getirildi.

Yerli malı değersiz, yabancı ürünler moda oldu.

Türk köylüsünün emeği, tarlada kaldı. Köylü, efendi olmaktan çıkarılarak kentin yoksul mahallerinde bir dilim ekmeğe muhtaç duruma getirildi. Toprak çoraklaştı. Köyler, yazgısına terk edildi.

Yerli sanayinin baltalanmasıyla ülke, yabancı tekellerin insafına terk edildi.

Para pul oldu. Bir ülkenin bağımsızlığının en önemli simgelerinden olan ulusal para, enflasyonun dişlileri arasında dolar saltanatına yem edildi.

Bilim; safsataya, hurafeye, dogmatizme, lümpenliğe kurban edildi. Üniversiteler, özgürce bilimin yapıldığı yerler olmaktan çıkarıldı. Yapay sorunların tartışmaları içinde üniversiteler, asıl işlerinden uzaklaştırıldı.

Meslek erbabı olmak bir kenara itildi. Alanında uzmanlaşmak, değersizleştirildi. Uyanıklık, iş yaşamında yükselmenin en önemli göstergesi oldu. Toplum, giderek mesleksizleştirildi. Bir işi yapmak için bilgi, birikim, deneyim göz ardı edildi.

“12 Eylül darbesini devlet yaptı.” düşüncesi, özellikle dış odaklarla onların işbirlikçileri tarafından topluma benimsetildi. Eğer devlet yaptıysa bu devlet düşmandır, algısı yerleştirildi toplum kesimine. Bu nedenle muhalif olmak demek, devletle savaşmaktır; düşüncesi egemen kılındı. Bu algının yaratılmasındaki amaç, Cumhuriyet’i yıkmaktı. Ne yazık ki burada Cumhuriyet saflarında olması gerekenler de bu oyuna gelerek emperyalizme hizmet ettiler. Toplum, bölünebileceği kadar bölündü. Her şeyin sorumlusu ve suçlusu olarak laik Cumhuriyet gösterildi. O halde hesap verip yıkılmalıydı devlet.

Oysa 12 Eylül darbesini yaptıran ABD, yapan da devlet içinde odaklanmış bir kısım işbirlikçilerdi. Yapılması gereken, devletin içinde yuvalanmış işbirlikçileri açığa çıkarmaktı. Devleti, emperyalizmin uzantılarından temizlemekti asıl görev.

Geldiğimiz noktada 12 Eylül darbesinin büyük bir oranda amacına ulaştığı söylenebilir. ABD, artık yalnızca iktidarları değil; muhalefet partilerinin yönetimlerini de belirlemekte. Ne yazık ki Türkiye, şu anki durumu itibariyle ezilen halkların umudu olmaktan çıkmış durumda. Küresel güçlerin çıkarlarının savunucusu olmuş iktidarı ve parlamento içi muhalefetiyle.

12 Eylül, Cumhuriyet’i yıkmak için yapıldı. Zamanla yıkım işi tamamlandı. Darbenin iki çocuğu, irtica ve bölücülük Türkiye’nin yeni siyasal yönlendiricileri oldular. İkisi el ele Türkiye’yi, yok etmek için yarışmaktalar. İrtica da bölücülük de gücünü ABD emperyalizminden almakta.

12 Eylül’le hesaplaşmak, onun getirdiği toplumsal, siyasal, kültürel, ahlaksal değersizlikleri yok etmenin yolu; Cumhuriyet’i yeniden kurmakla olur. Gücünü 1919’dan alan laik Cumhuriyet’in yeniden inşası; emperyalizmi def edecek, onun başımıza musallat ettiği irtica ve bölücülük belasını da yok edecektir.

Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               13 Eylül 2014


BÖLÜCÜDEN CUMHURBAŞKANI OLUR MU?


Dün özel bir bankada işim vardı. Numaramı aldım, diğer müşterilerin de oturmakta olduğu koltukların birine iliştim.

Beklemedeyiz... Gazete okuyorum. Arada “Ding!” diye bir ses işitiliyor. Kafamı kaldırıp sıramın gelip gelmediğine bakıyorum umarsızca.

Arkamdan bir kadın sesi işittim. “Bizi özellikle bekletiyorlar.” dedi. Yanında oturan bir başkası onun sözünü tamamladı: “Kapalıyız ya, onun için bekletiyorlar bizi.” sözü mırıldanarak çıktı ağzından.

Aynı sırada oturan bir başka türbanlı, gişede bulunmayan bir kadın memura seslendi. Biraz kaba, öfkeli ve cüretkâr... “Bizi neden bekletiyorsunuz?”

Memure, sesin geldiği yere döndü: “Arkadaşlarımız sırayla alıyorlar.” dedi biraz da şaşırarak.

Soruyu soran türbanlı kadın: Yanındakilere: “Biz, başörtülüyüz ya, onun için bize doğru düzgün cevap vermiyorlar. Bizi, insan yerine koymuyorlar.” dedi nefret yüklü bir sesle. Yanındaki daha genç olan kadın: “Biz de onları insan yerine koymayalım. Görsünler günlerini...” diyerek yanıtladı diğerini.

Konuşmaları şaşkınlıkla dinlemekteydim. Sussan olmaz, konuşsan olmaz durumu egemen dinleyenlerde. Ortalık kışkırtma kokmakta. “Susamam... Bu kadarına hiç susaman...” diye geçirdim içimden. Arkama döndüm. Beş türbanlı kadın... En yumuşak sesimle ve tüm sükûnetimle konuşmaya başladım.

“Bakın, benim başımda örtü yok, ben de bekliyorum sizin gibi... Karşı koltukta oturan hanımefendilerin başı açık. Onlar da beklemekteler. Bizim burada beklememizin nedeni, hükümetin politikası. Özel sektör, bir kişiye on kişinin işini yaptırmakta. Gelelim, soru sorduğunuz memurenin, size doyurucu bir yanıt verememesine... Burada gördüğünüz çalışanların hiçbiri sizin sorununuzu çözemez. Yani, gişeye yeni bir memur görevlendiremez. Çünkü onların buna yetkisi yok! Bu nedenle sizin bu yaptığınız yanlış. Kardeşlerinizi, sizin gibi bekleyerek eza çekenleri düşman belliyor, belletiyorsunuz. Ayrıca çok az ücretle köle gibi çalışan memur arkadaşlara da haksızlık ediyorsunuz. Bu günah değil mi? Çalışma yaşamının nasıl olacağına hükümet karar verir. Eleştirecekseniz hükümeti eleştirin!” diyerek sustum. Herkes sustu. Bir Allah’ın kulundan lehte ya da aleyhte bir konuşma olmadı.

Şimdi gelelim işin asıl noktasına. Oradaki türbanlı kadınların kışkırtıcı konuşmalarına kim neden oldu?

Yıllardır kent alanlarında, televizyonlarda “Benim başörtülü bacım, hep ikinci sınıf vatandaş oldu.” diye bağıran RTE’dir bu kışkırtmanın sorumlusu. Yıllardır aslı olmayan söylencelerle halkı böldü, yurttaşları birbirine düşürdü. Halkın içine kin ve nefret tohumları ekti, ektirdi. Sonuç mu? Dün bankada yaşadıklarım... Ne yazık ki bir kısım AKP’li tutucu (AKP’lilerin tümü değil.), laik kesimi düşman bellemiş durumda. Bu tehlikeli bir durum. Bunu yaratanda başta RTE olmak üzere, diğer AKP yöneticileri. Bu, aynı zamanda anayasal bir suç.

Ey Tayyip Erdoğan, yukarıda anlattığım olay senin eserin. Sen, bu insanların içine düşmanlık tohumları ektin. Ülkene zarar verdin. Bu zarar anlatılamayacak kadar büyük.

Kendi halkını bölen, kışkırtan, düşmanlıklar yaratan birinden cumhurbaşkanı olur mu? Hasbelkader o koltuğa otursa dahi ona cumhurbaşkanı denir mi?
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               11 Eylül 2014





ÖLÜM VE PARA KUTSANIRSA

                                   
Madende göçük oldu. Sorumlu bakan “Tertemiz öldüler dedi.” İş kaldığı yerden sürdü, gitti. Para gerekliydi, Maden duramazdı.

Ayamama Deresi taştı. TIR garajında, arabaların içinde uyuyan sürücüler öldü. İşe gitmek için karavanların içine istiflenen kadın işçiler boğuldular. Zamanın başbakanı “Ayamama Deresinin yatağında yapılaşmaya son verilecek.” dedi. O günden beri dere yatağı, betondan görünmüyor. Yapılaşma, katlanarak arttı. Çünkü kalkınmanın temeli inşaat!

Sel baskınında, TOKİ evlerinde yurttaşlar can verdi. Suç derelere atıldı. TOKİ, akarsu yataklarına gökdelenler yapmayı sürdürdü. “Milli servet(!)” selde boğulamazdı, insanlar boğulurdu ama...

İnşaat şantiyesindeki çadırda, işçiler uykuda canlı canlı yandılar. Suç çadırdaydı. Eğer plastik olmasaydı, bu kadar hızlı yanmazdı, dediler. AVM inşaatı tüm hızıyla sürdü. Ne de olsa “milli servet(!)”ti.

Cezaevi aracındaki mahkûmlar, hunharca yandı. Arayıp soran olmadı. Çünkü onlar zaten mahkûmdular. “Tutsaklığa mı, ölüme mi?” diye soran olmadı.

Erzurum’da göletteki trafoyu onarmaya giden işçiler, kış günü buz tutan göle düştüler. Herkesin gözü önünde çırpınarak, bağırarak boğuldular. Hiçbir yetkili sorumluluğu üzerine almadı. Kurtarma görevinin kimin sorumluluğunda olduğu, aradaki kısa paslaşmalarla yitti, gitti.

AKP’nin törenlerle açtığı hızlı tren kaza yaptı, onlarca yurttaş yaşamını yitirdi. Suç, rayların üzerinde kaldı. Nasıl olsa dili yoktu, kendini savunamazdı.

Marmara Denizi’nde beş genç deniz bisikletiyle ölüme gittiler. İşyeri sahibi yakında deniz bisikletlerinin sayısını artırır. Çünkü bu işin doğası böyle... Bir şey dersen, “Sen özel girişim düşmanı komünist misin?” deyip üzerine çullanırlar.

Tersanelerde işçinin can vermediği hafta yok neredeyse. Üretim aksamasın, dışsatımımız zeval görmesin, diye sesler kısılmakta kısa dalga radyolar gibi.

Soma’da ölüm, göz göre göre üç yüz bir madencinin üstüne çullandı. Padişah Efendi “Ölüm, bu işin fıtratında var.” dedi. Madenin patronu ise örnek işletmeci seçildi. Neden mi? AKP mitinglerine düzenli olarak işçilerini götürüyor diye. Yakında dava kapanır, suçluymuş gibi gösterilenler de beraat eder.

Mecidiyeköy’de Padişah Efendi’nin imam hatipten sınıf arkadaşının inşaatında, otuz ikinci kattan asansör düşüyor. On işçi, on insan evladı, on emekçi, on alın terini ekmek yapan can uçup gidiyor... Başbakan olacak kişi “Onlar şehittir.” demekte. Hazret, Ortaçağ papazları gibi ölenlere cennet vaat ediyor. Ölümün böylesine kutsanmasının nedeni, yeni ölümlere doğabilecek tepkilere şimdiden önlem almak...

Mecidiyeköy’deki gökdelenin imam hatipli patronu, kameraların karşısına çıkıyor. İnşaatında on kişi can vermiş, on yaşam sönüp gitmiş. Yüzünde acının izi yok! Sesinde üzüntünün tınısı yok! Her şeyin çalışma kurallarına uygun olduğunu anlatmakta. Her şey uygunsa on kişi neden öldü be adam? Onun derdi otuz altıncı kattaki yapıyı kırk ikinci kata ulaştırmak.

“Milli servettir.” yazık olur emeklere yoksa... Bunca para harcamış adamcağız... Para kutsanıyor, beton kutsanıyor... İnsan mı? O da ne? Onun esamisi okunmaz paranın betonun kapladığı yüreklerde. Vicdanlara beton dökülünce insanlığı, cüzdanlardaki banknotlarda mı bulacaksın kardeşim?  Boşuna arama, cüzdanda insanlık olmaz.
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               8 Eylül 2014