DOĞANIN YANIK SAĞALTIMI


1964 Şubat’ıydı sanırım. Kar, diz boyu. Gece boyunca yağan kar, her yanı kaplamıştı. Sabahleyin uyandığımızda göz gözü görmüyordu. Tipi, rüzgârla savrulmaktaydı.

Soğuk ve yağışın şiddetli olduğu böyle zamanlarda çocukların dışarı çıkması neredeyse olanaksızdı. Odun almak için dama giden büyüklere yardım etmek için can atardık biz çocuklar. Kısa süreli de olsa dışarı çıkma, kar havasını soluma olanağı yaratırdık kendimize.

 Evde suyun bitmesi için dua ederdik. Hatta suları bolca harcardık ki çeşmeye gidelim, diye. Su taşımak söz konusu olunca hemen bir bakır güğüm kapıp hızla lastik ayakkabılarımızı giyerek kapı önünde beklerdik. Nedense karlı havalarda su taşıma isteğimiz kabarırdı. Yol boyunca karla oynayarak çeşmeye giderdik. Ellerimiz, kulaklarımız, burnumuz kıpkırmızı olurdu. Ayaklarımız kar sularıyla vıcık vıcık. Eve gelir gelmez aşhananın (“Aşhane” sözcüğünün, Doğu Karadenizlilerce büyük ünlü kuralına uydurularak söyleniş biçimidir.) başındaki yerimizi alırdık. Islak giysilerimizi değiştirmediğimizden ısınmaya başladığımızda üstümüzden buharlar çıkardı.

Aşhana (ocak), evin önemli bir yeridir. Burası, mutfak olarak kullanılan evin en geniş bölümüdür. Aynı zamanda geniş ailelerin oturma odasıdır.

Aşhananın alt bölümünde, tam ortada pileki bulunur. Pileki taştan yapılır. İçi oyuktur. Genellikle ekmek pişirmek için kullanılır. Mevsimine göre hamsi, hamsikol (hamsili ekmek), elma, patates de pişirilir. Ateş pilekinin içinde yanar. Ekmek yapılacağı zaman ateş ocağın kıyısına doğru çekilir maşa ya da kürekle. Pilekiye kimi zaman lahana yaprakları serilir. Hamur, pilekiye özenle yerleştirilir. Üzerine sac örtülür. Ocağın kıyısına çekilen közler, özenle sacın üstüne konur. Harlı ateşin ısısıyla ekmek, kızarmış bir piliç görüntüsüyle pişer. Mısır ekmeğinin kokusu, her yana yayılır. Bu da iştahların kabarmasına neden olur.

Ekmeğin piştiğine kanaat getirilince sacın üstündeki köz ve kül karışımı kenara çekilir. Sac kaldırılır. İçinden buharı tüten ekmek özenle alınır. Tereyağıyla peynir çoktan hazırdır. Geniş bir bakır kaptaki ekmek, çabucak parçalanıp ufalanır. Odun kaşığına doldurulan yağla iyice karıştırılır. Üstüne peynir eklenir. Karıştırma işi yinelenir. Bu karışımın adına, “çumur” denir. Çumurun yakıcı sıcağına aldırmadan yenmeye başlanır. Kış soğuğundaki bu sıcak lezzet, hem damaklar hem de yuvaları ısıtırdı. Hele yanında demlenmiş çayınız da varsa tadına doyum olmazdı bu toyun.

Kışın aşhananın kenarındaki közler üzerinde sürekli bir çaydanlık bulunurdu. Çaydan çok ıhlamur ve dağ çiçeği kaynatılırdı bu çaydanlıkta. Günün her anında sıcak bir şey içilebilirdi.

Ocağın ortasından bir zincir sarkardı. Zincirin iki çengeli vardı. Bu çengellerin birinde çoğu zaman içi su dolu bakır güğüm asılırdı. Sıcak su, her zaman gerekli bir şeydi. Kışın inek sağarken memelerini yıkamak için gerekebilirdi. Kışın soğuk günlerinde hayvanlara yal yapmak için gerdele konan suyun ılıştırılması için sıcak suya gereksinim vardır. Kalabalık ailelerde yemek pişirmek için hazır sıcak su işleri kolaylaştırırdı. Bulaşık, çamaşır yıkamak içinde bir hazırlıktı o. Kalabalık ailelerde çocuklar her an giysilerini kirletirlerdi. Bugünkü gibi hazır giyim sanayi gelişmemişti. Bu nedenle her çocuğun bir ya da iki kat giysisi olurdu. Çoğu zaman kardeşler birbirlerinin giysilerini giyerlerdi. Kirlenen giysi hemen yıkanıp ateşte kurutulurdu.

Zincirin diğer çengeline bakır kazan asılırdı. Bu kazanda yemek pişerdi. Ocağın başında genellikle evin en büyükleri oturur. Ateşin yanmasını, yemeğin ve ekmeğin pişmesini kontrol ederlerdi. Böylece evin yaşlıları boş durmaz, günlük işlerin bir ucundan tutarlardı.

Kamıştan yapılan ve adına “düdük” denen bir gereç ocak başından eksik olmaz. Ateş sönmeye yüz tutunca ocak başında oturan büyüğümüz düdüğü alır, ateşe üflerdi. Cansız ateş canlanır, alevlerin ışıltısı parlardı. Biz çocuklar fırsat buldukça gerekli, gereksiz düdükle ateşe üflerdik. Bu üflemelerde ustalık olmadığından çoğu zaman küller sağa sola savrulurdu. Duman çokça çıkar, öksürük nöbetleri başlardı.

Biz çocuklar dışarı çıkamadığımızdan genellikle aşhanada ve yanındaki küçücük koridorda oynardık.

Kendimizi oyunun heyecanına kaptırdığımız bir andı. Ocağın yanından koşarken sendeleyince ayağım kaydı. Birden ocağın içine sırtüstü uzanmış buldum kendimi. Kürek kemiklerimin üstünden boynumun ve başımın arkasını kaplayan vücudumun bölümü ateşler içindeydi. Közler her yanıma yapışmış, kan emici bitler gibi yakmaktaydı bedenimi. Ninem, beni birden alıp su dolu kocaman kazanın içine soktu. Soğuk suya mı ağlayayım, yanan bedenime mi? Annem baygınlık geçirmekte. Ev halkı, telaşla koşturmakta.

Üzerimdeki yanık ve ıslak giysiler ivedilikle çıkarıldı. Yenileri giydirildi. Amcam kalın paltosunu, lastik çizmelerini giydi. Tabi, yün çoraplarını da unutmadı. Beni amcamın sırtına özenle bağladılar. Ağlamaktayım sürekli olarak. Yanan yerlerin acısı ciğerimi sökmekte. İlçeye giden yol kardan kapalı. Açık olsa ne olacak? Köyün bir kamyonu var, hem yolcu hem de yük taşımakta. Yola koyulduk yayan yapıldak. Yalı’ya kadar yürümek asıl amaç. Eğer yolda şansımız yaver gider de bir arabaya rastlarsak ne ala!

Ben ağlıyor, ağlıyor, ağlıyorum. Her yanım acı içinde. Amcam, adeta yalvarıyor ağlamaklı bir biçimde: Ağlama oğlum, ağlama, geldik sayılır; diyor. Bu, işe yaramayınca arada kızıyor; bağırıyor bana. Kar yağışı sürüyor. Aman vermiyor doğa ana. Bir süre sonra ağlamam bitti. Uyku durumundayım. Uyumam, amcamı işkillendiriyor. Bana yoldaki ağaçları, kuşları, çocukluğunda yaşadığı kışları anlatıyor. Söz bitiyor, yol bitmiyor. Yolda, ilçeye giden birkaç yol arkadaşı ediniyoruz. Onlar, taşımak istiyor beni. Ben, amcamı bırakmıyorum. Nihayet, Yalı dediğimiz Eskipazar’a geldik. Rize’den gelen dolmuşlardan birine bindik. Çok geçmeden ilçe merkezindeydik. O zaman Of’ta hastane yok. Hastane denen yer, sağlık ocağı ve verem savaş dispanseri.

Bir sağlık memuru bizi karşılıyor. Güngörmüş bir adam. Yaralarımı alkolle temizlemeye başlıyor. Benim avazım göklerde yankılanmakta. Gözlerimde yaş kalmadı, ama yaralarımın temizlenmesi bitmedi. Sağlık ocağında, yoksul ülkemin tüm eksiklikleri görülmekte. Sağlık memuru, işini bitiriyor sonunda. Yeniden sarıp sarmalanıyorum. Sabahtan beri bir kuru lokma yememişim, umurumda değil bu. Canım yanmış derinden. Ne açlık ne susuzluk... Amcam yemek ısmarlıyor bana, tek lokma almıyorum. “Eve gidelim.” diye hıçkırmaktayım sessizce. Amcam çaresiz, düşeceğiz yollara yeniden.

Alkol şişesine paltosunun bir cebine, gazlı bezleri diğer cebine kutsal varlıklarmış gibi yerleştiriyor. Of Meydanı’nda yakın köylülerimizden birileriyle konuşmakta. Ardından tipini, modelini anımsayamadığım bir arabaya biniyoruz. Araba kalabalık. Ben, ağlamayı bıraktım çoktan, sağı solu seyretmekteyim. Camdan denize bakıyorum. Dalgalar yola ulaşmakta. Dalgalarla kürek çekmekteyim enginlere. Arabadaki konu, benim. Amcam, nasıl yandığımı anlatmakta. Herkes, can kulağıyla dinliyor. Şaşkınlıkla dolu bir üzüntüye gömülüyorlar. Beni, neşelendirmek için ellerinden geleni yapıyor kocaman adamlar; ama benim keyfim iyice kaçmış. Yanık yerlerim içten içe sızlamakta. Ayıp olmasın, onlar da üzülmesin, diye ağlamıyorum. Yoksa durumum dayanılacak gibi değil.

Eskipazar’da durduk. Bazı yolcular ekmek aldılar. Yaşlı bir amca, bana sıcak ekmekten koparıp verdi. “Ye oğlum, yemezsen yaraların iyileşmez.” dedi. Başımın yanmayan kısmındaki saçlarımı okşadı içtenlikle. Bütün gözler üzerimde. Kocaman adamların gözlerinde ekmeği yememi isteyen yalvarır bakışları görmekteyim. Ekmeği isteksizce alıp ısırdım. Çiğnemeye başladım, lokma ağzımda büyüdü, büyüdü, büyüdü... Elimdeki ekmek parçasını yol boyunca küçük ısırıklarla bitirdim. Yakın bir köye gelince araba durdu. Sürücü, yolun kapalı olduğunu, bundan sonra gidemeyeceğini söyledi. Zaten yolcular durumun farkında. Yaklaşık üç kilometrelik bir yol var önümüzde yürünecek. Sekiz on kişi dimdik bir yokuştan yukarı çıkmaktayız. Beni, genç biri sırtladı. Yokuş bitti. Yarma denen yerde yol ikiye ayrılmakta. Yol arkadaşlarımızdan bazıları sola, Sivrice’ye doğru saptılar. Vedalaşıldı... Bu kez bir başkası beni sırtına aldı. Kar, şiddetini yitirmeye başlamıştı. Büyükler, gece don yapacağını söylüyorlardı bilgece. Bir yandan onları dinliyor, bir yandan eşine doyulmaz manzarayı seyrediyorum. Karatavukların uçuşlarını, serçelerin telaşını, kargaların kara meydan okuyuşunu, engebeli araziyi kaplayan dalgalı kar denizini, havada uçuşan tek tük kar tanelerini izlemekteyim sessizce.

Akşamın alaca karanlığın bembeyaz bir gökyüzü. Akşam geceye dönmekte yavaşça… Gök, derin bir küre gibi her yanı sarıp sarmalamakta. Havanın beyaz, temiz aydınlığında yol almaktayız. Kar, ayaklar altında gevrek bir ses çıkarmakta. Arada sırada dallardan kar kütleleri yere düşmekte. Kimi zaman bu kütleler, gecenin sessizliğinde insanlarda bir ürküntü yaratmakta. Karşıki dağlar açık griye çalan devler gibi yükselmekte. Arkada kalan dağ sıraları gittikçe koyulaşıp en sondakiler kapkara görünmekteler.

Eve yaklaştıkça yol arkadaşlarımız azalmakta. Her vedalaşmada misafirlik çağrısı almaktayız. İletişim yok! Ulaşım yok! Amcam bu çağrıları kibarca reddetmekte. “Evden bizi merak ederler.” diyor. En sonunda bir kişi kaldı yanımızda. O da bizim köylü. Vardiya usulü beni taşımaktalar amcamla. Sohbet koyulaştıkça hava kararmaya başlıyor. Köpek havlamaları, ulumaları gökyüzünü kaplamakta. Orman içlerinden çakal viyaklamaları işitilmekte. Soğuk, yanıklarıma en güzel ilaç. Üşüyen bedenim, yanıkların acısını dindirmekte.

Yol, bin bir eziyetle yürünmekte. Buna karşın kimse şikâyetçi değil. Devlete isyan yok konuşmalarda! Yazgıyı, zevke dönüştüren bir iç rahatlığı vardı. Doğanın acımasızlığını ruhsal bir senfonik mutluluğa dönüştüren yol arkadaşlarımızı yaşamımın sonuna dek unutmayacağım.

Eve yaklaştık. Bacadan tüten dumanlar görünmekte. Birden “Geliyorlaaarr!” diye bir çığlık işittim. Tüm ev ahalisi kara aldırmadan bize doğru koşmaktalar. Çoğu ağlamakta. Beni karga tulumba amcamın sırtından aldılar. Koşarak eve götürdüler.

Annemin iki gözü, iki çeşme. Yanık başıma baktıkça kendini tutamıyor. Ninem bilge biri... Aldı beni kucağına, oturttu dizine başladı okumaya. Ağlayanları susturdu. “Çocuk çok güzel, nazar değdi. Ben torunumu, güzel uşağımı okurum. Nefesim iyi gelecek ona, görürsünüz.” demekte sürekli.

Başımın yanan kısmında aylarca bir saç teli bile çıkmadı. Annem, her gün başıma sarımsak sürdü ağlayarak. “Oğlum kel kalacak, kızlar beğenmeyecek onu.” diye. Ninem, bana kimin nazarının değdiğini bulmak için dedektif gibi çalıştı. Kendince bir sonuca da ulaştı. Aylar sonra sarı tüyler görüldü başımın arkasında, herkes bayram etti. Tüycükler, jiletle kesildi, daha gür çıksınlar diye. Bu, aylarca yinelendi. Sonunda saçlarım çıktı, kel olmadım. Ama kırklı yaşlarda kellik yakama yapıştı.

Aslında doğa ana beni sağaltmıştı. Yanar yanmaz beni soğuk suya sokan ninem ilk sağaltımı uyguladı. Sonra yaklaşık on kilometrelik kar altındaki yürüyüş, yanıklarıma iyi geldi. Annemin sarımsak kürü ise doğal bir sağaltım yöntemi. Sağaltımcısı, hastanesi olmayan bir yerde doğa; çocuğunu yaralarından, yanıklarından kurtardı. Doğa anaya binlerce teşekkür borcumuz var.

                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                             18 Ekim 2013

 

 

           

5 yorum:

  1. Geçmişte insanların kış boyunca felaketi olan kar , o dönemin çocukları için çocuksu bir eğlence kaynağıdır. Karla kuşatılan evlerde kış günlerinde sıcak su , sıcak içecek sağlama yollarını bulmak da Anadolu insanının zekice becerisidir. Ateşe düşüp yanan bu özyaşam öyküsü yazarının ( Adil Haciömeroğlu ) çilesi de yürekler acısıdır. İşte bu çilenin DOĞAL OTAMA usulü sonlandırılması da bu yazının ilginç bölümü..Tşekkürler Adil Haciömeroğlu ÖZGEN KARA

    YanıtlaSil
  2. Otama kelimesini tam bilmeden yazıyı okuyp, yarım sayfa yorum yazmıştım ki otamanın anlamına bakayım dedim yazdıklarımı kaydetmediğimden; akılsız başın çilesini ayaklar değil eller çekermiş. Yeniden yorumlamaya çelışacağım ama ilk heyecan sanki azaldı gibi. O çok uzun, karanlık (bize göre aydınlık) evlerin etrafının tamamen karla kaplandığı sıcacık, beyaz kış günleri hiç unutulurmu. Nenelerimizin sakladığı damdaki otların arasından ince veya kabe hurması, kuyu elması yada muşmula, yanında kabak çekirdeği unundan (kavut unundan) yapılmış az şekerli (yokluktan) helva, içeçek soğuk yada sıcak birşeyler de oldumu, büyüklerin sohbeti, kaçak tütünden sıgaraları nasıl analatabilirimki,o anların tarifi çok zor. Bizim çocukluğumzda 4-6 yaşlarında iken çay pek yaygın değildi, çay yerine pekmez şerbeti, süt veya ayran içilirdi.Adil hocam, bana çocukluğumu yeniden yaşatıp, bitmesini istemediğimiz çoğunluğunu misafirlerimizle geçirdiğimiz o güzelim şeyleri hatırlattığınız için ne kadar teşekküe etsem az. Birde çok çok ama çok önemli bir hususu dile getirdiniz ki yorum yapamadan aynen (müsadenizle) yazıyorum: "yol binbir eziyetle yürünmekte. Buna karşın kimse şikayetçi değil. DEVLETE İSYAN YOK KONUŞMALARDA ! "
    Ertan KAMBUROĞLU
    19/10/2013 00:20

    YanıtlaSil
  3. Çok hoş bir anlatım.Bir köylü çocuğu olarak biz de buna benzer olayları yaşadık.Anılar canlandı birden..hafif hafif gözyaşlarım da süzüldü aşağıya..

    YanıtlaSil
  4. Olağanüstü bir yazı. İmkân olsa da o günlere dönebilsek.

    YanıtlaSil
  5. Gülümseyerek okudum yine. Israr ediyorum, kitap olsun, unutulmasın bu hatıralar.
    Pilegi ekmeğinin lezzetini çok duydum ama tadına bakmak nasip olmadı. Ancak sizin “çumur” dediğinize “Sumur” deriz biz. Annecimden öyle öğrendik. Mısır ekmeği, tereyağ ve peynir ezmesi ki bayılırım. Yaşamadığım ama gönlümün tahtı memleketimizi, yemeklerini, doğasını çok seviyorum. O zorlu şartlarda harikalar yaratan büyüklerimize binlerce minnet, binlerce rahmet diliyorum. Siz de iyi ki varsınız, iyi ki yazıyorsunuz...
    Ekmeğiniz, kaleminiz tükenmesin.🙏

    Şükran Balekoğlu Yamak

    YanıtlaSil