DOLARLA KONTROL EDİLEN ADAM
Musri’nin devrilmesi karşısında
RTE: “Mısır’daki darbenin arkasında İsrail var, elimizde belgesi var.” demişti.
Herkes belgeyi merak etti. Erdoğan’ın belge dediği şey, iki yıl önce İsrail’de
düzenlenen bir panelde konuşan Fransız Siyonist Bernard Henry Levy’nin sözleri.
İsrail devletinin resmi sözcüsü mü? Hayır! İsrail devletinin resmi görevlisi
mi? Hayır!
Söylentileri, sokaktaki adamın
sözlerini, panel konuşmalarını belge sanan bir başbakanın kendi ülkesinin
başını belaya sokması, devletinin saygınlığını zedelemesi çok kolaydır. Önce
Erdoğan ve danışmanlarına belgenin ne olduğunu güzelce öğretmek gerek.
Başbakanın uyduruk belgesine ilk
tepki yol arkadaşı ve velinimeti ABD’den geldi. Beyaz Saray Sözcüsü Josh
Earnest, “ Başbakan Erdoğan’ın bugünkü sözlerini güçlü bir biçimde kınıyoruz.
İsrail’in Mısır’daki olaylarla bir biçimde sorumluluğu olduğunu söylemek
saldırgan, delilsiz ve yanlıştır.” dedi. Bu sözler, yenilir yutulur türden
değil. Sözcü, açıkça Erdoğan’a “yalancı” diyor. Ama anlayan kim?
İran’ın dini lideri Ayetullah
Hamaney’in askeri danışmanı General Safavi, “Ücretli kukla!” diyor RTE’ye.
Kavgada söylenmez bu söz.
Mısır Cumhurbaşkanlığı
sözcülerinden El Musalamani ise “Batı’nın ajanı” diye nitelendirmekte RTE’yi.
Bir devlet yöneticisinin, böyle ağır ithamlara muhatap olması ilginçtir. Bir
başka ülkenin ajanı olmak için, yönettiğin ülkeye ihanet etmen gerek.
Esat ise Erdoğan’a “Dolarla kontrol
edilen adam” demekte. Bu sözler çok ağırdır. Bir devleti yönetenlerin yabancı
paralarla kontrol edilmesi kabul edilemez. Dolarla kontrol edilmek ne demek?
Esat, bu sözlerle RTE’nin dolar karşılığı satıldığını ima ediyor.
Bir ülkenin başbakanı “yalancı,
ajan, kukla, satılık…” gibi sıfatlarla anılıyorsa komşu ülkelerde, bu durum
düşündürücüdür. Dünya lideri olduğunu iddia eden birinin düştüğü acıklı duruma
bakın! Çok yazık, çok…
Diplomatik kurallar, nezaket,
saygı ortadan kalkmış. Buna kim neden oldu? Erdoğan ve Davutoğlu… Kahvede
konuşur gibi konuşursan devlet yönteminde, alacağın karşılık da böyle olur.
Komşuları ve hizmet ettiği
efendileri nezdinde beş paralık değeri olmayan birinden dünya lideri olur mu?
Olmuyor zaten. Efendileri de son kullanma tarihini beklemekteler. Gerçi halk,
onun bu yüzünü hızla gördüğünden insanlığa daha çok zarar vermesini önleyecek.
Onu, son kullanma tarihi dolmadan tarihin çöplüğüne gönderecek.
Adil Hacıömeroğlu
28
Ağustos 2013
KİMYASAL YALANI
Suriye
konusunda akıl almaz yalanlar ortaya atan ABD ve onun Ortadoğu’daki
işbirlikçileri, şimdi de Esat yönetiminin Kimyasal silah kullandığını ileri
sürdüler. Direnen Suriye’yi diz çöktürmek için akıl almaz iftira kampanyaları
yapmakta Emperyalizm ve onun yardakçıları.
Esat
yönetimi, muhalif kılıklı uluslararası teröristleri tam da temizlediği anda
kimyasal silah yalanı ortaya atılmakta. Esat, üstünlüğü ele geçirdiği sırada
kimyasal silah kullanmanın intihar olacağını bilmeyecek kadar ahmak mı?
ABD
emperyalizmi saldırganlığını ve bunun sonucunda da sömürüsünü sürdürmek için
yalanlara başvurur sık sık. Yalan, ABD’nin en büyük silahı. ABD’nin en büyük
yalanlarından biri Vietnam’la ilgili. Kuzey Vietnam devriye botlarının,
Tonkin Körfezi’nde seyretmekte olan ABD savaş gemisi Maddox'a saldırdığını öne
sürerek Vietnam’a savaş açtılar. Aradan kırk yılı aşkın süre geçtikten sonra ABD
resmi kaynakları, saldırı gerekçesinin aslının olmadığını açıkladı. Olan bu
kirli savaşta ölenlere oldu. Milyonlarca insan yaşamını yitirdi, sakat kaldı,
Güneydoğu Asya’nın bu güzel ülkesi harap oldu.
ABD,
Vietnam’da kimyasal ve biyolojik
bombalar dâhil, her türlü silahı kullanıp denedi; orada bir vahşetin suçlusu
oldu. Vietnam Savaşı’nda ABD insanlık suçu işledi. Kendi çıkarları uğruna
uydurulan bir yalan üzerine milyonların yaşamını tehlikeye atabilen bir
zihniyetin temsilcisidir Amerika.
Yalan
makinesi Irak’ta da işledi. Saddam’ın kitle imha silahları yaptığını ısrarla
söylediler. Hatta bunun için uyduruk fotoğraflar bile yayımladılar. Tüm
dünyanın kafasında insanlık düşmanı bir Saddam portresi yerleştirdiler. Dünya
kamuoyu Amerikan yalanlarına inandırıldıktan sonra düğmeye basıldı. 2003’te
Irak işgal edildi. Bir milyonu aşkın insan öldürüldü. Milyonlarcası sakat
kaldı. On binlerce kadına tecavüz edildi. Irak’ta taş üstünde taş kalmadı. Ülke
kalın çizgilerle üçe bölündü. Etnik ve mezhepsel ayrılıklar körüklendi. Her gün
bombalamalarla onlarca insan ölmekte. Daha sonra ABD’ce yapılan açıklamada
istihbarat raporlarının yanlış olduğu açıklandı. Milyonların kanını petrolden
kazanacağı yeşil dolar için içen vampirler, şimdi de Suriye konusunda yalanlar
üretmekte.
Kimyasal
silahın kullanıldığı yer, Şam... Bomba, askeri lojmanların yakınında patlıyor. Saldırıda
ölenlerin bir kısmını askerler oluşturmakta. Yani Esat, kendi askerlerini
öldürüyor, öyle mi? Buna kargalar güler. Şam, Esat güçlerinin en hâkim olduğu
bölge.
Suriye’deki
muhalif teröristler zor durumda ve savaşı yitirmek üzereler. Bu aşamada her
türlü çılgınlığı yapmaları olası. Suriye umurlarında değil. Zaten çoğu da
Suriyeli değil.
ABD,
İsrail, Katar, Suudi Arabistan ve AKP ittifakı Suriye direnişi karşısında ağır
bir yenilgi almak üzereler. Yenilgi; ittifakı çözer, bölgede geriletir. ABD’nin
petrol üzerinde egemenliği, İsrail’in güvenliği, AKP ve Körfez
işbirlikçilerinin koltukları tehlikeye girer. İşte, tam bu noktada komplo devreye giriyor.
Rusya,
uydu görüntülerini BM’de gösteriyor. Bu görüntülerde kimyasal silah
kullananların teröristler olduğu görülmekte. Buna karşın, yalan propaganda tam
gaz yol almakta. Suriye’ye müdahale için en istekli olan da AKP.
AKP
ve bazı Arap yönetimleri, emperyalizmin petrol kuyularını korumak için bir
haçlı seferinin kışkırtıcıları durumundalar. Suriye’ye müdahale, en çok
Türkiye’ye zarar verir. Bölünme süreci hızlanır, Ortadoğu’da birçok
devletçiklerin oluşmasına, sonu gelmez çatışmaların başlamasına neden olur. Bu
nedenle Türk halkı; bu konuda uyanık olmalı, savaş çığırtkanlarına pirim
vermemeli.
Adil
Hacıömeroğlu
27
Ağustos 2013
ÖNCE ERKEKSİZ EVLER
Doğu
Karadeniz’de kışlar iç kısımlara gidildikçe sertleşir. Hava sıcaklıkları
sıfırın altına çok az düşer. Kar yağışı, deniz kıyısından uzaklaştıkça artar.
Dağlar yükseldikçe yerdeki kar çoğalır.
Kar ne kadar
yağarsa yağsın karasal iklimin görüldüğü yerlerde olduğu gibi buz olup aylarca
yerde kalmaz. Sıkı bir lodos ya da kıble esince kar eriyiverir.
Çocukluğumda
kar çok yağardı. Yollar kesilirdi. Yol dediğim de patikalar. Yalnızca
insanların ve hayvanların yürümesi içindir bu yollar. Yollar elbirliğiyle
açılır. Komşular birlik olur, kışa karşı savaşıma girişir. Evleri aşağıda
olanlar yukarıya doğru güçlükle çıkarken tepede bulunanlar daha kolay aşağıya
inerlerdi. Her iki yönden gelenler, soğuğa aldırmadan karı yararak yol açarlar
kendilerine. Sonunda ortada buluşulur. Buna “yol vurmak” denir.
Yol açılınca
dinlenip soluklanmak zamanı gelmiştir artık. Yakın olan bir evde toplanarak çay
içilip ocak başında ısınılır. Bir süre dinlendikten sonra diğer komşulara
yardım için kollar sıvanır.
Yol vurma
işi bittikten sonra, yani ulaşım sağlanınca kar silme işine sıra gelir. Bazen
kar bir metreyi bulurdu. Yaşlı evlerin çatıları karın ağırlığına dayanamazdı
çoğu zaman. Çatılar, çökme tehlikesi ile karşı karşıya kalırdı. Kar silme işine
ivedi olarak girişilmesinin birinci nedeni buydu.
İkinci
nedense çatıdan sarkan buzların oluşmasını engellemek. Çok sert olan bu sarkıt
buzlardan çocuklar kılıç yaparak savaş oyunu oynarlardı kendi aralarında. Kimi
zaman da bu sarkıt buz parçaları çatılardan insanların başına düşerek
yaralanmalara neden olurdu. Bu nedenlerle ivedilikle çatıdaki karların
kürenmesi gerek. Bunun için gönüllü komşular küreklere yapışır. Genellikle
gençlerden oluşur bu özverili komşular. Tabi, iş bilir yaşlıların
kılavuzluğunda yapılır bu iş. Çünkü çatıda yürümek beceri, dikkat ve deneyim
ister. Acemi biri, çatıdan düşerek istenmeyen sonuçlara yol açabilir.
Kar silme
işine, önce erkeksiz evlerden başlanır. Evin erkeği ölmüşse ve evde yetimler
varsa öncelik bu ailenindir. Ardından erkeği gurbette ya da askerde olan evlere
sıra gelir. Sonrasında diğer evlerin çatılarındaki kar kürenirdi.
Çatılardaki
karlar kürendikten sonra herkes gönül rahatlığıyla aşhananın (Şimdilerde şömine
diyorlar buna.) başındaki yerini alırdı. Eğer karınlar açsa yeni pişmiş mısır
ekmeğinin içine tereyağı ve peynir konarak çay eşliğinde yenir. Yemeğin
ardından çaylar, keyifle yudumlanırken pilekide patatesler pişerdi korlanmış
ateşte. Ev sahibi; fındık, ceviz, patlamış mısır ve kış meyveleriyle
konuklarına ziyafet çekerdi.
Önce
erkeksiz evlerin çatısındaki karları silen ruhumuz hangi kuytu köşeye saklandı?
Güçsüze sahip çıkan Karadeniz’in bıçkın delikanlıları nerelerde şimdi? Komşuya
yardım etmeyi ibadet sayan inancımıza ne oldu? İnancı ruhtan, yaşamsal
gereksinimlerden kopararak biçimsel zorunluluk durumuna getirenler, bu ulusa
nasıl bir kötülük yaptıklarının farkındalar mı?
Çocukluğumda
şimdikine göre daha korunaksız bir evde büyüdüm. Çoğu zaman soğuk rüzgârları
evin içinde hissederdik, ama üşümezdik, hem de hiç... Kızaran ellerimiz,
moraran burnumuz, buz kesen ayaklarımıza karşın soğuğu duyumsamazdık bile.
Sıcak komşuların, aile bireylerinin dostluk sobasında ısınırdık. İnsanda üşüme,
yalnızlık ve dostların olmayışıyla başlar. Giderek de donar bir yerlerimiz,
çözülmemek üzere.
.
Adil
Hacıömeroğlu
24
Ağustos 2013
ÖĞRENCİDEN GİZLİ TANIK
19
Ağustos 2013 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin manşeti ilgi çekiciydi. Manşette
“Gezide “gizli tanık” baskısı” yazılıydı.
(Ergenekon ve Balyoz davalarında gizli tanıklara alışmıştık. Üstelik
bunlar, terör örgütü yöneticileriyle en aşağılık suçları işlemiş kişilerden
seçilmişlerdi.
Cumhuriyet’in
başlığını görünce Ergenekon ve Balyoz aklıma geldi ilkin. Duyutun (haberin)
içeriğini okuyunca gerçeği anlamış oldum. İlköğretim 6, 7 ve 8. Sınıf
öğrencileriydi söz konusu olan. Küçücük yaşta insanları ihbarcılığa zorlamanın
önemli bir nedeni olsa gerek. Diktatör, Gezi Direnişinden çok korktu. Bu
korkudur ki onu, direnişin olduğu tüm kentlerde insan avı yapmasına neden oldu.
Siyasal geleceğini kurtarmak için küçücük yavruları kullanmaktan çekinmeyen bir
anlayışa “demokrat” denebilir mi?
MEB’den
gelen buyrukla Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü harekete geçmiş. Emniyet, bu
konuda MEB’e tam destek vermekte. Ne de olsa suçlu aranıyor ya… Alınan buyrukla
yaz dinlencesinde bulunan öğrenciler okullara çağrıldı ve onlara aşağıdaki
sorular yönlendirildi:
“6-7 Haziran tarihlerinde okula gitmemenizi hangi
öğretmenleriniz istedi?
Eyleme gitmenizi isteyen
öğretmenlerin isimlerini yazın.”
Eyleme katılan
arkadaşlarınız ya da öğretmenleriniz oldu mu? Bu isimleri de yazın.”
Bu
sorularla öğrenciler, öğretmenlerini ihbara zorlanmakta. Eğer Öğretmenle
öğrenci/veli arasında ufacık bir yanlış anlaşılma, kırgınlık, kızgınlık,
anlaşmazlık varsa işte size intikam fırsatı. Öğretmenleri diken üstünde
oturtacak bir uygulama bu. 12 Eylül diktatörlüğünde evinden çıkaramadığı
kiracısını örgüt üyesi diye ihbar eden ev sahipleri hala belleklerimizde.
“Biz kimin hangi kâğıdı verdiğini bilmeyeceğiz, sadece
biz bileceğiz öğretmen ya da arkadaşlarınız kim isim yazmış bilmeyecek, rahat
olun.” demeyi de unutmamış yöneticiler. Küçük yaşta gizli kapaklı iş yapmayı
öğretiyor eğitimciler(?) öğrencilere.
Böylesi
işler, minik yüreklerde korkuya neden olmaz mı? Onları bir güvensizlik çemberi
içine sokmaz mı? Öğrencileri küçük yaşta muhbir yapmak onları sosyal açıdan
rahatsız etmez mi? Bu soruların yanıtlarını düşünmek için sorumluluk duygusu
içinde görev yapan eğitimciler gerek. Bir öğrencinin tinsel durumunu bilmeden
onları siyaset aracı yapmak dünyanın neresinde görülmüştür?
Bu
işin bir de pedagojik yanı var. Çocukları yaşama hazırlarken onlara hep olumlu
örnekler vermeli. Onları küçük yaşta muhbir olmaya zorlamak, onların tinsel
gelişimlerini olumsuz yönde etkiler. Silik kişilikli bireyler böyle ortamlarda
yetişir.
Allahtan
küçücük öğrencilerin sağduyusu, aklı yetişkin yöneticilerden üstün geldi ve
öğretmenleriyle arkadaşlarını ihbar etmediler. Kocaman adamların
tezgâhladıkları kirli oyunu küçücük çocuklar bozdu. Kişilikli duruşlarıyla
zalime alet olmayı reddettiler.
Gezi,
diktatörün ipliğini pazara çıkarması bakımından önemli bir direniştir. Komşuyu
komşuya, öğrenciyi arkadaşına ve öğretmenine, polisi halka düşman eden bir
sistem kurmakta padişah bozuntusu. Kendi saltanatı için halkı birbirine
kırdırmak isteyen bir diktatörün tinsel sağlığının yerinde olduğu söylenebilir
mi?
Adil
Hacıömeroğlu
20
Ağustos 2013
Not:
26 Ağustos 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
SEN AĞLA, GÖZYAŞLARIN BU TOPRAĞA DÜŞMEZ
RTE,
bir televizyon kanalında gündeme ilişkin soruları yanıtlarken ağlaması herkesin
ilgisini çekti. Yandaş ve kimliksiz televizyonlar başbakanın Mısırlı Esma’ya
ağlayışını döne döne göstermekte.
Münafık
Kardeşlerin liderlerinden Muhammed el Bilteci’nin kızı Esma, geçtiğimiz
günlerde Adeviye’de öldürülmüştü. Her ölüm acıdır. Hele birileri tarafından
öldürülmek daha da acı. Bir de genç yaşta toprağa düşmek var ya, buna yürek
dayanmaz. Ölüm karşısında insan olan herkes üzülür.
Esma’ya
ben de üzüldüm. Yüreğim sızladı derinden. Emperyalist bir kışkırtmanın kirli
savaşında yaşamını yitirdi. Her baba gibi onun da babası, evladını yitirmenin
üzüntüsünü derinden yaşadı. Yüreği yandı. Yüreği paramparça oldu. Babadır acı
ve üzüntü duyması doğaldır.
Başbakan,
bir yandan ağlarken bir yandan da Bilteci’nin, kızına yazdığı mektubu okudu.
Mektubun bitiminde söylediği sözler ilgi çekicidir.
“Benzer şeyleri ben yaşadım. Esma'ya
el-Bilteci tabii bu mektubu yazarken, o ifadelerde adeta ben de çocuklarımı
gördüm. Bir de onun Esma'nın cenaze namazını kıldıramayışı ve bir de tabii şu
olgunluk ve geleceğe bakıştaki ölüm ötesi dünyayı okuyuşu beni ciddi manada
duygulandırdı. Tabii şehadet çok farklı bir şey. Esma hayata doymadan, ama o şehadet
makamına koştu. O duruşun, babasının duruşu, inanıyorum ki dünyadaki birçok İslam
dünyasındaki ülkelere inşallah ders olur. Gençlerimize ders olur, örnek olur.
Baba evlat ilişkisinde bizler için örnek olur.” diyor RTE.
Ey
başbakan, PKK kurşunlarıyla toprağa düşen şehitlerimizin babalarının “Vatan
sağolsun” derken gösterdikleri duruşu görmedin mi sen hiç? Şehit analarının
gözlerindeki acıyla yoğrulmuş öfkeyi fark etmedin mi? Yıllardır şehit
çocuklarına mektup yazan anne ve babaların satırlarındaki dili anlamadın mı
sen? Hele şehit olmadan önce şiir, mektup, telefon konuşmaları ve sosyal
medyadaki iletilerinde şehadet duyutunu önceden muştulayan Mehmetçikleri duruşundaki
soyluluğu yurt sevgisini, insanlık için özveriyi, cesareti neden yok
sayıyorsun?
Vatanı
uğruna kahpece öldürülen Mehmetçiklere ağladığını neden görmedik senin?
Mayın
tuzaklarında sakat kalan vatan evlatları için bir damla gözyaşı akıttın mı sen?
Sel
baskınlarında, depremlerde, açgözlü yapsatçının yaptığı çöken evlerde, iş
kazalarında yaşamını yitirenler yüreğini sızlatmadı mı senin?
Hatay,
Reyhanlı, Akçakale, Ceylanpınar’da senin beslediğin teröristlerin bomba ve
kurşunlarıyla can verenler karşısında gözpınarların neden kupkuruydu?
Uludere’de
ölenlere niçin üzülüp ağlamadın?
Gezi
Direnişleri sırasında dövülerek can veren Ali İsmail’in gülen gözlerine iç
baktın mı beyaz camda? Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Mustafa Sarı, Mehmet
Ayvalıtaş’ı anımsar mısın? Hani despot bir diktatörün, iktidar hırsı ve BOP
eşbaşkanlığı uğruna katlettiği pırıl pırıl gençler için yüreğine acı bir kama
saplandı mı hiç? Onlara bakıp evlatlarını gözünün önüne getirdin mi?
Gencecik
Mehmetçikler toprağa düşüp şehadet şerbetini içerken askerlik yapmayan oğlunu
düşündün mü sen? O Mehmetlerin anne ve babalarıyla göz göze gelmeyi denedin mi
hiç?
Irak’ta
bir milyonu aşkın insan ABD silahlarıyla katledilirken neden ağlamadın beyaz
camda?
Sen,
gözyaşlarını hep bu topraklar dışında akıttığından Türkiye topraklarına akacak,
şehit kanlarına karışacak, kutsal vatanı sulayacak gözyaşların yok senin.
Sen,
beyaz camda aslında Esma’ya da ağlamadın. Ağladığın bitmekte olan saltanatın,
kayıp gitmekte olan iktidarına ağladın. Sen, Mısır’da kendi sonunu görüp
içlendin. Yandığın bir can değildir, iktidarındır. Ağlayarak oy devşirmek
istedin halktan.
Türk
Ulusu, gözyaşının sahtesiyle gözpınarlarından coşkunca akanını iyi ayırt eder.
Sen üzülme, Türk halkı zalim değildir; yalnızca zulme karşıdır.
Adil
Hacıömeroğlu
23
Ağustos 2013
KARAKULLUKÇULARIN EKİNİ
Çal
yöresi, Anadolu’nun fethi sırasında genellikle uçbeylerinin yerleştiği bir
bölgedir. Uçbeyleri dayanışma içinde olmak zorunda. Çünkü dayanışmanın olmadığı
bir yerde başarı olmaz.
Çal’a
bağlı İsabey Kasabası, Ege’nin en yüksek dağlarından biri olan Çökelez’in
eteklerinde endam eder. Dağın eteklerinden bir kartal duruşuyla gururla bakar
Baklan Ovası’na. Dağın vakarı, görkemi kasabanın duruşuna yansımıştır adeta.
Çökelez, Baklan Ovası’nı koruyan bir dev gibidir. İsabey de dağın kucağında
nazlı bir gelin. Kasaba halkı da yaşadığı doğanın özelliklerini yansıtır.
Babacan davranışları görmek zor değil güngörmüş dik duruşlu insanlarda. Alçak
gönüllüğün altında yatan efe duruşunun heybetini duyumsarsınız Dibek Başındaki
kahvede yarenlik edenlerde. Dibek Başı’nda ovayı en iyi gören dut ağacının
serinliğinde, kasketini kaldırarak ve alnındaki teri mendiliyle eski bir
şarkının yavaş ritmiyle silen, Çökelez bakışlı dedelerin mavi gözlerindeki buğu
hala tüter toprağın bağrında.
Haziran ayının ortalarına doğru önce arpa biçilir. Orakçılar, hazırdır ekinin hışırtılı
müziğini dinlemek için. Susuz ovada arpa boy atamaz. Cüce ekinler, kış boyu
hayvanlara samanı ve tanesiyle can verecektir. Arpadan sonra sıra buğdaya gelir.
Kavrulmuş toprakta buğday başakları, yavuklusunu özlemle bekleyen utangaç
kızlar gibidir. Gün çalışma, arpayı, buğdayı ambara doldurma zamanıdır.
Sabah
ezanıyla atlar, arabaya koşulmaya başlar. Bir anda sessiz günün sabahını at
kişnemeleri ve atlara hükmeden buyruk tümceleri her yanı kaplar. Sesler
birbirine karışır. Çoğalır, çoğalır, sel olup akar Derepınar’ın cılız sularıyla
can bulan dereye. Akar, akar ovanın bağrında sarı ekinde, yeşil üzümde can olur
ses deresi. Uykulu çocuklar belirir, demir parmaklı pencerelerde. Yumuş
gözleri, çapaklı bir bakışın merakını taşır.
Atların
nal sesleri taş yollarda çınlarken tekerleklerden çıkan tiz ezgi gökyüzünün
boşluğunda çınlarken nadir de olsa kağnı gıcırtıları ağır aksak ritmi kulağı
tırmalarken tellalın sesi işitilir. “Sayın İsabey Halkı! Arabası, kağnısı olmayan
karakullukçuların destesi çekilecektir, duyurulur.” Tellal avazı çıktığı kadar
bağırarak tüm köyü dolaşır. Duyan, duymayana haber verir. Bir imecenin kutsal
ayinin başlamasının iç rahatlığı duyumsanır her yanda.
Yörede
karakullukçu adı verilen kişiler, yoksul, tarlası yetersiz olan bu nedenle de
tarımsal araç gereci olmayan kişilerdir. Delişmen atlar, yorgun öküzler ovaya
sürülür. Karakullukçuların ekinleri elbirliğiyle kaldırılır. Herkes, kendi işine
gösterdiği özenden fazlasını gösterir bu imeceye.
Karakullukçuların
ekini ambara doldurulduktan sonra sıra asıl işe gelmiştir. Kendi tarlalarının
yolunu tutar güngörmüş toprakların özverili çocukları. İnsanlar, mutludur.
Çünkü yoksulun ambarı dolmuştur.
Tırpan
sesleri, eski bir kutsal şarkının bereketli ezgisini seslendirir. Atlar terler,
dizginleri tutan eller yorulur. Tarla sahibi yağlığıyla önce atların terini
siler, sonra kendi yüzünü kurular. Yüzler güleçtir, dillerde bitmeyen
türkülerin ezgisiyle ova dile gelir, gökle kucaklaşır. Toprak, göğün şefkatli
kollarında toy verir.
Önce
yoksulun ekinini biçerek onun yaşamını garanti altına alan bu toprağın
çocuklarına ne oldu? Karakullukçuları, kara talihlerinin bilinmez çukurlarına
gömdüğümüz günümüzde topraktan, gökten, ekin başaklarından, kartal bakışlı
köylerden, bereketli ovalardan, gururlu dağlardan utanmadık mı hiç? Zamanın
derinliklerinden kopup gelen vicdanın sesini nasıl duymaz olduk? İmece
coşkusundaki mutluluk, üç beş kuruşa satılacak, terk edilecek bir değer miydi?
Dünyanın
adalet, eşitlik isteyen tüm filozoflarını kıskandıracak ve onlara esin kaynağı
olacak bir geleneği yok saymanın nasıl bir toplumsal yitik olduğunun farkında
mıyız? Farkında mıyız kazandıklarımızın, yitirdiklerimizin yanında yalnızca bir
hiç olduğunun?
Yoksulu
aç bırakmamanın erdemidir karakullukçuların ekininin kaldırılması. Toplumsal
dayanışmanın doruğudur bu imece. Adaletin hücreler işlediği kutsal ayindir bu.
Komşusu açken tok yatamayanların vicdanının haykırışıdır yoksulun ekininin
öncelikle kaldırılması.
Adil
Hacıömeroğlu
22
Ağustos 2013
HERKES YESİN, HELALDİR
Doğu
Karadeniz Bölgesinde doğup büyüdüm. Ancak Ege Bölgesi de yaşamımı çok
etkilemiştir. Düşüncelerimin oluşmasında büyük bir öneme sahiptir Ege. Annem
Denizlili. Hem de arı gibi insanların olduğu Çal İlçesinden.
Ben
beni bildim bileli her yaz dinlencesinde Çal’a bağlı İsabey Kasabasına giderdik
ailece. Bazı dinlencelerde uzun, bazılarında kısa olurdu bu gezilerimiz. Ben ve
kardeşlerim için tadına doyulmaz bir şeydi bu. Farklı bir bölgenin
geleneklerini, yaşam biçimlerini öğrenmek; farklı bir bitki örtüsüyle tanışmak;
değişik lezzetleri tatmak olağanüstü heyecanlıydı bizim için. Dağınık yerleşim
biçimli bir yerden, toplu yerleşimin olduğu bir bölgeye gitmek farklılığın
temelini oluşturmaktaydı. Üstelik ortaokul üçüncü sınıfı İsabey’de okumam başka
bir güzellikti yaşamımda.
Bizim
yaşadığımız Karadeniz’de at arabaları yoktu. İsabey’de sabahın kör karanlığında
at arabalarının tekerleklerinin çıkardığı tiz seslerle uyanırdım. At
arabalarını sürenlerin kıyafetleri hoşuma giderdi. Hemen herkesin başında
yağlık denen sarı, turuncu ve beyazın egemen olduğu örtüler şapkaların altından
boynu örterdi. Bu örtüler; güneşten, arpa samanının yakıcılığından, tozdan
korunmak içindi.
Şapka,
yurdumuzun hemen her yerinde olduğu gibi erkeklerin başından eksik olmazdı
İsabey’de de. Atatürk devrimlerinin halk tarafından benimsenmediğini söyleyen
kimi siyasetçiler, Anadolu ve Trakya’nın köylerine gidip baksınlar, bakalım ne
görecekler? Tarlada çalışan, yolda yürüyen kahvehanede oturan erkeklerin hemen
hepsinin başındaki şapkaları görecekler tabi ki.
İsabey,
büyükçe bir kasabaydı. Nerdeyse her evde bir ya da birden çok üniversite
mezununun olduğu aydın bir yerdi. 1954’ten beri belediye ile yönetilmekte. O
zaman iki ilkokulu, bir de ortaokulu vardı. Kışın dışındaki tüm mevsimlerde
hareketlilik üst düzeydeydi.
Biz
yaz dinlencesinde İsabey’e gittiğimizde dedem çok mutlu olurdu. Kendisi
hacıydı. Bağnaz değildi. Boş zamanlarında genellikle dini kitaplar okurdu. Eğer
yanındaysam kitap okuma işi benimdi. Ben, kitabı okurken dikkatle dinler, bir
yandan da tespih çekerdi. Neredeyse bütün dinsel efsaneleri dedem sayesinde ben
de okuyup öğrenmiş oldum. Mahalle camisinin masraflarının bir bölümünü
karşılamaktan mutlu olurdu. Hacca gitmeden önce bekâr olan iki oğlunun okul ve
evlenme masraflarını karşılayacak parayı banka hesaplarına yatırmıştı.
İsabey’e
vardığımızda bağa giderdik tüm aile. Dayı, teyze çocukları bir araya gelince
oyun oynamak çok keyifli olurdu. Çünkü bu çocuk kalabalığı, bir bayram coşkusu
yaratırdı bizde. Yılda bir kez olsun buna hakkımız vardı.
Dedemin
ziyafeti, Kirazlı Bağ’da olurdu. Çevresi kiraz, erik, badem, elma ve armut
ağaçlarıyla çevriliydi buranın. Hele o bal erikleri, yok mu? Tadına doyum
olmazdı.
Bağda,
meyve ağaçlarına iliştirilmiş küçük tahta parçaları vardı. Bunlara “Allah için
gelip geçen yesin, helaldir.” yazısı göze çarpardı. Bu tahta parçalarını
sayardım. Diğer bağlara gidince bu yazıyı arardım. Var olduğunu gördüğümde
içten bir mutluluk duyardım. Bu hayırda benim de payımın olduğunu düşünerek iç
rahatlığı duyardım. Merak içinde beklerdim, biri gelse de meyve ağaçlarından
bir meyve alıp yese diye.
Bağların
kıyısındaki meyvelere asılı tahtalardaki yazıları yaşamım boyunca her yerde
aradım. İnsanların helalden uzaklaşıp harama yöneldikleri günümüzde o küçük
tahta parçalarının özlemini duymak hakkımız olsa gerek.
Adil
HACIÖMEROĞLU
20
AĞUSTOS 2013
İSTEYİCİ ODASI
Doğu
Karadeniz’de evler toprağa serpiştirilmiş ekin taneleri gibidir. Herkes evini
mendil kadar olan bahçe ya da tarlalarının bir köşesinde yapar. Uzak ya da
yakın olsun bu dağınıklığa karşın herkesin birbirinden haberi olur. Sevinç de
üzüntü de anında köyün tüm evlerinde duyulur.
Köylere
“isteyiciler” gelirdi. Bu kişiler, bir nevi dilenciydiler. Ancak yöre halkı “dilenci”
demekten kaçınırdı. “İsteyici” sözü, yapılan işi “güzel adlandırma” yoluyla iyi
göstermek içindi.
İsteyiciler,
sırtlarında torbalarıyla ev ev dolaşırlardı. Para istemezlerdi. Genellikle fındık,
mısır ve fasulye isterlerdi köylülerden. Çoğunu tanırdık. Nerdeyse bazıları kadrolu
isteyicilerdi. Yılda birkaç kere aynı köye uğrayanlar vardı. Çoğunun nereli
olduğu, aile yaşamı, başından geçmiş acıklı olaylar köylülerce bilinirdi.
İsteyici,
yemek zamanı gelmişse sofraya buyur edilirdi. Onun gelmesi tanrısal bir lütuf
sayılır. Ev sahipleri, onu memnun etmeye çalışırlardı.
Kimi
zaman boş evlerle karşılaşırdı isteyiciler. Çünkü ev ahalisi tarla ya da
bahçede olurdu. İş zamanı evler boşalırdı. Boşalan evlerin kapıları genellikle
kilitlenmezdi. Kapılar, üstünkörü kapatılıp çıkılırdı aceleyle. İsteyicilerin
hırsızlık yaptıkları neredeyse hiç işitilmemiştir.
İsteyici,
dere tepe yürür, dağınık evler arasında adeta mekik dokurdu. Yorgunluğu her
halinden belli olurdu. Benim çocukluğumda köylerde ulaşım çok zordu.
İstediğiniz zaman, istediğiniz yere gidemezdiniz. Hele akşam saatlerinde bir
yere gitmek olanaksızdı neredeyse. Ancak araba kiralayabilirdiniz. Bu da
zamanın koşullarına göre çok pahalı bir işti. Araba dediğimiz de genellikle
kamyon. Kiralasanız da kamyonun gidişi ayrı bir olay. Yollar çamur içinde. Çoğu
zaman kamyonun yolları aşıp gitmesi olanaksız. Bu durum karşısında isteyicinin
köyden ayrılması düşünülemez. Üstelik, ertesi gün komşu köylere gitmesi gerek.
İsteyicinin
kalabileceği yerlerden biri camidir. Cami içinde bulunan bir oda, oda yoksa son
cemaat yeri konuk için geceleyecek uygun yerdir. Ancak köyümüzde komşumuz
evinin bir odasını isteyici odası yapmıştı. Bu odanın kapısı dışarıya açılırdı.
Odanın küçük bir pencereyle evin ana bölümüne bağlantısı vardı. Konuğun
yemekleri bu bölümden verilirdi. Dışa açılan kapının yanında bir de tuvalet
bulunuyordu. İsteyici burada rahatça geceler, sabah gün doğarken torbalarını
yüklenerek komşu köye doğru yol alırdı.
Komşumuzun
özenle koruduğu isteyici evi, görünürde küçük bir şey. Aslında gönlünde büyük
bir konaktı o odacık.
Kapı
kapı dilenen kişiye “dilenci” demeyi uygun bulmayıp “isteyici” diyerek ona
saygı bahşeden bu güzel halka ne oldu?
Köye
gelen isteyicinin konaklama sorunu düşünerek evine bir “isteyici odası” yapan
köylü amcalara ne oldu? Bu yüce gönüllü yurttaşlarımız nerelere gitti? Onların
torunları, bu cömertliği nasıl unuttular hemencecik? Köylerden kentlere hızla
göçerken doğanın biçimlendirdiği yaşam biçimimizi bir çırpıda terk ettik. Tanrı
misafirlerini ağırlamamak için neredeyse kaçacağız köşe bucak. Yabancılaştık
birbirimize. Kocaman kentlerde yalnızlıktan öleceğiz neredeyse. İnsan içinde
insana hasret gideceğiz.
Adil
Hacıömeroğlu
20
Ağustos 2013
İFLAS EDEN DIŞ POLİTİKA
Kendini
Osmanlı padişahı sanan Erdoğan’la düşler dünyasında yaşayan Davutoğlu, Ortadoğu
ve Kuzey Afrika’ya sefere çıktılar akıllarınca. Bu seferle Osmanlıyı yeniden
kurmak isteğindeydiler.
Erdoğan
ve Davutoğlu, Osmanlının fetih politikalarını kendi öz gücüyle yaptığının farkında
değiller. Bu nedenle de ABD ve AB desteğiyle Osmanlıyı yeniden diriltmeye
çalışmaktalar. Atalarımız; “El eşeğine binen, tez iner.” diye boşuna dememiş.
RTE ve Davutoğlu, Osmanlı düşünden duvarlara çarpmaktalar sürekli olarak. Ne
yazık ki bu çarpmalar, onları uykudan uyandırmıyor. Tersine gittikçe gerçek
yaşamdan uzaklaşarak düş dünyalarını gerçek sanıyorlar.
AKP
hükümeti, ilk kez Batılı güçlerin askeri olarak Kaddafi’yi devirmek için kolları
sıvayarak cepheye koştu. Kaddafi devrildi. Batılı ülkeler, Libya’yı resmen
yağmaladı. Petrol ve uranyum yatakları emperyalist ülkelerin kontrolüne geçti. AB
ve ABD bombalarıyla yıkılan Libya’nın yeniden imarı işini de yıkanlar üslendi.
Türkiye bu paylaşımı yalnızca izledi.
Kaddafi
döneminde binlerce işçimiz Libya’da çalışıp, onlarca işadamımız orada iş
yapmaktaydı. Yıllarca süren bu ekonomik ilişki sayesinde Türkiye’ye milyar
dolarlar akmaktaydı. Türkiye’nin Libya ile ticareti, Türk ekonomisi için
yaşamsaldı. Türkiye Libya’da kaybetti, hem siyasal hem de ekonomik olarak.
Libya’yı
tarumar eden iki baş aktör Sarkozy ve Berlisconi, kendi ülkelerinde
koltuklarını yitirdiler. Erdoğan ve Davutoğlu ise yeni düşlerin peşindeler…
AKP’nin
ikinci büyük seferi Suriye’ye oldu. ABD’nin Esat’a karşı başlattığı yıkıcı
projenin en önüne AKP geçti. Kendisini Osmanlı akıncıları sanan Erdoğan ve
Davutoğlu, Şam’daki Emevi Camisinde cuma namazı kılmak için süre bile veriyordu
dünya kamuoyuna. AKP’li cengâverler, Emevi Camisinde namaz kılamadılar; ama
Esat, bu gidişle Türkiyeli yurtseverlerin konuğu olarak Sultanahmet’te namaz
kılacağa benzemekte.
ABD
ve AKP, Suriye’yi bölünmenin eşiğine getirip ülkeyi yıkıntı durumuna
getirdiler. Binlerce insanın ölümüne, on binlercesinin yaralanmasına, yüz binlerce
kişinin göçüne neden oldular. Tarihsel öneme sahip kentler harap oldu. Suriye
yakılıp yıkıldı ABD ve AKP destekli teröristlerce.
Suriye
ile Türkiye’nin ticareti sürekli gelişmekteydi. Gaziantep, Hatay ve Halep Halepikili ticaretin merkezleriydi. Halep
yakıldı, yıkıldı. Barbarların eliyle büyük bir uygarlık yok edildi.
Türkiye’nin
ekonomik, siyasal, toplumsal barış açısından en istikrarlı kentleri mahvoldu.
Hatay, Şanlıurfa, Kilis ve Gaziantep kirli bir savaşın kurbanı oldu AKP
sayesinde. Yurttaşlarımız öldü, yaralandı. Suriye ile ticari ilişkilerimiz
sıfırlanmakla kalmadı, üstüne para da harcamaktayız. Mülteci adı altında
binlerce teröristin beslenmesi, barınması Türkiye’ye yük oldu. Bir de
teröristlerin silahlandırılması için harcanan paralar var tabi. Türkiye,
Suriye’den ticari kazancını yitirdiği gibi yitirdiği gibi boşu boşuna para da
harcamakta.
AKP’nin
düşçülerinin üçüncü seferleri Mısır’a yapıldı. Ortadoğu’nun siyasal açıdan en
önemli ülkesinin iç işlerinde taraf olma gibi büyük bir hatanın içine girdiler.
İdeolojik saplantı ve çıkarlarını, ülke çıkarlarının önüne geçirdiler. Mısır’da
Münafık Kardeşler Örgütünü kışkırtarak iç çatışmayı körüklediler. Mısır bu
yıkıcı davranışa anında yanıt verdi ve Türkiye ile ticaret durma noktasına
geldi. İki ülke arasında siyasal ilişkiler tarihte görülmedik bir biçimde
gerginleşerek kesilme durumuyla karşı karşıya kaldı.
Erdoğan
ve Davutoğlu’nun emperyalist destekli hayal politikası, Türkiye’yi her bakımdan
zarara uğrattı. Ekonomik, siyasal açıdan kaybetmiş bir Türkiye var. Arap halkları
nezdinde itibarını yitirmiş bir AKP Türkiye’si. Bazı yandaş ve özgürlüğünü
teslim etmiş medya sözcüleri çıkıp AKP’nin dış politikasının başarısından söz
etmekteler. Sürekli kaybeden bir dış politikada başarıdan söz edilebilir mi?
Erdoğan
ve Davutoğlu Türkiye’nin çıkarlarına ve itibarına çok zarar verdiler, çok. Koca
bir ülkeyi, emperyalizmin çıkarlarına ve ideolojik saplantılara feda ettiler.
Adil
Hacıömeroğlu
15
Ağustos 2013
ÇATININ BEREKETİ
Çocukluğumun,
gençliğimin geçtiği Of’ta evlerin yapılmasında en şenlikli aşama, çatının
çatılmasıdır. Bu şenliğin nedeni, yapılan bir işin başarılmasının verdiği
mutluluktur ve evin bitirilmekte olduğunun konu komşuya duyurulmasıdır.
Ev,
Anadolu kültüründe kutsaldır. “Allah, ev yapana ve evlenene yardım eder.” atasözü
bu kutsallığı anlatmak içindir. Yeni bir eve sahip olmak; yeni hayalleri, yeni
mutlulukları da beraberinde getirir.
Evin
yapımı, maharetli ustaların çabalarıyla hızla sürdürülür. Bu ustaların en
önemli özelliği, temelden çatıya kadar her işte uzman olmalarıdır. Duvarcılık,
kalıpçılık, marangozluk, sıvacılık, demircilik, boyacılık, tesisatçılık,
fayansçılık… gibi ustalık isteyen işlerin bir ya da iki ustanın becerileri arasında
bulunması şaşırtıcıdır. Mala tutan el, aynı ustalıkla keserle harikalar
yaratabilir. Testereyle tahtalara biçim veren usta, demirleri eğip bükmede
acemilik çekmez. En kaba işleri hoyratça yapan eller, yapının ince işlerinde
bir sarrafın özenini gösterebilir.
Bütün
işler bitirilip sıra çatının yapımına geldiğinde keyifli, heyecanlı bir telaş
başlar. Çatıya konacak keresteler özenle seçilir. Çünkü poyrazın ayazına,
karayelin nemine, yıldız fırtınalarının delişmenliğine, lodosun yıkıcılığına,
akçayelin sıcak esintilerine karşı dayanmak zorundadır buraya konacak
ağaçlar. Çatıyı oluşturacak ağaçlar hafif ve sağlam ağaçlardan seçilir. İlk
tercih kestanedir. Kestane ağacı, dayanıklılıkta yıllara meydan okur.
İşlenmesi, biçim verilmesi kolaydır. Kestanenin sağlamlığını kanıtlamak için
halk arasında bir öykü söylene gelir.” Kestaneye kaç yıl dayanırsın?” diye
sormuşlar. O da: “Kırk yılda suyumu salarım.” demiş. Bu anlatımdan da
anlaşılacağı üzere kestane ağacı kolay kolay çürümez, kırılmaz. Böcek saldırılarına
karşı korunaklıdır. Kestanenin bulunamadığı durumlarda çam ağacı kullanılır
çatı yapımında.
Çatıda
dökme adı verilen ve ev duvarından dışarı taşan bölüm önemlidir. Genellikle
dökmelerin üstü tahtalarla kapatılmaz. Çünkü dökmelere sonbaharda mısırlar asılır.
Bu görülmesi gereken güzel bir tablodur.
Mısırların sıra sıra dizilmesi, seyrine doyulmaz bir görünümdür. Kış
boyu mısırlar değirmenlerde un yapıldıkça bu görünüm yok olur. Dökmelere asılan
mısırlardan kışın zor koşullarında kuşlar da nasiplenir. Onların da beslenmesi
için uygun bir ortamdır dökmeler.
Çatının
en üst noktasına dikilen direğe önce bayrak çekilir. Türk bayrağının gökyüzünde
süzülüşünü gururla izler komşular. Çatı, yapılmaya başlandığı zaman iki sırık
dikilir. Bunlar arasına bir ip gerilir. Ustalar, çatı çivilerini keserlerin
ritmik müzikleriyle çakarlar. Bu ritim çift keser diye adlandırılan bir
ustalıkla yapılır. Keserlerin çivilerle oluşturduğu bu ritim, evin bitirilmekte
olduğunu haber verir komşulara. Komşular da gönüllerinden ne koparsa havlu,
patiska, peştamal, dolaylık, giysi dikilecek kumaş… getirirler. Para verilmesi
ayıp karşılanır. Her getirilen eşya
sırıklara gerilen ipe özenle asılıp sergilenir. Kiremitler çatıyı kaplamaya
başladığında bu armağanlar toplanır. Bunlar, ustalara bir bahşiştir. Evi,
başarıyla bitirmenin bir ödülü. Bu ödül, çatının bereketidir.
Ev
yapımında ödüllendirilen ustalar memnun ve mutludur. Alınan helallikten sonra
vedalaşılır. Yeni bir evin yapımına kadar dinlenme vaktidir artık. Gönül
rahatlığıyla yeni işler beklenmektedir.
Ustalık
toplum içinde saygı gören mesleklerdendir. Bir kişinin adının yanında usta
unvanının bulunması, onun saygı gördüğü anlamındadır. Ustalarda bu unvanlarını
gururla taşırlar. Toplum tarafından emeklerinin, uzmanlıklarının değer bulması
onları mutlu eder.
Çatılar
çatılırken kutsal bir ayinin ritmini andıran keser sesleri yok olmakta.
Komşuluk hakkı deyip mendillerde düğümlenip saklanan paralarla ustalara alınan
armağanlar çatılarda endam etmemekte artık. Çatılarda dalgalanan Türk
bayrakları, ulusal bir ruhun şahlanışıydı.
Günümüzde
bu gelenekler yitirilmekte. Toplumdaki dayanışma ruhu yok olmakta. Keserin,
çiviye her vuruşunda oluşan müziğin ezgisi kulaklarımda eski bir şarkının
nağmesi olarak yaşamakta. Dökmelerden sarkan mısırlarla beslenen insanlar ve
kuşlar bir başka diyara göç etti. Doğa ana, evlatlarını yitirmenin yasını
tutmakta. Bu yasa, yürekler ne kadar dayanır acaba?
Adil
Hacıömeroğlu
14 Ağustos
2013
BEL AĞACI
Karadeniz
evlerinde ahır bağının üzerine yerleştirilen ve tüm odaların, diğer bölümlerin
yükünü çeken kalasa, bel ağacı denir.
Bel ağacı,
evin tam orta bölümüne, ahır bağı direklerinin üstüne yatay olarak
yerleştirilir. Neredeyse tüm yapının yükünü çeker. Aynı zamanda yapının
dengesini de sağlar. Bu nedenle sağlam, dayanıklı ve tek parça olması çok
önemlidir. Tek parçadan oluşması, sanki ilahi bir gereklilikti. Bu özellikler
göz önüne alındığında öncelikle seçilen ağaç meşedir. Doğu Karadeniz’de meşe
ağacına “pelit” denir. “Meşe” sözcüğü de anlam değiştirerek “kişiye ait orman”
anlamında kullanılır.
Uygun meşe ağacı bulunamadığı durumlarda
kestane, dişbudak, karaağaç ve armut ağacı kullanılır. Meyve ağaçlarının
kesilmesi günah sayıldığından armut en son tercihtir. Fırtınalarla yıkılan ya
da yaşlanma nedeniyle ayakta duramayacak olan armut ağaçları bel ağacı
yapılabilir.
Bölgede yaşayan
her aile arazisinin kıyısında birkaç özel ağaç yetiştirir. En sıkıntılı
dönemlerde bile bu ağaçlar korunur. Bunlardan birincisi ölüm durumunda
kullanılacak ağaçtır. Ölü gömüldüğünde üzerine örtülen dokuz tahta içindir bu
ağaç. Bunun türü çok önemli değildir.
İkincisi ise
seçili ağaç türlerinden oluşur. İlerde ev yapımı için kullanılacak keresteler
için sağlam nitelikli ağaçlar özenle yetiştirilir. Zamanı gelince de ağaçlar
kesilerek Karadeniz’in olağanüstü güzellikteki ahşap evlerinin yapımı için kullanılır.
Evler her
zaman öngörülen zamanlarda yapılmaz. Doğal afetlerle yıkılan ve yangınla kül
olan evlerin yerine yenisini yapmak toplumsal bir imecenin, yardımlaşmanın
olağanüstü birlikteliğiyle yapılır. Bir kişiyi evsiz barksız bırakmak yakışık
almaz. Komşulardan hiçbirinin gönlü buna razı olmaz. Ayrıca olağan durumlardaki
ev yapımlarında da dayanışma hem komşuluğun, insanlığın hem de sevap işlemenin
gereğidir.
Bel ağacı
olacak ağaç, ustalarca özenle seçilir. Ev yaptıranın bahçesinde uygun ağaç yoksa
devreye komşular girer. Uygun ağaç bulununca imece usulü kesilir, balta ve
rendelerle biçimlendirildikten sonra yerine konur.
Yıllara meydan
okuyacak; fırtınalara, yağmurlara, sert rüzgârlara dayanacak bu ağaç. Mutluluk
rüyalarına ev sahipliği yapıp sevinç çığlıklarıyla şenlenecek. Acıları ev
sakinleriyle paylaşıp üzüntüleri içine gömecek. Zorluklara, evde yaşayanlarla
karşı koyacak. Karanlık gecelerde evin küçük çocuklarının yoldaşı olacak
yıllarca. İnsanların her adım atışında tahtalardan çıkan gıcırtılı ezgiye el
çırpacak. Nice doğumların, ölümlerin, sayrılıkların tanığı olacak.
Çocuklar,
uzun kış gecelerinde masalları burada dinleyip oyunlarını burada oynarlar. Her
türlü zıplamaya dayanır bel ağacı. Düğünlerde horonlar tepilir delicesine.
Harman zamanı ürünün yükünü çeker. Konuklar ağırlanır bel ağacının sağladığı
güven ortamında. Kahkahalarla dolu yemekler yenir. Çalışmanın getirdiği
yorgunluklar, bel ağacının taşıdığı sedirlere uzanılarak giderilir.
İnsanlar,
üst katta mutluluk çığlıkları yükseltirken alttaki ahırda bel ağacının
sağladığı güvenli ortamda hayvanlar yaşar. Sabahleyin küçük kazanlarda kaynatılan
sütün kokusu yayılırken dar pencereli mutfaklara, herkes karınca diriliğiyle
işbaşı yapmanın telaşındadır.
Toplumlar da
ev gibidir. Toplumun bel ağacı, onu ayakta tutan değerleri ve kurumlarıdır.
Bunlar zayıfladığında toplum ayakta duramaz, çöker, tıpkı ahşap evler gibi. Bu
nedenledir ki son zamanlarda emperyalistler ve onların işbirlikçileri belimize
belimize indirmekteler darbeleri. Bel sakatlanınca yaşayan bir ölüye dönecek
halk. İşte, bütün kavga bundandır. Bizim bel ağacımız, kuzeyin ayaz tutan,
güneyin delişmen rüzgârları; yağmura doymak bilmeyen toprağın bitekliğinde
yetişen meşe ağacındandır. Kolay kırılmaz.
Adil Hacıömeroğlu
12
Ağustos 2013
VARDAR OVASI
Hükümetin ağlamaktan sorumlu bakanı, “Vardar Ovası”
türküsünün kavuştak bölümünde geçen “Kazanamadım rakı parası” dizesindeki “rakı”
sözcüğünden hoşlanmamış. Yüzlerce yıldır söylenen türkünün sözleri bir bakanı
neden rahatsız eder?
Arınç, bayram ziyaretine gittiği Bursa’daki
Balkan Göçmenleri Federasyonu’nda Vardar Ovası türküsünü için "Onda rakı
falan geçiyor. Başka bir şey söyleyin." buyurmuş. Yedi yüz yılı aşkındır
söylenen bir türküyü yasaklamak cüretini nereden alıyor Bakan Bey? Bu türkü, ilk
söylendiğinde “rakı” sözcüğü büyük bir olasılıkla yoktu sözlerinde.
Türkülerimizin büyük çoğunluğunda olduğu gibi, “Vardar Ovası”nın sözleri de
zamanla değişikliğe uğramış olabilir. Bu değişiklikler halkın yaşam anlayışına
ters düşecek biçimde olmaz. Halk, yaşadığını yansıtır türkülerde.
Arınç’ın, türkünün sözlerine karşı çıkışının
nedeni, tüm olayları olduğu gibi, türküleri de dinsel bakış açısıyla
değerlendirmesindendir. Halkı, kendi yaşam anlayışının kısır iklimine sokma
çabasıdır bu. Tek boyutlu, ben merkezli toplum yaratma isteğinin cahil
cesaretiyle dışavurumudur.
“Türkü”
sözcüğü, “Türk’e özgü olan” demektir. Bu nedenle dünyada türküsü olan tek ulusuz.
Türküler, Türk Ulusu’nun yaşam biçimini, tarihsel serüvenini, sevi, kırgınlık,
isyan, kahramanlık, sevinç, mutluluk, acı, kırım ve yıkımları anlatır. Halkın
dil, yüreğidir. Halkın diline kelepçe vurulup yüreği zindana atılamaz.
“Vardar Ovası” türküsünün öyküsü Balkanların
fethi yıllarına dayanır. Makedonya topraklarından kopup gelen bir yürek ezgisidir.
1370’li yılların tarihi vardır üstünde. Üstelik bu yaratı bir kadınındır. Kadınlara
ait türkülerde başka bir yürek vardır. Duygu yoğunluğu, tanrısal bir esin
kaynağının ürünüdür. Arınç’a önerim: Kadınların yarattığı her şeye saygı duymasıdır.
Kadın emeğine saygı duymamak, bir kişiyi felakete götürür. Alma kadınların
ahını…
Bin
yılı aşkın süredir Müslüman olan bir topluma, din öğretmek kimin haddine? AKP,
kendinden önceki binlerce yılda Türklerin İslam’a aykırı yaşadığını mı söylemek
istiyor? BOP’un dayattığı ılımlı İslam’ı işbirlikçi bir anlayışla bir ulusa dayatmaktır
asıl İslam dışılık.
Ağlamaklı
bakan, halkın binlerce yılın yaşam imbiğinden geçerek oluşmuş kültürünü değiştirmek
istemekte. Türk’ü Türk yapan değerlere, yaşam anlayışına savaş açmakta
bilisizce. İnsan, yamaçtaki kuru ot değil ki yaşamsal gereksinim ve zevklerden soyutlansın.
Rumeli
Türklerini çok kırdınız bu söyleminizle. Türk Ulusu’nun bam teline dokundunuz.
Özür dileyin tüm ulustan. Bu erdemli tavrı gösteremeyeceğinizi de biliyorum. Çünkü
erdem biraz da türkülerle kazanılır.
Hani
siz demokrattınız, özgürlüklerden yanaydınız? Her fırsatta baskıcı, kara
yüzünüz ortaya çıkıyor. Halkın yüzlerce yıllık türküsüne bile tahammül
edemiyorsunuz. En küçük yaşam pırıltısı bile sizi, karanlık dehlizlerinizde
rahatsız etmekte. Işık, sizin gözlerinizi kamaştırıp zihninizi bulandırmakta.
Sürekli karanlıkta kalmanız; susuz, güneşsiz, topraksız bir yerde bulunmanız
nedeniyle canlılık sizi korkutuyor. Korkmayın bu kadar… Türküleri söylemekten
de dinlemekten de korkmayın. Halkın sesini kısmayın: Halka kulak verirseniz gaflet
uykusundan uyanırsınız. Yaşamak güzeldir, türküler tarihtir. Vardar Ovası,
Rumeli’den esen aydınlık rüzgârın sesidir.
Adil
Hacıömeroğlu
11
Ağustos 2013
AHIR BAĞI
Doğu
Karadeniz’de evler genellikle ahşaptı eskiden. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi,
doğal malzemenin bolluğu; ikincisi ise bölgenin aşırı derecede rutubetli
oluşudur.
Evler,
genellikle iki katlıdır. Alt kat ahır olarak kullanılır. Bu bölüm, daha çok
kesme taşlardan yapılır. İnsanların yaşayacağı bölümlerde taş az, ahşap
çoğunluktaydı. Ev yapımında kullanılacak ahşap malzeme özenle seçilirdi. Bu
konuda köylülerin sözü dinlenir, kafası çalışır kişiler önayak olur, gönüllü
bir sorumluluk üstlenilirdi. Yüzyılların deneyimlerinin kuşaktan kuşağa
aktarılmasıyla oluşan bilgi, bu bilgelerce yaşama geçirilirdi.
Yeni
yapılacak evin belki de en önemli bölümü ahır bağıydı. Ahır bağı, yapının tüm
yükünü taşıyan bölümdür. Evin alt bölümü
taş ise ahır bağı, en sağlam taşların özenle yerleştirilmesiyle yapılır. Eğer
yapı tamamen ahşapsa sağlam zemine yerleştirilen dikey kalaslardan
oluşturulurdu ahır bağı. Tabi böyle olunca da bu iş için en dayanıklı ağaçlar
seçilirdi. .
Ahır bağında
tercih kestane ağacından yanaydı. Evi yapan kişinin arazisinde böylesine özel
bir ağacın olmaması sorun değildi. Yaşlılar(yaş+ulu) kurulu, köyde kimin
arazisinde hangi ağacın bulunduğunu aşağı yukarı bilirlerdi. Uygun ağaç komşuda
bulunduğunda uygun bir dille istenirdi. “Hayır!” yanıtı genellikle az duyulur,
bu tür kişiler toplum içinde “makbul adam” olarak kabul edilmezdi. Onlara,
anında “cimrilik, hainlik, çekememezlik…” gibi sıfatlar yakıştırılırdı.
Seçilen
ulu kestane ağacı, imece usulü kesilir, düzeltilip uygun hale getirilerek taşınırdı.
Ustalar, ahır bağını özenle yapar; çoğu zaman da kenarda izleyen ya da yardıma
amade meraklı gözlere, yapılan işle ilgili aydınlatıcı bilgiler verilirdi. Evin
dayanıklılığı, ahır bağı olacak ağacın türüyle özdeş tutulurdu.
Evin
en önemli bölümünün yapılmasından sonra yapım işi hızlanır. Komşular, işçilik
yardımının yanı sıra kereste yardımı da yaparlardı. Herkes kendi arazisinden
uygun bir ağaç kesip inşaat alanına götürürdü. Böylece ortak bir özveri,
yardımlaşma ve dayanışma duygusuyla komşunun başını sokacağı yuvası
oluşturulurdu.
Yıllara,
amansız yağmurlara, delişmen rüzgârlara, karakışa, dört mevsim azalmayan
rutubete meydan okuyan; geçmişin tanığı, bugünün yalnızı, yarının bilinmezi
ahşap evlerin mahzun bakışı nedendir dersiniz?
Keser,
rende, testeresiyle kutsal bir ayinin ritmiyle keresteye ruh ve biçim veren
ustalara ne oldu? Ev yapana yardımcı olmayı büyük bir ibadet ve görev sayarak
koşturan aksakallılar, özverili komşular nereye gitti? Uzun, soğuk kış
gecelerinde meyvelerinin lezzetiyle keyiflenip daha çok ısındığımız ulu kestane
ağaçları birer masal kahramanı mıydı? Ahır bağının güvenliği içinde bulunan sıcak,
loş ahırda dünyaya gelen buzağısına evladı doğmuşçasına sevinip en güzel adı
veren, ineğiyle insanmış gibi konuşup dertleşen nur yüzlü kadınlar, derin
uykuda görülen rüya mıydı?
Adil Hacıömeroğlu
10 Ağustos 2013
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)