KIYAFET DEYİP GEÇME



MEB, kılık kıyafet yönetmeliğini değiştirdi. Okul formaları kalktı, serbest kıyafet geldi. Uzun süredir okul kıyafetleri “tek tip” giyim diye eleştiriliyordu. Gerçekten okullarda “tek tip” kıyafet mi var?
            
Ülkemizde en kolay söylenen şey, yalan. Çünkü sermayesi yok. İnsanlar yalanın süsüne kolayca kanıyorlar. MEB’in yönetmeliği, medyada “Önlük kalktı.” Manşetleriyle verildi. Oysa yıllardır okulların neredeyse tamamında önlük giyilmiyor, Her okulun kendi renklerini taşıyan formaları var. Öğrenci sayısı çok az olan bazı köy okullarında önlük geleneği sürmekte. Demek ki okullarımızda tek tip kıyafet uygulaması yok. Bir okulun öğrencilerinin tümünün aynı formayı giymesi “tek tipçilik” olarak algılanıyorsa medyamızın algısında sorun var, demektir.
            
O zaman biraz eskiye dönelim. Neden tüm ülke çapında öğrenciler önlük giyerdi. Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye çok yoksuldu. Bırakın yeni bir giysi almayı, yurttaşlarımızın çoğu bir dilim ekmek almaktan yoksundu. Çarşı pazarda dolaşan insanların çoğu kırk yamadan oluşan giysilerle dolaşırdı. Bu durum yurttaşlarda bir ezikliğe, özgüven eksikliğine neden olurdu. Koşullar ne olursa olsun çocuklar okula gitmeliydi. Eğitimin temel ilkesi eşitlikçi olmasıdır. Eğitim kurumlarında dil, din, ırk, cinsiyet sınıf ayrımı olmamalıydı. Yoksulluk içinde kıvranan halk çocuklarının okula ezik olarak başlaması önlenmeliydi. Bu nedenle önlük giydi öğrenciler yıllarca. Önlük: eski, yırtık, kimi zaman da olmayan giysilerin örtüsüydü. Yoksulla varsıl aynı okullarda, aynı sınıflarda okuyup aynı sıralarda oturdular. Cumhuriyet, eğitimde ayrımcılığa fırsat vermedi.
            
Türkiye’nin bugünkü durumu dünden çok mu farklı. Toplumda görece bir varsıllaşma göze çarpsa da gelir dağılımı adaletsizliğinde dünyanın en kötü ülkeleri arasındayız. Ülke nüfusunun çoğu asgari ücretle geçimini sağlamakta. Ekmek, makarna, çorba ile beslenen ailelerin çocuklarına yeni giysiler alması olanaklı mı?
            
Tüketim çılgınlığı içinde görgüsüzlüğün tavan yaptığı, marka tutkusunun sınır tanımadığı bir ortamda, sınıf ayrımcılığı gittikçe körüklenmekte. Tüketim çılgınlığı, acımazlığa dönüşmekte. Her ne olursa olsun (yasal, yasadışı) para kazanmak toplumda geçer akçe oldu. Para, varsılın yoksulu ezmesi için bir araç. Toplumda hoyratlık egemen. Kamuyu soyarak varsıllaşmak, toplumda şiddeti egemen kılmakta ne yazık ki. Üstünlük parayla, yetenekle değil. Bu koşullarda serbest kıyafet, öğrenciler arasında ayrımcılık yaratır. Yoksul giysiler içinde ezik dolaşan yığınlarla her gün defileye gider gibi markaları sırıtan azınlık…
            
Kimileri Avrupa’daki okullarda kıyafet serbest, demekte. Avrupa ülkelerinde yoksulluk kader midir ülkemiz gibi? Avrupalı zengin, her dakika parasıyla övünecek kadar görgüsüz müdür? Marka tutkusu Avrupalılarda yaşamın tek seçeneği midir? Bu soruların yanıtı tabi ki hayır! Avrupa ülkelerinin sokaklarında dolaştığınızda varsılla yoksulu ayırt edemezsiniz. Başbakanların toplu taşım araçları ya da bisikletle işine gittiği ülkelerle Türkiye’yi karşılaştırmak nasıl bir mantıktır? Üstelik Avrupa’da okulların birçoğunun forması var. Neden mi?
            
Forma, takım ruhunu, ekip çalışmasını yansıtır. Birlikte olmanın keyfini, bir topluluğa ait olmanın onurunu yaşatır kişiye. Bu da eğitimin amaçlarındandır. Okulların formalarını yok etmek, onlarca yılda oluşan eğitim geleneğini ortadan kaldırır. Okullarda oluşan aidiyet duygusunu yaralar.
            
Dünyanın her yerinde bazı meslek grupları, spor kulüpleri, sosyal topluluklar ve birçok okulun özel giysileri vardır. Askerler, polisler, itfaiyeciler, sağlıkçılar… mesleklerini kolaylaştırıcı ve tanınmalarını sağlayıcı kıyafetler içindedirler. Bunu tek tipçilik olarak nitelemek akla uyar mı? Yüz yıllık okulların formalarını değiştirmek doğru mu?
            
MEB’in çıkardığı yönetmelikle bazı derslerde ilköğretim öğrencilerinin başörtüsü takması serbest bırakıldı. Peki, bu kız öğrenciler diğer derslerde de “İnancım gereği başörtüsü takacağım.” derse ne olacak? İşin içine inanç sokuldu mu, okul kuralları dine göre düzenlendi mi bunun sınırı belirlenemez.
            
Yeni yönetmelik, bir özgürlüğün yolunu açmamakta, tersine okulları dini kisveler altında tek tipleştirmektedir. Diz altı etek hangi çağdaş ülkenin eğitim sisteminde vardır? AKP hükümeti işine geldiğinde Avrupa, işine gelmediği yerde ise ortaçağ kuralları demekte. Okul öncesi dört yaşındaki çocuğun kısa kollu giysisini tahrik öğesi gören bir zihniyet özgürlüğün “ö” sünü ağzına almamalı.
            
Yeni kılık ve kıyafet yönetmeliğiyle okullarda her türlü rozet takılması yasaklanmakta. Türk Bayrağı ve Atatürk rozeti takmak yasak; ancak bölücü örgütün renklerini taşıyan, bir tarikatın giyim biçimini çağrıştıran kıyafetler serbest.
            
Bu nasıl bir özgürlüktür ki çağdaş ve ulusal olan yasak; tarikatçı, bölücü, gayrı milli olan serbest… Kıyafet deyip geçmemeli, bu değişiklikle Cumhuriyet çınarının gövdesine derin balta darbeleri vurulmakta.
                                                                       
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       30 Kasım 2012
            Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

SEYİT RIZA’NIN İTİBARI


                                               
            
CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün, “Seyit Rıza’nın itibarının iadesi” için bir teklif hazırladı. Konu, CHP grup toplantısında görüşüldü ve milletvekillerinin ezici çoğunluğu bu teklifi reddetti. Ayrıca “anadilde savunma” konusu da CHP milletvekillerince eleştirildi.
            
CHP gibi bir devrim partisinde feodal bir zorbanın itibarının gündeme getirilip konuşulması yanlışların en büyüğüdür. Devrimi yapan bir parti, devrimin iradesini sorgulamaz, sorgulanmasına da ortam hazırlamaz.
            
CHP grup toplantısında, Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun basına sızan konuşması şaşırtıcıdır. (Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri yalanlaması en içten beklentimizdir.) “Sahibi eski Maocu olan gazeteye CHP’yi dizayn ettirmeyiz.” Bu tümceyi söylemek bir solcuya yakışmaz. Neden mi?
            
Soğuk Savaş döneminde toplumu sola düşman yapan sağ siyasetçiler; “Maocu, Leninci, Marksist, Komünist, Kızıl…” gibi söylemlerle solcuları, devrim önderlerini yaftalama propagandası yaptılar. Bu devrim önderleri, Türkiye düşmanıymış gibi bir algı yaratmaktı amaç. Atatürk’le Lenin’in dostluğu, yardımlaşması, dayanışması, emperyalizme karşı sırt sırta vermeleri unutturulmak isteniyordu. Kurtuluş Savaşımıza en büyük yardımı Lenin’in devrimci Sovyetler Birliği’nin yaptığı gerçeği bir yana itiliyordu sağ liderlerce. Çünkü onlar, ABD ekseninde politika yaparak ülkemizin tam bağımsızlığını yok ediyorlardı. Amerikancı siyasetçiler, bu nedenle dünyanın devrimci önderlerini topluma kötü gösterme çabası içindeydiler.
            
Mao da tıpkı Lenin gibi büyük bir devrimcidir. Emperyalizmim egemenliğindeki yoksul ülkesini sosyalist devrimle refaha erdirmiştir. Dünyanın tüm devrimci liderleri, bir devrimci sürecim parçasıdırlar ve onları birbirinden ayırmak yanlıştır.
            
Bugün Mao’nu ülkesinde okullarda Atatürk ders olarak öğretiliyor. Türkiye’de ise Atatürkçülük dersinin okullarda okutulmaması söz konusu. Atatürk milliyetçiliğinin Anayasadan çıkarılması için ise geniş bir  siyasal ittifak var. Acı, ama gerçek bu.
            
Marks’ı, Lenin’i, Mao’yu, Castro’yu savunanlar Atatürk’ü savunamaz diye bir kural yok. Atatürk de diğerleri gibi dünyanın büyük bir devrimcisidir, antiemperyalisttir, tam bağımsızlıkçıdır.
            
Sayın Kılıçdaroğlu’nun, Soğuk Savaş dönemi sağcılarının kullandığı bir dille insanları suçlaması talihsizlik. Bu tür konuşmalar, sola değil; sağa yarar. Üstelik AKP iktidarına karşı amansız bir mücadelenin içinde olan Aydınlık Gazetesini hedef alması anlaşılamaz. Aydınlık ve Ulusal Kanal, bugün RTE ve arkadaşlarının en çok korktuğu yayın organlarıdır. Böylesine onurlu bir savaşımın basın organlarına saygı duymak, destek olmak her yurtseverin görevidir.
            
Aydınlık Gazetesi’nin sahibi Doğu Perinçek değil. Büyük bir ulusal imeceyle çıkan bu gazetenin sahibi halktır. Yani patron gazetesi değildir. Cesareti, mücadeledeki kararlılığı da buradan gelmekte. Silivri zindanında tutsak olan ve tüm olumsuz koşullara karşın Cumhuriyet’i, Atatürk’ü AKP diktatörlüğüne karşı savunan Sayın Perinçek’i hedef göstermek demokratça bir tutum değil.
          
Cumhuriyet; Seyit Rıza’ların itibarını iade ederek değil, Atatürk’ü savunarak ayakta kalır. CHP de iktidara gelmek istiyorsa hangi siyasal gelenekten gelirse gelsin Atatürk’ü savunan herkesi kucaklamak zorunda. Bunun tersi ise AKP diktatörlüğünün katmerleşerek sürmesine neden olur.
                                                                       
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       26 Kasım 2012
            Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.
           


BARZANİSTAN TÜRKİYE’NİN SORUNU DEĞİL Mİ?


                     
ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra ülkenin kuzeyinde Barzani liderliğinde bir Kürt devletinin temelleri atıldı. Irak’ın işgalini fırsat bilen ayrılıkçı Kürtler ABD ve İsrail’in desteğiyle kendi kurumsal yapılarını oluşturmaya başladılar. Ekonomik alanda, merkezi hükümetten bağımsız olarak bazı yatırımlara giriştiler.

Ülkeleri emperyalist işgal altındayken ve her gün Irak’ta oluk gibi kan akarken Barzani ve müttefikleri işgalcilerle işbirliği içinde kendi devletçikleri için çaba gösterdiler. Barzanistan’ın, Irak merkezi yönetiminden ayrışmasında AKP hükümetinin desteği de yadsınamaz. Türkiye’nin “Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması” konusundaki geleneksel tavrı AKP tarafından terk edildi. Bunun yerini, mezhepsel ve etnik kökende politik ilişkiler geliştirme anlayışı getirildi. Bu da Irak’ın, dolayısıyla tüm Ortadoğu’nun daha da istikrarsızlaştırılmasına neden oldu.

Irak’taki bölünmeyi önlemek, kuzeydeki uydu devletçiği ortadan kaldırmak için Maliki yönetimi askeri önlemler almakta. Irak ordusuyla peşmergeler çatışmaya giriyorlar. Bu durum en çok da Türkiye’nin lehine. Çünkü bölücü terörün üslendiği yer Irak’ın kuzeyi. Ayrıca burada kurulacak uydu devlet, uzun vadede ülkemizin güneyini de içine almayı hedeflemekte.
           
21 Kasım sabahı Pakistan’a gitmeden önce RTE’nin Irak’la ilgili basına yaptığı açıklamalar dikkat çekicidir. “Baştan beri korkumuzdu, endişemizdi; yani burada bir iç savaşa rejim bu işi götürmek, taşımak istiyor. Bunu Allah göstermesin bir mezhep savaşına taşıyabilirler endişesini hep taşıdık. Şu anda bu korkulanlar yavaş yavaş olmaya başladı. Bu bizi endişeye sevk ediyor. Bu aynı zamanda bir petrol kavgası da olabilir yani onu tahrik ve teşvik eden aynı zamanda o da olabilir. Niye? Çünkü ‘Sen bize elindeki petrolden merkezi hükümetin bilgisi, haberi olmadan satış yapıyorsun.’ havasında merkezi yönetim kendisini böyle göstererek, bunu bahane ederek burada böyle bir saldırının içerisine giriyor; ama işin altında çok daha farklı nedenler yatmaktadır. Şu andaki Irak’ın merkezi rejimi sıkıntıların içerisindedir. Dolayısıyla burada gerek Kürtlerin, gerek Türkmenlerin, gerek Arapların belli bir dayanışma içerisinde olması Maliki yönetimini bir sıkıntıya sokacaktır. Maliki yönetimi de maalesef Türkiye ile olan bağlarını çok farklı bir şekilde kopardı. Atılan olumlu adımları çok farklı bir şekilde kopardı. Hatta zaman zaman çok garip bir şekilde tehditler sallamak suretiyle, bizim iş adamlarımıza yönelik bazı olumsuz yaklaşımlar içerisine girdiler. Bunlar şık olmayan şeylerdir. Siz bir anlaşma yapıyorsunuz, anlaşma yaptıktan sonra aynen yani mahalle arasındaki çocukların birbirleri ile kavga etmeleri gibi 'ben bir daha size gelmeyeceğim' der gibi çekip gidiyor ve o iş adamını da ortada bırakıyor. Böyle saçmalık olur mu- Anlaşma yapmışsın, vaadin var, akdin var, bu anlaşma biter, orada yapılanlar yapılır, işler teslim edilir sen de ödemeni yaparsın ondan sonra bir daha iş vermezsin o ayrı bir konu. Ama bu ayrı bir konu. Bu hiç bir zaman adil bir yönetime yakışan şey değildir. Sizin kendi içinizdeki kavganız başka bir olaydır ama çok farklı bir ülkeden gelip orada iş almış olan bir iş adamına karşı tavrınız velev ki o ülkeye karşı bir kininiz dahi olsa farklıdır.” Önünde hazırlanmış bir konuşma olmayınca ne dediği pek anlaşılmıyor, Türkçe kuralları tepetaklak oluyor. RTE’nin bu sözlerindeki dil yanlışları ile sözcük dağarcığındaki kıtlık ayrı bir yazı konusudur. Burada üzerinde duracağımız konu, Türkiye’nin geleceğini yakından ilgilendiren bir konudaki düşüncelerdir.
           
RTE, Bağdat-Barzani çatışmasının önce mezhep çatışması olabileceğini söylüyor. Sonraki tümcede ise petrol savaşı olma olasılığından söz ediyor. Konuşmada hep olasılık tümceleri var. Bir ülkenin başbakanı, burnunun dibindeki çatışmaları, siyasal gelişmeleri olasılıkla açıklar mı? “Bu değilse odur.” mantığıyla gelecek yönlendirilebilir mi? Her şeyi sayıyor, bir şeyi söyleyemiyor. Barzanistan’ın, Irak’ın toprak bütünlüğünü bozduğunu, Maliki’nin de ülkesinin birliğini sağlamaya çalıştığını anlatamıyor. Neden mi? Kürdistan bir ABD-İsrail projesi. Kendisi de BOP eşbaşkanı. Nasıl karşı çıksın kendisinin de onayladığı, rol aldığı bir projeye? Üstelik Barzani, AKP Kongresinde “Türkiye seninle gurur duyuyor!” bağırışlarıyla ayakta alkışlanmadı mı?
           
Irak’ın kuzeyindeki oluşum, Türkiye’nin bölünmesini tetikliyor. Türkiye’nin yanı sıra Suriye ve İran da hedefte Büyük Kürdistan için. Maliki, kuzeye yürüyerek Türkiye’nin de bütünlüğünü savunuyor. Ankara’nın gözü kapalı desteklemesi gereken bir hareket bu. Ancak tam tersi oluyor. Ankara’dakileri, Türkiye ve Irak’ın toprak bütünlüğü ilgilendirmiyor. Onlar için varsa yoksa Atlantik çıkarları. Ne günlere kaldık? Hançeri, kalbimize bizi yönetenler saplamakta.
                                                                      
Adil Hacıömeroğlu
                                                                       21 Kasım 2012
             Not: 26 Kasım 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
             Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.




10 KASIM BAŞKALDIRISI



          10 Kasım’da Anıtkabir doldu taştı. Akşama kadar ziyaretçi kuyruğu sürdü. Yağmur, soğuk, yorgunluk Atatürk sevdalılarını durduramadı. Yine TGB, yine ADD… ADD’nin deneyimiyle TGB’nin dinamizmi birleşip Cumhuriyet seferberliğine dönüştü.

TGB yaratıcılığını burada da gösterdi. Kağnılarla yürümeleri göz yaşartıcı ve düşündürücüydü. Gittikçe olgunlaşıyor TGB’liler… Her geçen gün halkın güvenini daha çok kazanıyorlar. Artık ulusun gözü TGB’de. Yaşı yetmişi devirmiş dedeler, nineler TGB’ye üye olacağım, diyorlarsa her renkten siyasetçinin akıllıca düşünmesi gerek bu durum karşısında. Demek ki halkın vazgeçilmez değerlerinin başında Atatürk ve Cumhuriyet geliyor. Kurtuluşu uyduruk, yapay, dış kaynaklı reçetelerde arayanlar zaman ve emeklerini boşa harcamasınlar; kurtuluş yolu gözlerinin önünde.

Saat dokuzu beş geçe tüm Türkiye’de yaşam durdu. Kentte, köyde, bahçede, tarlada, fabrikada, inşaatta, sokakta, köprü üstünde, evde, okulda, otoyolda, her yerde eller saygıyla vücuda yapıştı, buğulanan gözler gururla ufka kilitlendi, soluklar tutuldu, kornalar sonsuza çığlık attı, sirenler acıyla göğü deldi, düdükler bir özlemin sevisiyle öttü, öttü, öttü… Gökyüzü ağladı, gözyaşları yağmur oldu, Anadolu bozkırını suladı. Milyonlar yağmura aldırış etmedi. Sirenler çalarken şemsiyeler saygıyla kapatıldı, gökyüzünün hüzünlü gözyaşları; yeryüzünde coşkuya, inanca, saygıya, kararlılığa dönüştü. İnsan seli, yağmur selini bastırıp aktı Ata’sına.

Yalnızca Ankara’da mı mahşeri bir kalabalık vardı? Tabi ki hayır! Yurdun her köşesi Atatürk’üne sığınarak onun huzurunda saygıyla dimdik duruyordu. Dolmabahçe’de kuyruklar uzadı, uzadı. Boğaziçi köprüsü görülmeye değerdi. İstanbul’un tüm anayollarında saygı duruşunda duranlar gururluydu. Bostancı sahilinde yedi kilometre uzunluğundaki insan zinciri, Atatürk’ün bu topraklarda yok edilemeyeceğinin ifadesiydi.

İki inşaat işçisinin elleriyle selam durarak saygı duruşunda bulunması gurur vericiydi. Hele bir fotoğraf vardı duygulanmamak elde değil.

Saat dokuzu dört geçe bir yurttaşımızın ayakkabılarını boyatmakta. Saat dokuzu beş geçe boyacıyla müşterisi hazır olda.

Zonguldak’ta çöpten karton toplayarak geçimini sağlayan genç bir kızın sirenler öttüğünde derme çatma arabasını bırakarak saygı duruşunda bulunmasında sözde aydınların öğreneceği çok şey var.

Tarsus’ta bir annenin elinde bayrakla Ata’sına saygısını göstermesini anlamayanlara ne denebilir ki? Böyle yürekli anneler var oldukça bayrağımız hep dalgalanır.

Bolu Valiliğinin bahçesinde çiçek diken kadın işçiler de saygı duruşundaydı ellerindeki toprak kokusuyla.

Tekerlekli sandalyesine tutunarak iki büklüm hazır ola geçen özürlü yurttaşımızın Atatürk sevgisi satırlarla anlatılabilir mi?

Çorlu’da gece boyunca Atatürk Anıtında nöbet tutan gençler varken bu ülke emperyalizme teslim olur mu?

Kırklareli’nde aralıksız nöbetleşe Ata’mızın söylevini okuyanları görüp de imrenmeyen var mı? 

İzmir’de iki bin dört yüz kişinin oluşturduğu Atatürk portresi ise olağanüstüydü.

Her yaştan, her sınıftan, her inançta, her etnik kökenden insan 10 Kasım’da Atatürk’te birleşti. Kimse, kimseye ne etnik kökenini ne inancını ne de ne iş yaptığını sordu. Atatürk şemsiyesi, hepimizi altında toplayacak kadar büyük.

Efendim RTE törene katılmamış. Varsın katılmasın. Onun katılmasını isteyen mi var? İşte halk, işte millet! Milletin olduğu yerde eşbaşkanlar olur mu? Kendini zorla davet ettirmiş Brunei sultanına. O da konuk etmiş RTE’yi. Ama dikkat etsin sultan. RTE, kime kardeşim demişse hançeri saplamıştır kürek kemiklerlinin arasına. İşte Kaddafi, işte Esat… RTE’nin sultanlara çok gereksinimi var. Dünyadaki tüm diktatörler gibi memleketini terk ettiğinde sığınacağı yer gerek ona.

Bir sözümde kalemlerini ve beyinlerini sahiplerine teslim etmiş köşe yazıcılarıyla ekran bülbüllerine. Durmadan Atatürk Devrimlerinin halka rağmen yapıldığını söylerler. Baktınız mı 10 Kasım günü Türkiye’ye.

Çapayı, kazmayı, küreği, malayı, keseri, testereyi, el arabasını, kalemi, örgüyü, direksiyonu, dümeni, şemsiyeyi, manivelayı… bırakan eller; Türk Ulusunun değişik kesimlerden yurttaşlarıydı. Emekçiler, kadınlar, gençler, emekliler, yaşlılar, bebekler, başörtülüler, şapkalılar… herkes Atatürk’üne saygı ve minnet duygusuyla ayaktaydı.

10 Kasım Cumhuriyet yıkıcılarına bir başkaldırıya dönüştü. Halkı geriliğe, ulusu emperyalizme, yurdu bölücülüğe teslim etmek isteyenlere karşı bir başkaldırı.

Türkiye’yi aydınlığa, esenliğe, kurtuluşa götürecek tek yol var; o da Kemalizm. Tehlikeli, bilinmedik yollara sapanların aklını başına alma zamanı gelmedi mi hala?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           12 Kasım 2012
Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

YÜREĞİMİZE YİNE ATEŞ DÜŞTÜ



     Tam da 10 Kasım’da Atatürk’ümüze ulusça saygı seferberliği yaptığımız bir günde Siirt’in Pervari İlçesinde bir helikopterimizin düştüğünü öğrendik. Helikopterde bulunan on yedi kahramanımız şehit oldu. O anda cumhuriyet seferberliği için yurdun dört bir tarafında bayraklarıyla sokaklarda olanlara sevinemedim. Sevincim buruklaştı, buruklaştı, derin bir üzüntüye dönüştü. Yüreğimin orta yerine kocaman bir hançer saplandı. O hançer ateşe döndü, yaktı yüreğimi. Yalnızca benim yüreğim mi yandı? Tabi ki hayır! Bir ulusun yüreğini dağladı bu ateş.
            
       Son aylarda nedendir bilinmez, askerlerimiz sık sık kaza(!) geçirmekteler. Uludere’de devrilen araçta sekiz, Afyon’da patlayan cephanelikte yirmi beş ve son olarak Pervari’de düşen helikopterde on yedi şehit. TSK gibi işini iyi yapan bir kurumun bu kadar sık kazalarla karşılaşması düşündürücü. Araç gereç bakımına, disipline son derece önem veren bir kurumun böylesi kayıplar vermesi ister istemez kafalara bazı soru işaretlerini de getirmekte.
            

        Bu helikopter her hangi bir saldırı sonucunda düşmüşse bu açıklanmalı kamuoyuna. Terör örgütünün elinde uçaksavar silahların olduğu kimilerince yazılıp çizilmekte. ABD’nin Irak’tan çekilirken ağır silahlarının bir bölümünü Barzanistan’a bıraktığı biliniyor. PKK’nın bu silahları kolayca ele geçireceği de bir gerçek. Terör örgütünün elinde müttefikimiz tarafından verilen ağır silahlar varsa halkımızın bunu bilmesi gerekir. Böylesine ciddi bir durum kamuoyundan saklanmamalı dostu düşmanı tanımak bakımından.
            
        TSK yaptığı açıklamada pilotaj hatasının olmadığını, helikopterin meteorolojik nedenlere bağlı olarak düştüğünü söylemekte. Günümüzde meteorolojik tahminler bilimsel esaslara dayalı ince ayrıntılarıyla verilmekte. Böyle bir durum varsa bu bir ihmaldir.
            
         Helikopterin bakımının doğru yapılmamış olması ya da teknolojik bakımdan eskimişliği de düşmesine neden olabilir. “TSK’yı küçültme” adına hükümet, son yıllarda teknolojik gelişmelere uygun araç ve gereç alımı yapmıyorsa bu affedilmez bir ihmaldir. Terörle yaşamsal bir savaşımın içinde olan bir orduyu teknolojik gelişmelerden yoksun bırakan bir hükümet bu milleti yönetemez.
            
         Silivri ve Hasdal’da tutsak olan komutanların TSK’nın çalışma azmini kırdığı bir gerçek. Tutsakların emir komuta zincirini etkilemediği de söylenemez. Bu nedenle morali bozulmuş görevlilerin işlerini yaparken hata yapmaları olağan. TSK’ya karşı yürütülen psikolojik savaş bitmeden verilen kayıplar önlenemez.
            
         İhmal, kaza, saldırı… Hangi nedenle olursa olsun olan on yedi vatan evladına oldu. Gencecik yiğitler toprağa düştü. Onlar toprağa düşerken milyonlarca kişinin yüreği yandı. Nerdeyse şehit vermeyen köy ve mahalle kalmadı ülkemizde. Gencecik fidanları hayalleriyle toprağa veriyoruz. Şehit yetimlerini yoksulluğun pençesine terk etmekteyiz. Kimileri vatan için canını verirken, kimileri de vatan toprağını yağmalamakta. Şehitlerini,  gazilerini el üstünde tutmayan bir ülke büyük olamaz, geleceğini garanti altına alamaz.
            
            Yan gelip yatan milletvekillerine on binlerce lira ödeyen bir ülke, şehit yetimlerini süründüremez.

Gencecik Mehmetlerin toprağa düştüğü günlerde bölücü örgütün istekleri doğrultusunda yasalar çıkarılmakta. Eyalet sisteminin temelleri atılmakta. Türkçemizin resmi dil olmaktan çıkarılması gündeme getirilmekte. O zaman sormazlar mı adama: “Bu Mehmetleri neden şehit veriyoruz?” diye.
                                          Adil Hacıömeroğlu
                                          12 Kasım 2012
              Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.


            

ATATÜRK NE ZAMAN ÖLÜR?


Atatürk, Konya ziyaretlerinden birinde kendisine armağan edilen konakta halkla bir akşam yemeğindedir. Yemekte bazı Konya milletvekilleri de vardı. Sofrada bulunanlar, Milli Mücadele anılarını anlatmaktaydı. Halkla aynı ortamda olan Atatürk çok neşeliydi. Bu güzel söyleşi, tam doruk noktasındayken Konya Milletvekili Refik Koraltan söz alıp Atatürk’e hitaben onu öven uzun bir söylevde bulunur.

      “Her şeyi yapan sensin, bütün varlığımızı sana borçluyuz. Sen olmasaydın, başka hiç kimse hiçbir şey yapamazdı, bundan sonra da yapamaz. Allah seni başımızdan eksik etmesin…” diyor Koraltan. Bu sözler, Atatürk’ün neşesini kaçırmaya yetmişti. Konuşmadan sıkılıp bunalan Atatürk, konuyu kapatmak isteyerek şu yanıtı verdi:

         “Beyefendi! Bütün bu yapılanlar, herkesten evvel büyük Türk Milletinin eseridir. Onun başında bulunmak bahtiyarlığına ermiş bulunan bizler ise ancak onun şuurlu fedakârlığı sayesinde ve fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız; hakikat bundan ibarettir.”

         Alkolün etkisiyle coşmuş olan Koraltan, konuşmasını sürdürdü: “Paşam, bu kadar yüksek tevazua tahammülümüz yoktur.” Bu sözlere iyice sinirlenen Atatürk, sesini yükselterek yanıt verdi Refik Bey’e:

        “Efendim, müsaade buyurunuz. Ortada tevazu filan yok. Gerçeğin ifadesi vardır. Zatıâlinize bir şeyi hatırlatacağım. Elbette dikkat etmişsinizdir, ben önümüze çıkan meseleler hakkında her zaman uzun uzadıya konuşur, istişarelerde bulunurum. Herkesi söyletir ve dinlerim. İtiraf edeyim ki, konuşulacak meselelerin hal şekilleri hakkında açık bir fikre sahip olmadan müzakerelere girdiğim çok olmuştur. Bu konularda; ancak arkadaşlarımı, yani sizleri dinledikten sonradır ki kanaate varmışımdır. Binaenaleyh uygulamada olduğu gibi verilen kararlarda da hepinizin hissesi vardır, bunu bilesiniz.”

         Atatürk, yukarıdaki sözleri söyledikten sonra biraz susup düşünerek konuşmasını sürdürür:

             “Şimdi mevzuun asıl ince noktasına geliyorum. Beyefendi; içeride ve dışarıda şahsıma karşı suikastlar tertip edilmesinin sebep ve hikmeti nedir, hiç düşündünüz mü? Bu tertiplerin peşinde koşanların benimle şahsi bir alıp verecekleri mi vardır? Hayır! İntikam hırsıyla mı hareket ediyorlardır? O da değil. O halde neden beni ortadan kaldırmak istiyorlar?

   Cevap vereyim. Çünkü devrimci Türkiye Cumhuriyeti’nin benimle var olduğunu, ben gidince yıkılacağını, bu suretle haince emellerine kavuşacaklarını vehmediyorlar da ondan. Sizin sözlerinizin de onların sakat muhakemesine uygun olduğunu bilmem fark ediyor musunuz?

        Çok rica ederim Beyefendi, eğer samimi iseniz bu fikri kafanızdan çıkarınız; hatta böyle düşünenlere rastlarsanız, onlara da aynı şeyi ihtar ediniz. Herkes milli vazife sorumluluğunu bilmeli ve memleket meseleleri üzerinde o zihniyetle düşünüp çalışmayı alışkanlık edinmelidir.” diyen Atatürk sofradakilere dönerek sözlerini şöyle sürdürdü:

           “Efendiler! Size şunu söyleyeyim ki, devrimci Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla var olduğunu zannedenler çok aldanıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti, her manası ile büyük Türk Milletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır. Şimdi rica ederim artık şu bahsi kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim. (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, sf. 55-56)”

       Atatürk’e sınırsız övgülerde bulunan Refik Koraltan daha sonra Demokrat Parti’yi kuracak olan dört kişiden biridir. DP döneminde TBMM başkanlığı yapmış, Menderes döneminde Atatürk devrimlerinin ortadan kaldırışında partili arkadaşlarıyla pay sahibi oldu. Atatürk, olağanüstü sezgisiyle Koraltan’ın siyasal çizgisini de yukarıdaki konuşmasında fark etti.

         Dünyada hiçbir varlığın bedeni sonsuza dek yaşayamaz. 10 Kasım 1938, Atatürk’ün bedenen aramızdan ayrıldığı gün. Arkasında örnek alınacak devrimler, eşi benzeri bulunmayan bir cumhuriyet bırakarak ölümsüzlüğe erişti. Atatürk’ün yapıtlarını koruyacak olan Türk Ulusu. Onun devrimlerini koruyamamak, düşüncelerini savunamamak, devrimciliğini sürdürememek durumundaysak bugün bu suç, ulus olarak hepimizin. Onun Anıtkabir’de rahat uymasını istiyorsak ulusumuzun gücüne güvenerek tam bağımsız Türkiye’yi yeniden kurmalıyız.

              Yurdun dört bir yanında her şeyiyle yaşayan, dünya üniversitelerinde adına kürsüler kurulan, birçok ülkenin kentlerinde yontuları dikilen Atatürk’ü Türkiye’den, dünyadan söküp atmak olanaklı mı?

             Atatürk ne zaman mı ölür? Ne zaman ki bu topraklar üzerinde ocaklar tütmez, türküler susar, al yıldızlı bayraklar iner, tufanlar kopup yıldırımlar düşer; Türk adı, insan nesli yok olur; işte, o zaman Atatürk ölür. Ölümsüzlüğüyle her an içimizde, yurdun dört bir yanında yaşayan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü aramızdan ayrılışının 74. yıldönümünde saygı ve minnetle anıyoruz.

                                                                      

Adil Hacıömeroğlu

                                                                                        9 Kasım 2012

                   Not: 12 Kasım 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.

                   

 

 

 

 

ŞEMDİN SAKIK’IN GİZLİ TANIKLIĞI


                                     
     Baştan beri okyanus ötesi destek, uydurma tanık ve belgelerle sürmekte olan Ergenekon davasına renkli bir sima daha eklendi. Ergenekon tertibini haham uydurup yazarsa, tecavüzcünün ifadeleriyle ülkenin önemli aydınları tutsak edilirse neden profesyonel bir terörist tanıklık yapmasın? Bugünkü duruşmada “Deniz” kod adlı Şemdin Sakık, kendi isteğiyle(?) kimliğini açıklamak istedi. Mahkeme de kabul edince özel yetkili mahkemenin nur topu gibi bir tanığı oldu.
            
     Sakık’ın gizli tanıkken kimliğini açıklamasının kendi isteğiyle olduğunu sanmıyorum. Ergenekon davasının gerekçeleri bir bir çürütülünce yeni bir senaryo devreye konulmak istenmekte. Yine Sakık’ın gündeme oturmasını, son günlerde yükselen Cumhuriyet dalgasından da ayrı tutamayız.
            
    Sakık, mahkemede verdiği tanıklık ifadesinde Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ü hedefe oturttu. Bu, rastlantı değil. Ergenekon dedikleri hayali örgütü, PKK ile ilişkilendirme çabası öteden beri var. Şemdin Sakık’ın uydurma ifadeleriyle Perinçek ve Küçük’ü, Öcalan’la ideolojik, örgütsel ilişki içinde gösterme çabası önümüzdeki günlerde tırmanacak. Neden mi?
            
    Cumhuriyet buluşması AKP’yi korkuttu. 10 Kasım’da Anıtkabir’de toplanacak büyük kalabalık hem Gül’ün hem de Erdoğan’ın uykularını kaçırmakta. Son aylarda TGB’nin yıldızı parlamakta, Aydınlık Gazetesi ile Ulusal Kanal halkın güvenilir sesi olmuş durumunda, İşçi Partisi kararlı önderliğiyle kitlelere yol göstermekte, Perinçek ve arkadaşlarının Silivri’de gösterdiği kararlı tutum herkes tarafından takdirle karşılanmakta. On yıldır AKP hukuksuzluklarına ve Cumhuriyet yıkıcılığına karşı halkı sokağa döken irade boğulmak istenmekte. Bu nedenle de Perinçek ve Küçük karalanarak, kamuoyuna PKK’lı gibi gösterilerek Cumhuriyet’i savunan güçler parçalanmak istenmekte. Ergenekon sürecinde o kadar çok yalan senaryo üretildi ki bu sonuncusuna inanmak olanaksız. Yine ekran bülbülleri, yandaş kalemler Sakık’ın ifadelerini allayıp pullayıp anlatacaklar halka. Otuz üç aslanımızı şehit eden Sakık’ı aklayarak suçu Ergenekonculara atacaklar. Bilindik yalanlarla beyin yıkamaya çalışacaklar.  
            
   Eski bir genelkurmay başkanının ve bölücü teröre karşı yıllarca savaşmış askerlerin sanık, bir PKK yöneticisinin tanık olduğu bir günde Ergenekon davasının hangi amaçlara hizmet ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Sakık’ı yakalayan birliğin komutanının ve onu sorgulayan subayın Silivri’de tutuklu olması ise işin trajikomik yanı.
            
    Bölücü Oslo anayasasının hazırlandığı bir dönemde halkın ilgisini başka yerlere çekmenin, yeni bir gündem yaratmanın bundan başka yolu olmasa gerek. Başkanlığa geçişle ilgili yasa değişikliği TBMM’ye sunuldu. Bölücü anayasanın bel kemiği başkanlık sistemi. Bu, Cumhuriyet’in ruhuna tamamen Fatiha okumak demek. Bölücü anayasayı engelleyebilecek güç; Ulus’ta barikatları parçalayan, 29 Ekim’de yurdun dört bir yanında ayağa kalkan cumhuriyetçiler, Kemalistlerdir. İşte Ergenekon tertibinde yeni senaryoların yazılmasının nedeni, bu büyük gücü parçalama isteğidir.
            
    Şark kurnazlığıyla yazılan ucuz senaryolarla PKK’yı da Ergenekon davasına dâhil etme çabasıdır bu. Yalan ve iftira torbası doldu taşıyor. Artık halkımızın yeni uydurmalara inanacak durumu yok. Neyin ne olduğu o kadar çok açık ki… Bu senaryo ters tepecek, AKP’nin yıkılışını hızlandıracaktır.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       6 Kasım 2012
            Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.


SEÇİM ABD’DE Mİ, TÜRKİYE’DE Mİ?



        Bugün ABD seçimleri yapılıyor. Günlerdir basın yayın organlarımızda baş haber bu. Neredeyse her televizyon kanalında ABD seçimleriyle ilgili yorumlar, seçim sonuçlarıyla ilgili tahminler var. Amerika’da yapılan sormacalar yorumlarıyla verilmekte.

Bazı televizyon muhabirleri mikrofonu bizim yurttaşlarımıza uzatıp kimi desteklediğini soruyor. Yurttaşımız da adam yerine konulmanın gururu ve ekrana çıkmanın çekiciliğiyle yapıyor yorumunu. Türkiye’de sandıklar konulsa açık ara Obama çıkar.

Amerika’nın her iki başkan adayının özel yaşamı, zevkleri, konuşmaları, akılınıza gelen her şey halkımızın beğenisine sunulmakta. Hangi eyalette kimin güçlü olduğu ayrıntılarıyla anlatılmakta. Adaylar o kadar sevimli gösteriliyor ki sevmemek elde değil! Hele Obama… Sanki Afganistan’a bomba yağdıran bu Obama değil. Ortadoğu’yu kana bulayan kim? Çok uluslu ABD tekelleri Obama döneminde dünyanın kanını emmeyi bırakıp yoksulları kalkındırma programına her şeylerini bağışlamışlar gibi bir algı yaratılmakta. Amaç, ülkemizde yükselmekte olan Amerikan karşıtlığını sempatiye dönüştürmek. Anlayacağınız inceden bir beyin yıkama yapılmakta halkımıza. Buna da necip Türk(!) medyası alet olmakta.

En çok sorulan soru şu: Ülkemiz çıkarları açısından kimin seçilmesi gerekir? Sorudaki mantıksızlığa bakın! Sanki Türkiye’ye başkan seçiliyor. Kim seçilirse seçilsin ABD’nin çıkarlarını savunacak. ABD dünyayı sömürmeyi bırakıp yoksulların kanını dökmeyecek. Silahsızlanma politikası izlemeyip dünyaya barış getirecekler. Hangisi seçilirse seçilsin Türkiye’deki bölücü örgütü ve ılımlı İslamcıları destekleyecekler. İkisi de BOP’u uygulamak için var güçleriyle çalışacaklar.

Ülkemizde bilgisizlik içinde yüzen, işbirlikçiliği, yalakalığı, çıkarları uğruna gerçekleri görmemeyi marifet sanan kimi siyasetçiler, köşe yazıcıları, yorumcular, karanlıkta yaşayan aydınlar sanal düşte yaşamaktalar. Büyük devletlerde devlet politikalarının kişilere göre değişmediğini bir türlü anlamamaktalar. ABD’de politikacılar devletin temel niteliklerini değiştirmeye çalışıp kurumlarla kavga etmezler. Ülkemizdeki bazı siyasetçiler, kendi devletiyle kavga etmeyi amaç edinmişler. Herkesi de kendileri gibi sanıyorlar bu nedenle.

Medyanın ABD seçimlerini bu kadar çok gündeme getirmesinin bir tek yararı var. Halkımızın coğrafya bilgisi gelişmekte! Türkiye’nin bölgelerini, denizlerini, illerini sayamayan halkımızın büyük çoğunluğu ABD’nin eyaletlerini öğrendi. Hatta kentlerini bile ezbere sayabilecekler var.

Benim bu konuda üzüldüğüm nokta şu: Bu gece ABD seçimlerinin sonuçlarını merak içinde izleyeceklere neden bir oy hakkı tanınmadı. Yazık oluyor bu Amerika hayranı kartal yürüyüşlü kargalara. Hem de çok yazık!
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           6 Kasım 2012
Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.



GÜL VE ERDOĞAN KAVGA MI EDİYOR?


                              
       29 Ekim’de Ankara’da AKP barikatının halk tarafından yıkılmasından sonra devletin zirvesinde yeni bir tartışma başladı. Abdullah Gül’ün Ankara Valisini arayarak barikatın kaldırılmasını istediği haberi tartışmanın nedeni.
            
     Gül’ün Ankara Valisini araması haberine; Erdoğan, kimilerine göre sert sayılabilecek bir karşılık verdi. “Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Valime böyle bir talimat verdi mi, vermedi mi; bu konudan haberim yok ki ben Cumhurbaşkanımızın böyle bir talimat vereceğine de inanmıyorum. Çünkü bu ülkeyi çift başlı bir yönetimle bugüne kadar getirmedik. Bundan sonra çift başlı bir yönetimle bu ülke bir yere varmaz.” Yandaş medya bu sözlerin altında Gül-Erdoğan çekişmesinin olduğunu ve ileriki günlerde bu çekişmenin tırmanacağı konusunda destanlar yazmaya başladı. Bir kişi, gerçeklerden uzaklaşıp aklını paraya teslim edince olayları nasıl değerlendireceğini bilemez. Burada Erdoğan açıkça “Ben gücümü, yetkilerimi kimseyle paylaşmam.” demekte. Demokrasinin güç paylaşımı ve uzlaşma rejimi olduğunun farkında değil. “Çift başlılık” istemediğini söyleyerek tek adam olma niyetini vurgulamakta. O zaman sorarlar adama: “Cumhurbaşkanlığı bostan korkuluğu mu?”
            
     RTE konuşmanın devamında ağzından baklayı çıkarıyor. “Eğer bu ülkede bir başkanlık sistemi arzu ediliyorsa ben bundan yanayım. Bir başkanlık sistemi gelir, o zaman bu adımları çok daha rahat atarız. O zaman böyle bir sıkıntı olmaz; ama bunun dışında kimin ne yapacağı bellidir.” Bu sözlerle başkanlık sistemine geçişi gündeme getiriyor RTE. Amaç; Gül’le çekişip tartışmak değil, başkanlık sistemine geçişin yolunu açmak.
            
     RTE’nin bu çıkışından sonra TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in açıklaması geldi. Çiçek; “Bu sistem çatışmaya teşne. Yarın bir de bunun üzerine hem cumhurbaşkanını hem de başbakanı halk seçecek. Çatışma daha da büyüyecek.” diyerek başkanlık tartışmasını hızlandırdı.
            
     Tabi bu arada her devrin adamı olma başarısı göstermiş basının usta(!) köşe yazıcıları da konuya balıklama atladılar. Başkanlık sisteminin erdemlerinden dem vurmaya başladılar bile gazetelerinde. Uzlaşma, karşıtıyla çalışma başarısı gösterme demokrasinin vazgeçilmezi. Ancak bunu unutuyor demokrasi(!) sevdalıları kalemşorlar.
            
     Gül’le Erdoğan’ın kolay kolay kavga etmeyeceğini yazdık defalarca. Eğer bu ikili kavgaya tutuşursa bilin ki AKP’nin gidişinin arifesidir o gün. Ülke gündemindeki bazı önemli konularda ters düşüyorlarmış gibi açıklamaları da kandırmasın kimseyi. “İyi polis, kötü polis” rolünü iyi oynamaktalar. Cumhuriyeti yıkma konusunda düşünsel ayrılıkları var mı bu ikisinin? Yok tabi ki… O zaman yapay gündemlerin, hayali çatışmaların peşinden koşmak niye? Hem AKP sözcüleri hem de iktidarca teslim alınmış medya başkanlık sistemi tartışmalarını alevlendirmekteler. Hem cumhuriyet hem de demokrasi rafa kaldırılırken Türkiye hızla tek adam diktatörlüğüne götürülmek istenmekte.
            
     Cumhurbaşkanlığı seçimine çok zaman var. Köprülerin altından çok sular akar. AKP, çöküş sürecine girmiş durumda. Cumhuriyet dalgası hızla yükseliyor. Yoksulun ekmeğini yiyip ABD’den icazet alanların bu dalgada kulaç atması zor. RTE’yi başkanlığa halk mı seçecek? Büyük bir hayal bu, Türkiye sömürge değil ki…
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  1 Kasım 2012
            Not: 5 Kasım 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.