AKP KONGRESİ


      AKP’nin dördüncü olağan büyük kongresi, 30 Eylül Pazar günü Ankara’da toplanacak. Medya, günler öncesinden kamuoyunun ilgisini çekmek amacıyla gündemin başköşesine yerleştirdi kongreyi. Büyük beklentiler yaratıp halkı merak içinde bıraktı AKP sözcülerinin ve yandaş köşe yazıcılarının açıklamaları. Beklentilerin başında da yeni açılım paketleri gelmekte. Tabi ki açılımın kılıfı da demokratikleşme.
            
    AKP ülkemize demokrasiyi getiren parti, RTE de demokrasi kahramanı ya… Bir kişinin ya da kurumun demokrat olup olmadığını anlamak için yaptıklarına bakmak yeterli. Kongrede kimse, partinin hiçbir organına seçilmek için aday değil. Neden mi? Her şeyi genel başkan bilir. RTE, günlerdir liste üzerinde çalışıyormuş Demokrasiye bakın, tek kişinin kararıyla her şey oluyor. Yani tek kişilik demokrasi… Ne kadar güzel değil mi? Kongreye katılan tüm delegeler adına karar veren bir adam ve kimsenin sesini çıkarması olanaksız.
            
       Kongre yalnızca bir gün sürmekte. Bu demektir ki kimsenin hem parti hem de ülke sorunlarıyla ilgili tek tümce konuşması olanaksız. Çünkü zaman yok. Zaten kongre gündemine bakıldığında yasal formaliteleri yerine getirmenin yanı sıra RTE’ nin ağzından çıkacak sözler önemli.
            
     RTE’ nin, AKP kongresinde beklenen konuşmasında neler olacak? Öncelikle ülkemizdeki çeşitli siyasal grupların önemli isimlerinin partiye katılımı ilgi çekecek. Bununla kamuoyuna her kesimi kucaklayan parti görüntüsü verilecek. Bu yolla da bölücü anayasaya haklılık kazandırılacak. “İşte, partimizi, tüm siyasal kesimleri temsil edenler destekliyor. Bu demektir ki bizim politikalarımızı halkın çoğunluğu onaylıyor.” biçimdeki sözlerle halkın kafası karıştırılacak. Bazı kişilerde omurga olmadığından tüm söylediklerinin bugün tam tersini söyleyebiliyorlar. Yani tükürdükleri yanağı, dönüp kolayca öpebiliyorlar. Buna da uzlaşmak, özveri deniyor. Nasıl bir özveri ve uzlaşmaysa?
            
    Günlerdir kamuoyunda Oslo görüşmeleri tartışılmakta. RTE benzer görüşmelerin süreceğini söylemekte. AKP’nin sözcüleri, adeta birbirleriyle yarışırcasına yaptıkları açıklamalarda Apo’ nun affının da düşünülmesi gerektiğini açıklıyorlar. Tabi finali RTE yapıyor “Sürece İmralı dâhil edilmelidir.” diyerek. “Bölücü örgütün uzantılarıyla (BDP kastediliyor.) görüşmeyiz.” diyor başbakan. Peki, kimle görüşürsün? İmralı’yla…
            
    RTE’ nin kongrede yapacağı konuşmayı herkes merakla bekleyedursun. Biz ne söyleyeceğini şimdiden söyleyelim. Başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğini söyleyecek başbakan. Aylardır bazı yandaş lafazanlar televizyonlarda başkanlık sisteminin nasıl demokrasi getirdiğinden söz etmiyorlar mı? RTE de bunu, hafta içinde katıldığı bir tv izlencesinde söyledi zaten. RTE ne cumhurbaşkanlığıyla ne de başbakanlıkla yetiniyor. Tüm yasama, yürütme, yargı yetkilerini kontrol etmek istiyor. Devleti tek adam olarak yönetmek amacı. Bu arada partisinden de elini çekmek istemiyor.
            
    Başkanlık sistemi özerklik ya da federal sistem olmadan uygulanmaz. Bu nedenle PKK’nın vazgeçilmezi olan özerkliğin de bu kongrede yolu açılacak. Yerel yönetimleri güçlendiriyoruz adı altında özerklik gündeme oturacak. Türkiye, özerk bölgelere ayrılacak. Böylece de Türkiye’yi bölme planı gerçekleştirilmek istenecek.
            
     Son günlerde artan terör olayları da özerkliği topluma dayatmak içindir. Halka “Bakın, her yolu denedik, terör bir türlü durmadı. Tek çözüm özerklik.” diyerek başka çıkar yolun olmadığı vurgulanacak. Böylece de bu iş oldubittiye getirilmek istenmekte.
            
     Türkiye’yi bölme planlarını, demokrasiymiş gibi halka sunmak bir aldatmacadır. Bu konuda yurttaşlarımız uyanık olmalı. Kendisi ve partisi demokrat olamayanların ülkeye demokrasi getirmeleri olanaksızdır. Bölücülük zehrini, demokrasi şekerine sararak halkımıza içirmek istiyorlar. Artık uyanma zamanı değil mi?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       29 Eylül 2012
            Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

ERDEMLİ BİR ADAM, NEŞET ERTAŞ


       Bu sabah “Bozkırın Tezenesi” Neşet Ertaş’ın ölüm haberiyle güne başladık. Büyük ozana Tanrı’dan rahmet, ailesine sabır, Türk Ulusuna da başsağlığı diliyorum.
            
       Bozlaklarla tanışmam, evimize radyonun gelmesiyle başlar. Çok küçüktüm, henüz okula başlamamıştım ve radyoda seslendirilen tüm türkülerin bağımlısıydım. Dinlediğim türküleri ezberleyip söylemem de bu yaşlardadır. O türküler yürek tellerimizi titretir, zaman gelir boğazımızı düğümler, bilmediğimiz uzak diyarlara götürür, türlü hayallere yolculuk ettirirdi. Türkiye’yi tanıma, öğrenme, gezme merakımın oluşmasında türküler önemli yer tutar. İşte, Neşet Ertaş’ı da yaşamımın ilk yıllarında tanıdım, tıpkı babası Muharrem Ertaş gibi.
            
       Ben beni bildim bileli yolculuk yaparım. Çocukluğumda şehirlerarası yolculuklar uzun sürerdi. Hem yollar kötüydü hem de araçlar teknolojik bakımdan geriydi. Konforsuz araçlarda yolculuk, çoğu zaman eziyete dönüşürdü. Akşamleyin bindiğimiz otobüs dağlar, ovalar, bozkırlar, köyler, kentler aşıp ertesi sabah Ankara’ya ulaşırdı. Ankara’ya giriş, çoğu zaman benim için tadına varılmaz bir andı. Otobüsün sürücüsü Ankara radyosunu gece boyu dinlerdi. Ben, yolculukta uyumayan biri olarak sabaha kadar radyodan türküleri dinler, ay ışığının alacakaranlığında Çorum, Kırıkkale ve Ankara bozkırlarını seyredip hayal âleminde yiterdim. Hele sabaha karşı Muharrem ve Neşet Ertaşlar, Çekiç Ali, Hacı Taşan söylediğinde hayal evrenim otobüsün içinden kanatlanıp uçar, bozkırda buğday kokusuna karışıp yok olurdu.
            
     Neşet Ertaş, erdemli insan olmanın iyi bir örneğidir. Yokluk içinde kıvranırken kendisine teklif edilen devlet sanatçılığını, “Ben halkın sanatçısıyım.” diye reddetmesi, erdemin en büyüğüdür. İçinde yaşadığı ekonomik darlığa umar olacak bir maaşı da kabul etmemiş oluyor büyük sanatçı böylece. İşte insanı erdemli ve büyük yapan da bu değil midir? Hele üç kuruş için üç bin takla atan sözde sanatçıları gördükçe Neşet Ertaş’ın nasıl bir erdem gösterdiği daha iyi anlaşılır.
            
      “Cahildim dünyanın rengine kandım/  Hayale aldandım boşuna yandım/ Seni ilelebet benimsin sandım/ Ölürüm sevdiğim zehirim sensin/ Evvelim sen oldun ahirim sensin” Ozan’ın bu dizelerinde terk edildiği bir aşkın sonunda özeleştiri var; ancak her şeye karşın âşık olduğu kişiye karşı duygularının değişmeyeceğini söylemekte. Gecelik kaçamaklarını aşk diye anlatıp “aşk” sözcüğünü ayağa düşürenlerin anlayamayacağı bir şey bu.
            
     “Bilirim sevdiğim kusurun yoğdu/ Sana karşı benim hayalim çoğdu/ Felek bulut oldu üstüme yağdı/ Yaşları gözüme dolan dünyada” Bu dörtlük, “Ah Yalan Dünya” dan. Sevdiğine toz kondurmayıp kusur bulmayan, her şeyi ters giden bir talihe bağlamakta Ozan. Şimdilerde böyle mi? Sevgilisinden ayrılan; ağzına geldiğini söylemekte, küfürler, beddualar havalarda uçuşmakta. İşte, gerçek aşkı; akan suyun duruluğunda, esen yelin ferahlığında, kır çiçeklerinin güzelliğinde görmekteyiz Neşet Ertaş’ta. Her ne olursa olsun sevgiyi, sevgiliyi koruma, ona saygı duyma.
            
     “Gönül dağı yağmur yağmur varan olunca/ Akar can üstüne sel gizli gizli/ Bir tenhada can cananı bulunca/ Sinemi yaralar yar oy yar oy yar oy yar” Burada ozan herkesin gönül dağındaki sevileri ayaklandırıp harekete geçirmekte. Gönül dağlarımızdaki fırtınaları, yağmurları, rüzgârları, dalgaları ancak biz biliriz. Gönlün solmaya başladığında, rengini, heyecanını, titreşimlerini yitirdiğinde insanlıktan söz edilebilir mi?
            
     Konserleri sırasında terleyip bunaldığı zaman ceketini çıkarmak istediğinde seyircilerinden izin alan gerçek bir sanatçıydı o. Seyircesine küfrederek milyon dolarlar kazanan kof sanatçı müsveddelerini gördükçe büyük ustanın değeri daha da çok anlaşılmakta. Olgunlaşan başağın boynu hep eğiktir, dimdik duran boş başakların tersine.
            
    Neşet Ertaş sayısız besteye imza attı. Herkesin dilinde söz, gönlünde yoldaş oldu. Halkın yüreğindeki duyguları, duru Türkçesinin tüm doğallığıyla dile getirdi. Yapıtlarıyla ölümsüzlüğe erişti; tıpkı Yunus, Karacaoğlan, Köroğlu, Pir Sultan, Veysel, Mahsuni… gibi. Yüzyıllar geçse de hep dilde ve yürekte olacak büyük ozan. Üç kuruş uğruna, küçük ve geçici bir koltuk için her türlü yola sapanları kim anımsayacak?
            
    Erdem; sevdanın arkasında durmak, dünya malına tamah etmemek, günlük çıkarları, zevkleri elinin tersiyle itmek, gönül adamı olmak değil midir? İşte, yüce gönüllüğün örneği bir insan, Neşet Ertaş. Belki bir an da olsa bazı taşlaşmış yüreklere “Acaba?” sorusunu sordurabilecek mi? Mekânın cennet olsun!
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  25 Eylül 2012
            Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

BABALIK VE KOCALIK HAKLARI



         Balyoz davası; sahte cd’leri, uydurma iddiaları ve sonuçları itibarıyla uzun süre konuşulacağa benziyor. 10.Ağır Ceza Mahkemesinin bir kararı var ki üzerinde durmadan geçmek ayıp olur.
         
     Üç yüz yirmi beş sanık “babalık ve kocalık haklarından men” edilmekte mahkemece. Ne yazık ki sanıkların üçü de kadın. Bir yıldan daha çok ceza alan kişilere uygulanan bir yaptırım bu. Yani 2003’te geçerli olan 765 sayılı TCK’nin 33. maddesi.

Mahkemenin bu kararı yasalara aykırı mıdır? Değil. Ancak bugüne kadar hiçbir mahkeme kararında bu madde açıkça yazılmadı. Balyoz’da ise açık açık yazılamakta. Neden mi? Sanıkları rencide etmek amaç, onlara itibar yitirtmek.

Daha önce ilgili ceza maddesinin yalnızca adının yazılmasının nedeni, aile kurumuna gösterilen saygı.

Dünyanın her yerinde aile korunup saygı görür. Ailelerin parçalanıp dağılmasını, aklı başında kimse istemez. Sağlam aile kurumu demek, sağlıklı toplumsal doku demek. Hele aileye dışarıdan müdahale, hiçbir ahlak kuralına uymaz, doğru da bulunmaz.

Mahkemenin bunu açıkça yazması aile kurumuna karşı olumsuz bir davranıştır. Bununla sanıkları babalık ve kocalık yapamayan adamlar pozisyonuna düşürmek istemekteler. Kamuoyunda yeni bir linç kampanyasıdır bu. Çok yazık! Bir kişiyi, aile gibi en duyarlı noktadan vurmak hangi toplumsal yasayla açıklanabilir? Hem ulusal geleneklerimize hem de İslam öğretilerine böyle bir davranış uyar mı? Bir kişi, babasıyla ilişkisini sana mı soracak? Bir kadın kocasıyla evliliğini sürdürmek için senin kararına mı gereksinim duyacak?

Kocası ceza aldı diye eşini boşayıp ailesini dağıtacak ahlaki zayıflıkta mı görmektesiniz Türk kadınını? Bir evladın, cezaevindeki babasından vazgeçerek  onu babalıktan reddedebileceğini nasıl düşünebilirsiniz?

Son on yılda toplumumuzu bir arada tutan değerler bilinçli ellerce aşındırılıp yok edilmekte. Şimdi sırada aile var. Zaten yıllardır aile şefkatine muhtaç çocuklar, tarikat yurtlarında devşirilmiyor mu? Devşirilen kişi, acımasız olur; toplumsal değerler yerine, devşirmeci dar kalıplara hapsolur.

Ulusal değerler de insanlık erdemleri de aile toprağının sevgiyle beslendiği, saygıyla kişiliğin oluşturulduğu kutsal toprağında boy atmaz mı?
                                               
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               24 Eylül 2012
Not: Yazılarımın tümüne http://adiladalet.blogspot.com dan ulaşabilirsiniz.

BALYOZ!


            Özel yetkili mahkeme, 20 Eylül Perşembe günü Balyoz Davasının kararı açıklanacak, dedi. Oysa daha önceden Cuma günü açıklanacağı söylenmişti. Bu haberi işittiğimde bir akraba evinde konuktuk. “Yok, bugün açıklanmaz!” dedim. Bana nedeni sorulduğunda Cuma günü Silivri’de olası bir mitingi engelleme amacına yönelik bir taktik olduğunu söyledim. Gecenin ilerleyen saatlerinde kararın ertesi güne kaldığını açıkladı mahkeme.
            
        Mahkeme, Cuma günü saat 14.00’te kararın açıklanacağını söyledi. Televizyonlar, gazeteler ve sosyal medya tetikteydi. Herkes sonuçla ilgili tahminlerde bulunmaktaydı. Özellikle televizyonlara çıkan yorumcular evlere şenlikti.
            
       Sosyal medya da hareketliydi. Herkes nefesini tutmuş, kararı beklemekteydi. Tam bu sırada sosyal medyada borsa kapanmadan karar açıklanmaz, dedim. Çünkü cezalar en üst seviyeden ağır olacaktı tahminime göre. Eğer hafif cezalar söz konusu olsaydı, mahkemenin beklemesine gerek yoktu. Ağır cezalar verdiler ki borsa bekleniyor. Ağır ceza demek, demokrasinin ve hukukun rafa kaldırılması demek. Bu da borsayı dalgalandıracak bir etmen. Borsanın ani düşüşü, pamuk ipliğine bağlı ekonomiyi krize sokar. Bu da AKP iktidarının sarsılması demek. Başından siyasi başlayan Balyoz yargılaması, kararın açıklanma biçimiyle daha da siyasallaşıyor, sonucu ile de politik bir linç operasyonu olduğu tescilleniyordu.
            
     Öyle bir bağımsız(!) mahkeme düşünün ki borsayı, ekonomik krizi, bunun sonucunda da siyasal gelişmeleri hesaplasın… Ülkemizde yargıya, siyasetin müdahale etmediğini söylemek ne kadar gülünç değil mi?
            
        Mahkeme kararı açıklandığında şaşırmadım. Çünkü ilk tutuklamalar başlandığında cezalar belliydi. Belli olan cezalar dün kamuoyuna bildirildi, tüm dünyadaki siyasal davalarda olduğu gibi.
            
        Mahkeme kararının duyulmasından sonra haber kanallarının yandaş gazetelerin köşe yazıcılarının önünde yorum almak için kuyruk olması acınacak bir durum. Bu da özgür medyamızın görünümü.
            
       Kahramanları zindanlarda rehin tutulan ülkemin dağları da teröristlere terk edildi. Dağdaki eşkıya, kahramanların yokluğunda kentleri abluka altına almakta.

Okyanus ötesinden alınan buyruklarla TSK’nin eli kolu bağlanmakta. Türk Ulusunun ordusu kendi topraklarında tutsak. Hem de tek kurşun atmadan… Ordusu tutsaklaşan bir ulus ne kadar yaşayabilir? Uydurma suçlamalara ve iftiraya sessiz kalan yurttaşlar bağımsızlıktan, özgürlükten nasıl söz edecekler? Diktatörlük, tutsaklık zehri demokrasi şekerine sarılarak toplumu uyutmak için kullanılmakta.

Balyoz bir diktatörün zalim eliyle halkın kafasına vuruluyor.

Mahkemede son söz olarak “Vatan sağ olsun!” diyen kahramanlara saygı duymaktan başka ne yapabiliriz?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           22 Eylül 2012
Not: Mahkeme karından önceki paylaşımlarımı görmek içim Twitter ve Facebook hesabıma bakılabilir.

EZBER BOZMAK MI?



           CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, 17 Eylül günü Menderes’in mezarını idamının yıldönümünde ziyaret etti. Hem ziyaret hem de ziyaret sırasındaki açıklama ilginç.
            
      “Eğer Türkiye’nin barışa ihtiyacı varsa, huzura ihtiyacı varsa ve bu bir ezber bozmakla gerçekleşecekse evet ben buraya bir ezberi bozmaya geldim. CHP Genel Başkanı olarak arkadaşlarımla beraber sade, elimizde birer çiçekle buraya geldik. Tarih bize ders verdi, dersimizi aldık ve öğrendik.” Bu sözler, Kılıçdaroğlu’na ait. Sanki toplumsal barışı CHP bozmuş da bozduğu barışı da bu ziyaretle düzeltmeye çalışıyor. Böyle bir anlayış tarihsel gerçeklerle çelişmez mi? Menderes’in idamını önlemek için başta İsmet Paşa olmak üzere CHP’li yöneticilerin gösterdikleri çabayı inkâr etmek yakışık alır mı? Böylesi bir ziyaretin, öteden beri CHP’yi darbeci gösteren bazı güç odaklarının yalanını onaylamak olmaz mı?

Yıllardır düzenbaz, halk yardakçısı sağ politikacıların halk arasında yaydığı “Menderes’i CHP astırdı.” yalanını gerçeğe dönüştürmek, CHP yöneticilerinin işi olmasa gerek. Cumhuriyet tarihini kötülemek amacıyla yalanlar üzerinden bir masumiyet politikası oluşturan sağ siyasetçiyi onaylayacak mıyız, yoksa saptırmaları, yalanları ortaya mı çıkaracağız.

YCHP yöneticilerinin suçluluk duygusuna kapılarak her türlü suçlamayı kabullenip özür dilemesi ya da mezar ziyaretine benzer tavırlar göstermesi anlaşılamaz. 1961’tan sonra CHP’nin hiçbir yöneticisinin ağzından ya da kaleminden Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarını onaylar nitelikte bir tek sözcüğün çıktığını gören, işiten, okuyan var mı? Böylesine haklı bir durumda yalana teslim olmaktaki amaç nedir?

YCHP yöneticileri, bu yolla merkez sağ seçmenden oy alacaklarını sanmaktalar; bu, büyük yanılgı. Menderes’in ardılı olan siyasal partilerin neden politika alanından silindiğini araştırsalar yanılgılarını düzeltmiş olurlar. Sağ seçmenden oy almanın yolu sağcılaşmak değil, solculaşmaktır. Neden mi? 1957, 1973, 1977 seçimlerinin sonuçlarına inceleyerek CHP’nin oy patlamalarına bakın. Ne İnönü ne de Ecevit sağa öykünerek değil, sol programlarla sağ seçmenden büyük oranda oy aldılar. YCHP yöneticilerinin yönettikleri partinin tarihine ivedilikle öğrenmeye gereksinmeleri var.

Oysa pazartesi sabahı kamuoyu on iki şehidi konuşmaktaydı. Bingöl’de polislerin şehit edilmesi ihmaller zincirinin bir sonucu. İsterdim ki ana muhalefet lideri, bu konunun üstüne gitsin; iktidarın teröre karşı duyarsızlığını, beceriksizliğini kamuoyuna anlatsın. Ama yok, üstüne vazife olmayan işlerin peşinde muhalefet.

Pazartesi sabahı Hatay halkının terör kamplarına onurlu direnişinin konuşulacağı zamandı. Ancak “Menderes Açılımı” bunu bastırıp sumen altı etti.

17 Eylül sabahı Türkiye’de 4+4+4 uygulanmaya başlandı. Yani Cumhuriyet Devriminin en büyük darbeyi yediği gündü. Eğitim dinselleştiriliyor, Ortaçağ anlayışına teslim ediliyor YCHP yöneticileri mezar ziyaretinde. İsterdim ki tüm CHP yöneticileri ve milletvekilleri farklı okullara giderek eğitimdeki kargaşaya, velilerin çaresizliğine dikkat çeksin. AKP’nin eğitimi soktuğu çıkmaz sokağı kamuoyuna göstersin.

Sayın Haluk Koç’un Oslo rezaletindeki mutabakat metnini açıklaması, AKP’yi köşeye sıkıştıracak bir gündem. Ama bunu sürekli olarak kamuoyunda sıcak tutacak siyasetçilere gereksinim var.

Kılıçdaroğlu ve arkadaşları bir kez daha gündemi saptırarak AKP’ye rahat nefes aldırdılar. Kamuoyu şehitler, Hatay, Oslo, gerici eğitim yerine Menderes’in mezarına çiçek koyan CHP’lileri konuştu. Evet, ezberler bozuluyor, ama kimlerin? Yalnızca sağcılaşmada umar arayan YCHP yöneticilerinin. Atatürkçü laik seçmeni, çantada keklik gören yöneticilerin ezberleri fena bozulacak gibi.
                                               
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               18 Eylül 2012



ÖĞRETİM YILI AÇILIRKEN



    Bahçenin ortasında tel örgüler… Koridorlarda demir parmaklıklar… Okulun orta yerinde demir kapılar… Çocuğunun okulunu bir türlü bulamayan veliler… İki ayrı okul arasında taşınıp duran öğrenci kafileleri… Annesinin kucağından bir türlü inmeyen ana kuzusu beş yaşında çocuklar… Yapımı bitirilemeyen binalarda şantiye görünümlü yapılarda kumla oynayan uykulu gözler… Sınıf yetersizliğinden iki sınıfın birleştirilmesinden oluşan ortamda soluklanmaya çalışan heyecanlı yürekler…
            
      Koşturmacalar, koşturmacalar… Okulun açılış coşkusu yerine telaşlı koşturmacılar arasında yitip giden umutlar…
            
     Bir okulun içinde, bahçesinde demir parmaklıkların, tel örgülerin olması ne demek? Hapishane çağrıştıran bu nesnelerin varlığıyla yaşamının ilkbaharında tanışmak ne kadar kötü. Gönül isterdi ki okul bahçeleri ağaçlar ve çiçeklerle donatılsın.
            
        Bir kişiye yaşamda yapılabilecek en büyük kötülük, üstesinden gelemeyeceği sorumlulukların altına sokulmasıdır. Bir başka deyişle kaldıramayacağı yükün altına giren kişi ezilir. Özgüvenler yok edilmekte. Özgüvensiz birinin yaşamda başarıya ulaşması hiç de kolay değil. Beş buçuk yaşında okula başlatılarak yaşamının ilk ve en önemli başarısızlığıyla yenilgisiyle karşılaşacak minikler…

Hiçbir alt yapısı olmayan ve eğitimbilimine ters bir uygulamayla bir kuşak yaşamlarının başlangıcında harcanmakta. Ne uğruna? İmam Hatip ortaokullarının yeniden açılması ve daha çok hafızın yetişmesi uğruna.
            
          Eğitim arapsaçına dönmüş, medya bayram etmekte, hükümet yetkilileri her şeyi güllük gülistanlık göstermekte. Bilgisizce gelişmiş ülkelerle eğitim karşılaştırmaları yapılmakta. Tanrı’nın bir kulu kalkıp da dünyanın hangi gelişmiş ülkesinde dinsel eğitim var sorusunu sormuyor. Neden mi? Yanıtı bilinmekte de ondan. Aklı eren herkes iyi bilmekte ki gelişmiş hiçbir ülkede dinsel eğitimin verildiği okul yok. Gerçi vardı; üç yüz, dört yüz yıl öncesinde kalan kilise okulları.
            
     Batı’nın gelişmesinde etkin olan “Reform” ve “Rönesans” hareketlerinin sonuçları bilinmek istenmiyor. Eğer başarılırsa dünyada dinsel eğitimle amaca ulaşacak tek ülke olacak ülkemiz.
             
     Eğitim sistemimiz yüzyıllar öncesine çevrilirken geleceğin büyükleri buğulu gözleriyle Atatürk’e bakmaktalar… Çaresiz, umutsuz, ürkek, şaşkın… Dalgın bakışlar kilitleniyor mavi gözlerde sonsuzlaşan ufuklarda…
                                                            Adil Hacıömeroğlu
                                                            17 Eylül 2012
      Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.
           
            

TERÖR NASIL ÖNLENİR?



Yaklaşık otuz yıldır ülkemizin baş belası olan terör, ulusumuzun birliğini tehdit etmekte. Her geçen gün şehitlerimizin sayısı artmakta. Güvenliğimizi tehdit eden terör örgütüne karşı mücadelede siyasetçiler ne yazık ki başarısız. Nedeni de akılcı ve gerçekçi çözümler üretememekteler.

Siyasetçilerin terörün önlenmesi konusunda doğru çözümleri düşünüp bulamamasındaki nedenler nelerdir? En önemli neden, terörün arkasında duran küresel güçlerin istediği çözümlerin peşine takılmalarıdır. Önce terör örgütü niye var? Bu örgütün arkasında kimler var? Bu soruların yanıtlarını doğru olarak verdiğimizde işimiz kolaylaşır.

Terör örgütünü başta ABD olmak üzere batılı bazı ülkeler desteklemekte. Burada asıl belirleyici güç ABD. Çünkü PKK’nın üslendiği komşu topraklar ABD’nin kontrolünde. ABD, BOP kapsamında Ortadoğu’da sınırların değişeceğini ilan etmiş. Yine küresel emperyalizm, ulus devlerin ortadan kaldırılması için savaş açmış. Yaşadığımız coğrafyanın iki güçlü ulus devleti var: Türkiye ve İran. Diyeceksiniz İran tamam da ABD Türkiye ile neden uğraşsın? Bir defa Türkiye kuruluşu itibarıyla bölgemizin antiemperyalist ve çağdaşlaşma modelidir. Dünya enerji kaynaklarının büyük bölümünün yer aldığı Ortadoğu’da, Türkiye örneğinin olması emperyalistler için sakıncalıdır. Çünkü feodalizmin bataklığında güce tapınmayı yaşam biçimine dönüştürmüş halkların Türkiye’yi örnek alarak bağımsız ve çağdaş olmaları doğal kaynaklarına da sahip çıkmalarını gerektirecektir. Bu da emperyalistlerin çıkarlarına zarar verir. Bundan ötürüdür ki yüz yılı aşkın bir süredir dünün sömürgecileri, bugünün emperyalistleri, Ortadoğu’da gericiliği destekleyegelmişlerdir. Bu yolla da petrol ABD’nin elinde yeşil dolara çevrilmiştir. Geri kalmış, parçalanmış, kendi iç sorunlarına gömülmüş, bölgesel çatışmalarla meşgul olmuş bir Ortadoğu; ABD’nin çıkarlarına uygundur. Bu nedenle de Türkiye, emperyalizmin hedefindedir.

ABD’nin Ortadoğu’da vazgeçemeyeceği tek ülke İsrail’dir. İsrail, kurulduğundan beri savaş ortamında yaşamakta. Bu durum, İsrail’i yormakta, halkını da huzursuz etmekte. İsrail üzerindeki özelde Arap, genelde Müslüman ülkelerin tazyikini azaltmak gerekir diye düşünmekte küresel emperyalizm. Bu nedenle de ikinci bir İsrail’e, var olmak için ABD’ye göbeğinden bağlı bir devlete gereksinim duymakta Atlantik baronları. Bu yeni devlet, yani yeni İsrail Kürdistan’dır. Kürdistan; Türkiye, İran; Irak ve Suriye’den toprakların ayrılmasıyla öngörülmekte. Böyle olunca da bölgedeki Türklerin, Arapların, İranlıların düşmanlığını kazanacak bu yapay devlet. Yeni çatışmalar da gündeme gelecek. İsrail’e yönelen oklar, Kürdistan’a dönecek ve Tel Aviv yönetimi rahatlayacak. Varlığını ABD’ye borçlu olacak olan bu devlet de efendisinin isteklerini kayıtsız koşulsuz yerine getirecek bölgede. Savaş demek silah demek, silah demek, para demek olduğundan enerji kaynakları ucuz yoldan sömürülecek ve yoksulluk, gerilik bu bölgenin kaderi olacak.

Türkiye, jeopolitik açıdan dünyanın en önemli yerindedir. Yalnızca Ortadoğu’nun kontrolü için değil, Orta Asya ve Balkanlar için de önemlidir. Bunun içindir ki Türkiye’nin varsıllaşıp güçlenmesi dünyanın efendilerinin işine gelmez. Nasıl I.Dünya Savaşı Osmanlı topraklarını paylaşmak için yapılmışsa, bugün de Ortadoğu savaşları (3. Dünya Savaşı da denilebilir.) Türkiye’yi parçalamak içindir. Bu gerçekleri bilmeden sapa yollardan gitmek, duygusal saptamaların peşine takılmak, mağduriyet ve masumiyet söylevleriyle politikalar oluşturmak sorunu çözmez, tersine daha da büyütür.

Gündelik politikaların ve koşulların dayatmasının gereği olarak PKK’yı zaman zaman da olsa destekleyen ya da güvenlik zaafları nedeniyle varlığına göz yuman bölge ülkeleri olsa da bölücü örgütü asıl kontrol eden ve kullanan gücün ABD olduğu gerçeğini değiştirmez. BDP yöneticileri Şam, Tahran ya da Bağdat’tan değil; Washington’dan rol istemekteler. Bu da bölücü örgütün hangi güce tapındığını göstermekte. Özellikle son dönemde PKK’nın destekçileri olarak İran ve Suriye’nin gösterilmesi bilinçli bir oyun ve kışkırtmadır. Bu yolla kamuoyunun beynini yıkayarak İran ve Suriye’ye Türkiye’yi saldırtmanın altyapısı hazırlanmakta.

Terörün Ekonomik Kaynakları

Ülkemizde terörü bitirmenin bir başka yolu da ekonomik kaynaklarının kesilmesidir. Terör örgütü, bugün milyarlarca liralık bir bütçeye sahip. Örgütün parasal boyutunu tam olarak belirlemek olanaksız. Her türlü kaçakçılıktan orta büyüklükte bir devletin sahip olabileceği ekonomik olanakları var. Bölgedeki yurttaşlardan ve batı illerimizde yaşayan Kürt kökenli zenginlerden “vergi” adı altında aldıkları haraçları da unutmamak gerek. Özellikle kaçakçılık, tek başına yapılamaz. Ülkemizde bazı devlet görevlilerinin haberi olmadan böylesine büyük çaplı kaçakçılığın olması olanaksız. Son yıllarda devlet kurumlarındaki disiplinsizlik, kurumsal çöküş PKK’ya yaramakta. Yolsuzluğun her geçen gün artığı, AKP iktidarının kendi ideali doğrultusunda kurumsal gelenekleri değiştirmesi, deneyimli, iş bilir memurların tasfiyesi bölücü örgütün ekmeğine yağ sürmekte.

PKK’nın büyük bir ekonomik güce sahip olması; hem silah, mühimmat, teçhizat, araç, gereç, yiyecek, içecek, giyecek alımında hem de militanlara parasal olanaklar sağlamada kolaylık sağlıyor.

Bölücü örgütün para kaynaklarının yolu kesilmeden çökertilmesi olanaksız. Bu nedenle Güneydoğu’da bazı illerimizde yaşam biçimine dönüşmekte olan kaçakçılık önlenmeli. Devlet yöneticileri bu konuda duyarlılık göstermeli. Tabi, bu da ülkemizdeki rüşvet çarkının durmasına bağlı. Rüşveti yok edemeyen bir ülke, kaçakçılığı önleyemez.

Bölgedeki Devlet Yatırımları

Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde devlet yatırımları ne yazık ki yetersiz. Var olanlar da özelleştirme adı altında yok edilince neredeyse tüten baca yok bu bölgelerimizde. Özellikle Et Balık Kurumunun ve şeker fabrikalarının özelleştirilmesi bölgeye büyük bir ekonomik darbedir. Bu bölgelerimizin asıl geçim kaynağı hayvancılık. Şeker fabrikaları bölgede şekerpancarı tarımını desteklerken küspe üretimiyle de hayvan yemi katkısı yapmakta idi. Küspe üretiminin yok edilmesi hayvancılığın pahalı bir uğraş olmasına neden oldu. Et kombinalarının kapatılmasıyla da hayvancılık önemli bir darbe yedi.

Kırsal alanda güvenliğin sağlanamaması gerekçesiyle köylerin boşaltılması hayvancılığın ve tarımın çökmesine neden oldu. Ekonomik kaynakları yok olan yurttaşlar, kent varoşlarının işsizlerini oluşturdu. İşsiz gençler de terör örgütünün militan kaynağına dönüştü. Bu nedenle köye dönüşler desteklenip özendirilmeli.

Bölgesel eşitsizliğin giderilmesi bakımından özelleştirmeden vazgeçilip bu bölgelerimizde devletin tüten bacaları tez elden kurulmalı. Hayvancılığın yeniden ve eskisinden daha etkin olması için çalışmalar, yatırımlar yapılmalı.

GAP’la birlikte bölgenin tarım üretimi de artmakta. Bu verimli toprakların üç beş toprak ağasının elinde olması çok acıklı. Nüfusun ezici çoğunluğunun topraksız olması yoksulluğu yazgı durumuna getirmekte. Bu durum, feodaliteyi güçlendirip yoksulluğu artırıyor. Yoksullaşan kişi, sığınacak bir güç aramakta, bu da terör örgütü olmakta. İvedi olarak bölgede adil bir toprak reformu yapılmalı, ekonomik eşitsizliğin oluşturduğu uçurumlar yok edilmeli. Terörün beslendiği insan kaynağını yoksulluk yaratmakta. Bu konuda hızlı çözümler uygulamaya konulmalı.

Nüfus Artışı

Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizin sorunlarının başında kontrolsüz ve plansız nüfus artışı gelmekte. Bu bölgelerdeki aşırı nüfus artışı, birçok sorunu da beraberinde getirmekte. İş alanlarının azalmasına karşın nüfusun aşırı artması, işsizliği yaygınlaştırmakta. Genç işsiz ordusu, PKK’nın militan havuzuna dönüşüyor.
Nüfus artışına eğitim, sağlık, bayındırlık hizmetleri yetişememekte. Bu nedenle de sosyal açıdan mutsuz topluluklar yaratılmakta. Nüfus artışındaki asıl etken feodalitedir. Aşiretler gücünü sahip oldukları kişi sayısından alır. Yoksul çiftçilerin çok çocuk yapmasının nedeni, ucuz işgücüne sahip olmak amacıyladır.

Nüfus artışının planlanması birçok sorunu ortadan kaldıracağından terör örgütünün de insan kaynağını yok edecektir.

Feodalitenin Ortadan Kaldırılması

Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki sorunların birçoğunun kaynağında feodalizm var. Yüz yıllardır bölgeye egemen olan ağa-aşiret düzeni, çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engel. Modernleşmenin günlük yaşama etki etmesini aşiret düzeni engellemekte. Çünkü çağdaşlaşan halk kitlelerinde birey olma eğilimi başlayacak; bu da aşiret sisteminin çözülmesini sağlayacak.

Özellikle 1950’den beri iktidarların popülist siyasetleri, aşiretleri oy havuzu görme anlayışları aşiret sistemini güçlendirmiştir. Yıllardır aşiret liderlerinin siyasi partilerde etkin olması, halkı umutsuzluğa itmiştir. Ekonomide, siyasette, yönetimde, günlük yaşamda etkin olmayan; çağdaş olanaklardan, dünyevi nimetlerden yararlanamayan halk, devletinden uzaklaşmak zorunda kalmış.

Feodalite güce, zora, şiddete dayalıdır. Bu nedenle de bölgede güce boyun eğme yaygın bir davranış. PKK da bunu iyi bildiğinden acımasız şiddet uygulamalarıyla yandaş toplamakta. Feodalitenin varlığı, PKK’nın palazlanması için uygun ortam hazırlamakta. Bu nedenledir ki ağa-aşiret sistemi zayıflatılıp yok edilmeli. Bunu yapacak olan da sanayi kuruluşlarının yaygınlaşmasıdır. Toprağa bağımlı olamayan halk, buralarda birey olmanın özgürlüğünü ve mutluluğunu tadacak; yaşamak için ağaya boyun eğmek gerekmediğini anlayacak. Ekonomik bağımsızlık kişiye, feodal bağımlılıktan kurtulmayı getirecek.

Etnik Kimlik

Terör örgütünün bugüne kadar bölgenin ekonomik sorunlarından, çağdışı geleneklerinden (töre, berdel..), yetersiz sağlık ve eğitim hizmetlerinden, ağalık düzeninden yakındığını işittiniz mi hiç? Bölge halkının, çağdaş olanaklardan yararlanması için bir mücadelesine tanık olanımız var mı? Halkın yaşam koşullarının düzeltilmesi umurlarında değil. Varsa yoksa etnik kimlik sorunları.

Etnik farklılıkların kalın çizgilerle dile getirilmesi terör örgütünün asıl amacını da göstermekte. Uzun vadede ayrılmak istediklerinin bir işaretidir bu. Bunun için de adım adım bir ulus yaratmanın aşamaları oluşturulmakta. Bazı gazetelerdeki köşe yazıcıları “Bakın, PKK hiçbir yerde ayrılmak istediğini söylemiyor.” demekteler. Bu, yanlıştır. Baştan biz ayrılacağız der mi terör örgütü. Deyip de kamuoyu desteğini birden yitirir mi? Koşullar uygun duruma gelince “Her yolu denedik olmadı, ayrılıktan başka çare yok.” deyip asıl amacı ortaya çıkaracaklar.

Bireyin günlük yaşam sorunlarını bir yana bırakıp etnik alandaki ayrılıkları körüklemek, bölünmeye gidecek bir sürecin adımları değil mi? Demokratik haklar adı altında hangi hakları verirseniz verin, PKK tatmin olmaz. Çünkü onu sahneye çıkaran güç, onun Kürtlerin mutlu yaşaması için ortaya çıkarmadı. Barzani, siyasal anlamda neden varsa PKK da onun için var.

Etnik milliyetçiliğin son yıllarda özellikle batılı emperyalistlerce desteklenmesinin nedenlerinden en önemlisi de sınıf mücadelesini, toplumsal örgütlülüğü yok etmektir. Emek mücadelesi sonunda gelir dağılımında sınıflar arasında uçurum daha azdı. Oysa yeni liberalizmin kurduğu yenidünya düzeninde alt sınıflar üst sınıflar arasında gelir dağılımı açısından büyük uçurumlar yaratıldı. İşte, etnik ayrımcılığa dayalı politikalar bu eşitsizliği örtbas etmekte. Böylece de sömürü acımasız bir biçimde sürmekte.

Emperyalistler, kendi ülkelerinde söz konusu bile etmedikleri etnik özgürlükleri geri kalmış ülkelere dayatmaktalar. Amaçları bölebildikleri kadar bölmek.

Ülkemizde ezilen sınıfların diline, dinine, mezhebine, cinsiyetine bakılmadan hep horlandılar. Bu da ne yazık ki demokrasiye geçtikten sonra açıkça yapıldı. Darbe dönemlerinde İşkence dahil, insan onurunu hiçe sayan korkunç uygulamalar oldu. Özellikle 12 Eylül dönemi bu konuda örnek gösterilmekte. Hiç ayrım yapılmadan 12 Eylül hapishanelerinin hepsinde işkence yapıldı. Diyarbakır’da işkence yapıldı da Mamak’ta, Metris’te mahkûmlar balla börekle mi beslendi?

Kürtler eziliyorsa onları ezen kendi ağaları. Öncelikle bunun son bulması gerek. Sanayi kentlerinde fabrikalarda çalışan Türk ve Kürt emekçileri eşit ezilip sömürülmekte. Etnik kökenleri onlara bir ayrıcalık sağlamamakta.

Etnik kökenleri kaşımak, onulmaz düşmanlıklar yaratır. Yugoslavya örneği iyi incelenmeli, etnik tuzaklara düşülmemeli.

Gerilla mı, Terörist mi?

PKK taraftarlarıyla bazı köşe yazıcıları dağdaki teröristleri gerilla olarak nitelemekteler. Bu niteleme gerillalara haksızlıktır. Gerillalar emperyalizme karşı uluslarının bağımsızlığı için mücadele ederler. Oysa PKK’lılar emperyalizmin denetiminde verilen “rolü” yerine getirmekteler. Masum halka silah doğrultmazlar. Guevera ve arkadaşlarının masum bir sivili öldürdüğünü işiten var mı? PKK militanları sivil halkı öldürme konusunda dünyanın en kanlı diktatörleriyle yarışabilirler. Bu adlandırmaya da dikkat etmeli, tarihin kahramanlık sayfalarında yerini alan gerillalara haksızlık yapılmamalı.

Neden Özerklik?

Bölücü örgütün ısrarla üzerinde durduğu ve gerçekleşmesi için elinden gelen çabayı gösterdiği konu “demokratik özerkliktir”. Bu konu, neden bu kadar önemsenmektedir? “Demokratik özerklik” Kürt devletinin inşasının ana gövdesini oluşturmakta. Bu yolla kurumsal devlet kimliği kazanılacak. Devlet için gerekli yönetim birimleri, kurumlar oluşturulacak. Ayrılma söz konusu olduğunda yönetimsel açıdan güçlükler ortadan kaldırılacak.

Türkiye’nin “özerklik” tuzağına düşmesi intiharıdır. Özerkliği demokratikleşmenin bir koşulu olarak ortaya atmak aldatmacadır.

Özerliğin gerçekleşmesi ve kamuoyunun buna inandırılması için birçok yalan yanlış bilgi de savunulmakta. Bunun içinde özellikle Almanya ve ABD örnek verilmekte. Bu ülkelerin eyalet sistemiyle ne güzel yönetildikleri anlatılmakta. Sanki bu ülkeler önceden üniter bir yapıya sahiptiler de sonradan “ demokratikleşmek” için eyaletlere bölünmüşler gibi bir hava yaratılmakta. Oysa ABD, Almanya, İtalya, İspanya gibi ülkeleri oluşturan her eyalet ya da özerk bölge daha önceden ayrı bir devletti. Bu küçük devletler birleşerek federal sistemi oluşturdular. Bu konu çok açık bilinmesine karşın ne yazık ki içlerinde bazı öğretim üyelerinin de olduğu bir kısım kalemşorların ve laf ebelerinin gerçeği saptırarak kamuoyuna sunması art niyetliliktir. Bu yolla bilinçli olarak PKK’nın değirmenine su taşınmakta. BİR ÜLKE AYRIŞTIRILARAK BİRLEŞTİRİLEMEZ.

Devlet Kurumlarının Zaafları

Terör örgütü eylemlerine başladığından beri devlet görevlilerince bazı yanlışlar yapılmıştır.  Bunların çoğu kişiseldir. Kişisel hataları genelleştirerek kurumlara mal etmek son derece yanlış. Terör örgütünün devleti karalamak amacıyla yaptığı bu propagandaya ne yazık ki birçok siyasetçi de alet olmakta. Kurumları haksız ve aşırı biçimde karalamak (Bunlar eleştiri değil.), hatta zaman zaman iftira atmak kurumsal çöküşü de beraberinde getirmekte. Halkın gözünde devlet kurumlarının güvenilirliği azalmakta. Bu da terörle mücadeleyi engellemekte.

Siyasetçilerin politik nedenlerle yeteneksiz kişileri yapamayacakları devlet görevlerine getirmesi de bir başka zayıflık. Beceriksiz, yeteneksiz, bilgisiz kişi; görevini layıkıyla yapamadığı gibi, devleti de küçük düşürmekte. Liyakatin önemini kavramayıp anlayamayan siyasetçi, bölücülüğü ne yazık ki kendi eliyle beslemekte.

Açılım Politikaları

AKP iktidarının “açılım” politikası terör örgütünü moralmen güçlendirmiştir. Habur’dan başlayan “açılım” sürecinde taviz veren, ilkesiz davranan, vakarını yitiren ne yazık ki hükümettir. Teröristin ayağına mahkeme götürmek gibi bir gaflet bir nevi yenilgiyi kabullenmektir. Hele teröristlerin alındıkları odadan Türk Bayrağının indirilmesi, PKK’nın arayıp da bulamayacağı bir fırsattı. Bu tür sorumsuz ve acemi davranışlar, PKK’ya halk nezdinde itibar kazandırmıştır.

Habur’un ardından gelen Oslo görüşmeleri ise bölücü örgütün elini iyice güçlendirmiştir. Oslo’da devlet adına gösterilen tavır utanç vericidir. Yenik tarafın temsilcileri gibi davranıldı orada. PKK’lılara da bir yenginin morali aşılandı. Habur ve Oslo’nun,  güvenlik güçlerinde özgüven yıkımına neden olduğu, halkın devlete güvenini zedelediği açıktır.

PKK yandaşları gerek TBMM’de gerekse türlü platformlarda Atatürk’e, Türk Ulusu’na, Cumhuriyet’e, bayrağımıza ve diğer ulusal değerlerimize hakarete varan söz ve davranışlarda bulunduklarında hem iktidar hem de muhalefet susmayı yeğledi. İktidar partisi, bu değerlere karşı duyarlı olmadığından çoğu zaman bu söylemleri hoş gördü. Muhalefetse demokrat görünmek adına sustu. Böyle olunca da PKK, her geçen gün ulusal değerlerimize saldırı dozunu artırdı. Oysa bu değerler bizi bir arada tutan vazgeçilmez değerlerimizdi. Bu yolla ulusun kendi tarihinden ve değerlerinden nefret duyup utanması amaçlandı.

Açılım politikalarına koşut olarak gündeme gelen anayasa değişikliği ise tam bir sorumsuzluktur. Devletin temel niteliklerini belirleyen anayasanın değiştirilemez maddelerinin tartışmaya açılması ise siyasetçilerin havlu atmasıdır.

ETA, İRA Örnekleri

Terörün önlenmesi konusunda kamuoyunu aldatmak için saptırılan konulardan biri de ETA ve İRA örnekleridir. İspanya ve İngiltere yıllarca terör belasıyla uğraşmış ülkeler.

“İspanya ve İngiltere terör örgütüyle görüşüp sorunu hallettiler, biz niye aynı şeyi yapmıyoruz?” demekte bazı kişiler. Bu görüş yüzeysel ve dayanaksızdır.

İspanya’ya karşı ETA örgütünü yıllarca destekleyen Fransa idi. İspanyollar, AB nezdinde Fransa’nın bu ayıbını söyleyerek desteklerini terör örgütünden çekmelerini istediler. Sonuç bir dizi girişimden sonra Fransa, ETA’dan desteğini çekti. Bu arada Madrid bombalamalarından sonra yüz binlerce insanın ETA’yı protesto ettiği gösteri de unutulmamalı. Demek ki ETA’yı silahsız masaya oturtan; dış desteğini yitirmesi ve büyük toplumsal tepkiyle tecrit edilmesidir.

İRA’ya gelince… İRA’nın en büyük dış destekçisi ABD’deki Katolik kiliseleriydi. Kiliseler, destek vermekten vazgeçince eylemler azaldı ve İngiltere masaya oturarak sorunu çözdü.

Bu bölümde ASALA Örgütünden söz etmeden geçmemek gerek. Özellikle yurt dışındaki temsilciliklerimize karşı yürüttüğü tedhiş eylemleriyle birçok diplomatımızı ve çalışanımızı şehit eden bu örgütün sonu da ETA ve İRA’ya benzemekte. 15 Temmuz 1983’te Paris’in Orly havaalanındaki bombalama eyleminde Fransız yurttaşları da yaşamını yitirince Fransa’nın desteğini yitirdi örgüt. Desteksiz kalan ASALA, zayıflayıp bölünme sürecine girdi ve eylemleri de sona erdi.

Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere terör örgütlerinin dış destekleri var oldukça eylemleri de sürmekte.

Silivri, Hasdal…

Ergenekon, Balyoz, Ay ışığı, Sarıkız, Andıç, Odatv… Gibi yurtseverleri tutuklama, yargılama girişimi; teröre cesaret kazandırdı. Ulusal bütünlüğümüzün savunulması konusunda duyarlılıkları bilinen kişilerin tutuklanmasıyla meydan uzaktan kumandalı sözde aydınlara kaldı.

Özellikle PKK ile savaşta simgeleşmiş askerlerin tutuklanması, bölücü örgüte verilen en büyük ödül. Hele bazı komutanlar hakkında Güneydoğu’daki görevleriyle ilgili soruşturma açılması büyük bir hata. Kahramanlarına sahip çıkmayan ve tersine onları cezalandıran bir ülkenin terörü önlemesi düşünülebilir mi? Ömrünün büyük bir kısmını terörle mücadeleye adamış kahramanların el üstünde tutulması gerek. Kahramanlarına gerekli değeri vermeyen toplumlar, varlıklarını da koruyamazlar.

Kahramanlardan söz etmişken şehit ve gaziler de unutulmamalı. Çoğu şehit yakınının ve sakat kalmış gazinin içler acısı görüntülerinin ekranlarda gösterilmesi bölücü örgüte prim kazandırmakta, terörle savaşanların da cesaretini kırmakta.

Ulusu ve vatanı için canını veren, savaşan kişilere gerekli saygı gösterilip şehitlerin yakınlarına ve gazilere en güzel yaşam koşulları sağlanmalı. Büyük devlet olmanın gereği budur.

Dış Politika

AKP’nin on yıldır izlediği komşularla sıfır soruna dayalı dış politika çok sorunlu komşuluk ilişkilerinin oluşması sonucunu doğurdu. Nerdeyse iyi ilişkiler içinde olduğumuz komşumuz yok!

Suriye konusundaki yanlış ve keskin politikalar, Suriye’nin güvenliğini de Türkiye’nin ulusal birliğini de tehlikeye attı. Bu konuda çok hata yapıldı. Dış politikada ABD ve İsrail politikalarına teslim olduk. Başta Suriye olmak üzere İran ve Irak’la ilişkileri ivedi olarak düzeltmek gerek. Bu konuda atılacak ilk adım, ülkemizde Suriye’ye yönelik faaliyetlerde bulunan terör kamplarının kapatılmasıdır. Bu iyi niyetli girişimden sonra diplomatik ilişkiler onarılmalı.

ABD politikaları terk edilip bölge çıkarları savunulmalı. Unutmamak gerekir ki Türkiye ister istemez ABD ile çatışacak. Bu, tarihin ve koşulların dayattığı zorunluluktur.

Sonuç

Terörle müzakere edip TSK ile savaşarak ülke bütünlüğü korunamaz. Dış dayatmalarla bir ülke kendi iç sorunlarını çözemez. Bu nedenle kendi sorunlarını kendi dinamikleriyle çözümlemeli. Elinde silahlı adamlarla görüşme yapılamaz. Hele terör örgütünü desteklediği açıkça ortada olan ülkelerle kol kola girerek tedhiş hareketleri sona ermez.

Bir olayın nedeni anlaşılmadan sonucu bilinmez. PKK’nın ortaya çıkma nedeni, ülkemizi parçalatmak. Destekçisi başta ABD olmak üzere batılı birkaç emperyalist ülke. Yapacağımız iş öncelikle bölgemizdeki ABD politikalarına karşı mücadele etmek.

Ortağımız dediğimiz ABD, altımızı oymakta. O zaman bu ortaklık bitmeli. Ülkemizdeki ABD ve NATO üsleri kapatılmalı. Türkiye yönünü Doğu’ya dönmeli, yeni dostlarla yeni bağlaşmalar oluşturmalı.

Bir kişinin cellâdıyla birlikte yaşaması kadar acayip bir şey var mıdır?
                                           Adil Hacıömeroğlu
                                           6 Eylül 2012
Not: 10 Eylül 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuıyabilirsiniz.




AFYON’UN GELİNCİKLERİ



      Çarşamba günü gecesi Afyon’daki askeri birlikte cephaneliğin patladığı haberini duyunca yüreğim burkuldu, boğazım düğümlendi. Haberin ardından bir de yangın görüntülerini ekranda görünce donakaldım, oturduğum koltuğa adeta çivilendim, kalkamaz oldum yerimden.
            
    Yangın görüntülerine bakarak “Eyvah!” diye çığlık attım, kendi kendime “Buradan kimse kurtulamaz!” dedim. İçim yandı, yandı, mahvoldum. Gözyaşları süzüldü yanaklarımdan. Gün geçmiyor ki bir şehit vermeyelim. Gencecik fidanları yok yere kurban vermekteyiz. Afyon’daki yetkisiz yetkililer, yaralıların sayısını veriyorlar, ölen askerimiz yok, diyorlar. Ne zamana kadar saklayacaksınız gerçeği? Hem neden saklanır gerçek? Gerçeği saklayarak ölümün acısını unutturacağınızı mı sanıyorsunuz?
            
    Gece uykulu, üzgünmüş gibi görünen sesiyle Afyonlu Orman Bakanı bağlanıyor televizyonlara. “İtfaiye ekiplerine olay yerine gitmesini söyledim.” Diyor. Ne acayip bir söz… Yani, siz söylemezseniz gitmeyecekler öyle mi? Devlet kurumları siz söylemeden iş yapmayacaklar, sizin buyruğunuz gerek. Vah, memleketim vah! Ne hale düşmüşüz de haberimiz yok! Bir şey söyleyecek ya hazret, işiyle ne kadar ilgili olduğunu anlatacak ya… İşte, böyle devleti kendinden ibaret sanan bilinçaltını açığa vuracak, herkes de onun ne kadar büyük adam olduğunu anlayacak. Hele “sabah olunca yangın uçakları olay yerine intikal edecekler.” Sözü var ya, akıllara ziyan. Sabahleyin yangın uçağı, oraya gitse ne olur? Yangını görmüyor, patlamaları işitmiyor musunuz? Sabaha bir şey kalır mı? Milleti kendiniz gibi mi sanıyorsunuz? Saftır, anlamazlar öyle mi? Gözleri kör, kulakları sağır mı onların? Yaşamlarında ilk kez mi bir yangını, patlamayı görüyorlar?
            
      Sabahleyin basına açıklamayı Orman Bakanı yapıyor. Her sözcüğü facia olan bir konuşma. Konuşma da ne yürek var, ne bilinç… Yirmi beş gencimiz şehit olmuş. Yirmi beş yaşam bitmiş, hayalleriyle gitmiş bu dünyadan. Şehitlerimizin kanı Afyon’un çorak topraklarında gelinciğe dönmüş. Yirmi beş ocağa ateş düşmüş, hem de yıllar geçse de sönmeyecek bir ateş. Hep yanacak o ocaklarda, hep yakacak o ocakları.
            
      Afyon’daki patlama kaza denilerek geçiştirilemez. Gerçeğe ulaşılsın ki bir daha yaşanmasın benzer olaylar.
            
      Son zamanlarda nedense “kazalar” arttı TSK’da. Terör karşısında da çok kayıp vermekteyiz. Neden mi? Kışlaya siyaseti soktu AKP. Komutanların neredeyse yarısı tutuklu. Tutuklanmayanların tepesinde ise Demokles’in kılıcı sallanmakta. Orduyu ayakta tutan disiplini ve kendine özgü kuralları. Emir komuta zincirinin sakatlanması ortada ordu mordu bırakmaz. İtibarı yitmiş bir komutan otoritesini kaybeder. AKP yıllardır subayların itibarını yok etmek için elinden geleni yapmakta. Gün geçmiyor ki televizyonlardan, gazetelerden orduya saldırılmasın. Böylesi bir ortamda TSK içi işlerlik nasıl sağlanabilir? Dünyanın hangi ülkesinin ordusu böylesi bir saldırıya uğruyor?
            
      Orduya bir yandan PKK, bir yandan da AKP vurmakta. Vurmayanlar da vuranları alkışlamaktalar. Bu gafletten kurtulmalı.
            
     Afyon’da toprağa düşen şehitlerimizin ölümünde herkesin sorumluluğu var. Başta devlet çarkını işlemez duruma getiren iktidar suçlu. TSK karşıtlığı modasına uyan muhalefet sorumlu. Üç kuruş daha fazla kazanmak için iktidar yalakalığında sınır tanımayan basının köşelemecileri ellerinizdeki kana dikkat edin. Kışkırtıcılık yapmayı demokratlık sanan aydın geçinen kimi zavallılar, devlet kurumlarının çöküşü toplumu nasıl acılara gark ettiğini görmüyor musunuz?
            
    Afyon’da yirmi beş can kanlarıyla bozkırda gelinciğe dönüşmekteler. Afyon Ovasında Türk süvarilerinin çınlayan nal sesleri, topçu güllelerinin sarsıntısı, süngü takan piyadelerin “Allah! Allah!”  nidaları şahadetin kutsallığında bin bir çiçeğe dönüşecek. Onların ruhları, “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” haykırışıyla can bulup oradan seslenecekler bize: “Ey ulusum! Bu gaflet uykusu ne kadar sürecek?”
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           7 Eylül 2012
            Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.