TERÖR ÜSSÜ


                                                           
      Suriye’deki terör olayları başladığından beri AKP hükümeti, Esat yönetimi karşıtı tavrıyla dikkat çekti. Birçok yazımızda “Arap Zemherisi”nin Ortadoğu’daki bölünmeleri hızlandıracağını anlattık. AKP hükümetinin Suriyeli teröristleri desteklemesi, ülkemizi de karışıklığa sürükleyeceği çok açık.
            
     Sözde mülteci kamplarının askeri amaçlarla kullanıldığı baştan beri söylenmekte. Gerek kampların bulunduğu yöre halkı gerekse CHP Hatay milletvekilleri, buralarda tekin adamların yaşamadığını defalarca dile getirdiler. Gönderdeki Türk Bayrağını indirip polisimizi silahla yaralayan bu teröristleri AKP hükümeti korumaya aldı. Onların yaptıkları taşkınlıklara, eşkıyalıklara ses çıkarmıyordu hükümet. Lokantada yemek yiyip parasını ödemeyen, dükkânlardan alışveriş yapıp karşılığını vermeyen, kentlerde elde silahla dolaşan kişiler eşkıya değil de nedir? Suriye sınırı yolgeçen hanına döndü. Kimin nereye, ne zaman gittiği belli değil. Sınır kontrolünü neredeyse yitirmekteyiz. Gündüz Suriye’ye savaşmaya giden teröristler, akşam Hatay’daki kamplarına dönüyorlar. Suriye’de tekbir sesleriyle adam kesip, insanları apartmanlardan atıp öldürüyorlar. Kadın, çocuk, sivil demeden insan kıyımı yapmaktalar. İktidar güdümündeki basın, bu cinayetleri Esat’ın yaptığı yaymakta. Hem eşkıyayı besleyeceksin hem de işlediği insanlık dışı cinayetleri yalanlarla örtbas edip başkalarının üstüne yıkacaksın; sonra da kalkıp haktan, hukuktan söz edeceksin.
            
     Kuruluşundan itibaren dünyanın en büyük zalimi olan ABD ile kol kola girip mazlum Arap halkının kanının dökülmesine neden olacaksın, sonra da kalkıp din sömürüsüyle halktan oy alacaksın. ABD’nin, Kılıçaslan’ın, Selahaddin’in torunlarına karşı yeni Haçlı seferlerinin eş başkanı olacaksın; sonra da Müslüman’ım deyip caka satacaksın öyle mi? Buna olsa olsa “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” denir.
            
     CHP’li Hurşit Güneş, bu terör üslerini ziyarete gidiyor, ancak içeriye giremiyor. Neden mi? Çünkü içeride görülmesi istenmeyen bir durum var. Bir milletvekili, kendi ülkesindeki mülteci(!) kampına giremeyecek de ne iş yapacak? Milletvekilliğini emme basma tulumba gibi el kaldırıp indiren bir mekanik aygıt gibi gören anlayış, onun ülke çıkarları adına görev yapmasını engellemekte. Ayıplı bir kampın görüntüleri, milletin vekilinden, milli iradeden saklanmakta. Hani her şeye milli irade karar verecekti?
            
     Hurşit Güneş’in Apaydın kampını ziyareti olayı büyüyünce ülke tarihimizin en başarısız hariciyecisi açıklama yapıyor. TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyeleri bu kampı ziyaret edebilecekmiş. Ne güzel değil mi? Güya her şey yasalar çerçevesinde işliyor. Tabi, geçen sürede kamptaki suç unsurları yok edilip görüntü milletvekillerinin ve basının görüşüne uygun(!) duruma getirilecek. Eee, bakılınca da her şey çok güzel görünecek. Hatta yandaş basın o kamptan birkaç acıklı insan öyküsüyle işi, süsleyecek.
            
     Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgalinden sonra ABD destekli ve güdümlü İslamcı örgütler, Pakistan’ın kuzeybatısında üslendiler. Taliban ve El Kaide militanları burada eğitilip palazlandılar. Kendi kurallarının geçerli olduğu bir bölge oluşturdular. Kendi eğitim sistemlerini uygulamaya koyup binlerce medrese kurdular. Bu işin parasal kaynağını da başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinden sağladılar. Pakistan’ın kuzeyi elleri silahlı militanlara adeta terk edildi. Bu bölgede Pakistan yasaları geçersiz kılındı. Merkezi hükümetin sözü geçmez oldu buralarda. Zamanla bu başıbozukluk ülkenin diğer bölgelerine de yayılmaya başladı. Günümüz Pakistan’ı teröre teslim olmuş, anayasal düzenden uzaklaşmış, bölünmenin eşiğine gelmiş durumda. Türlü dinsel grupların cirit attığı, eşkıyalığın kentleri teslim aldığı bir ülke konumunda bu “pak” ülke. Komşuya ayar vermeye çalışırken ayarı bozulan bir ülke Pakistan. ABD’nin bölgesel çıkarlarına feda edilen ülke birliği. Kentlerinde neredeyse her gün bombaların patladığı insanların topluca öldürüldüğü, siyasetçilerin suikastlara kurban gitmekte olduğu bir ülke Pakistan. Ülke topraklarını eşkıyaya açmanın bedeli bu.
           
     PKK terörüyle yıllardır başı dertte olan Türkiye şimdi de sınırlarını başta El kaide olmak üzere her renkten teröriste açtı. Hatay, Gaziantep, Kilis illerimiz yasa tanımaz eşkıya gruplarına terk edilmek üzere. Önümüzde Pakistan örneği dururken böylesi bir gaflet niye? Diyelim ki Esat yönetimi yıkıldı; yerine yasa, kural tanımaz bu teröristler iktidar oldu. Ne olacağını tahmin etmek hiç de kolay olmaz. Yıllardır ömrünü terör kamplarında geçirmiş, birçok ülkede iç savaşlara katılmış bu grupların yasal bir sürecin içine girmesi neredeyse olanaksız. Demokrasi mi? Hak getire… Her şeyi namlunun ucunda gören kişilerle demokrasi yan yana durabilir mi?
            
     Suriye’nin bölünmesi ülkemizde ulusal bütünlüğü zedeler. Mezhepçi, etnik, küreselci bakış açılarıyla ülkemizin toprak bütünlüğünü korumak olanaksız.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       30 Ağustos 2012
            Not: 3 Eylül 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
            Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.
Hakları komisyornu üyeleri bu kampı ziyaret edebilecekmiş. HaH

            

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI


                              
    Reşat Çiğiltepe… Atatürk’ün sevip güvendiği, başarılı bir komutandı. Birçok cephede birlikte savaşmışlardı. Büyük Taarruz’a 57. Tümen komutanı olarak katıldı. Savaşın kilit noktalarından biri Çiğiltepe’ydi. Atatürk’e, başkomutanına yarım saat içinde Tepe’yi ele geçireceğini söyledi. Dakikalar ilerlemiş yarım saatlik süre çoktan geçmişti, ama Reşat Bey’den bir türlü mutlu haber ulaşmıyordu karargâha. Atatürk, telefonu çeviriyor, karşısına Emir subayı üsteğmen Bozkurt Kaplangı çıkıyor. Atatürk, Reşat Bey’le konuşacağını söylüyor. Aldığı yanıt iç yakıcı: “Reşat Bey az önce intihar etti efendim!” tümcesinden sonra Reşat Bey’in Başkomutanına bıraktığı yanıtı okuyor: “Yarım saat içinde size o mevzii almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.” Oysa tepe bir buçuk saatte düşmandan alınmıştı. Trablusgarp, Balkan, Yanya Savunması, Çanakkale, Suriye, Muş, İnönü, Sakarya cephelerinde savaşmış Albay Reşat Bey onurlu, sözünün eri, yurtsever bir Türk subayıydı. Verdiği sözü tutamamanın üzüntüsüyle yaşamına son vermişti.
            
     Albay Reşat Bey büyük devlet adamı ve şair Ziya Paşa’nın oğluydu. Vatan görevinin her şeyin üstünde olduğu bilinciyle yaşamıştı. Ulusunun kurtuluşu, yurdunun bağımsızlığı onun için çok önemliydi, hatta yaşamından bile.
            
    Bugün 30 Ağustos törenlerini televizyonlardan izliyorum. Birçok televizyon kanalı Zafer Bayramımızı görmüyor bile. Ankara’daki resmi törenlerde yüzler asık. Protokoldeki devlet erkânı, zorla yerine oturtulup ders dinleyen çocuklar gibi. Günün anlam ve önemine uygun yüz ifadesini göremedim. Mehteran bölüğü geçerken AKP’liler alkışlıyor. Oysa az önce geçen Harp Okulu öğrencilerine aynı ilgi yok.
            
    Cumhurbaşkanı kulak rahatsızlığından hastanede. Törenlerde yok. Resepsiyon da iptal edilmiş. Oysa devlette süreklilik esastır. Cumhurbaşkanın vekiliyle 30 Ağustos resepsiyonu yapılamaz mı? Bunlar bahane tabi ki…
            
    Atatürk, ölümcül hastalığın pençesinde. Doktorlar izin vermiyor 1937 Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılmasına. O büyük insan hastalığının tüm olumsuzluğuna karşın ayakta selamlıyor resmi geçittekileri. Yine ölümün pençesindeyken Hatay sorununu halletmek için Adana’daki birlikleri denetlemeye giden de Atatürk’tü.
            
    Bir sözümüzde Kemal Kılıçdaroğlu’na. Törenlerde çok aradık kendisini. Hele de AKP iktidarının ulusal bayramları ortadan kaldırma girişimlerinin arttığı, ulusal bütünlüğümüzün tehlikeye girdiği bu günlerde. Ne yazık ki yoktu. Güney Afrika’daki sosyalist enternasyonal toplantısındaymış. Ancak şunu anımsatmak isterim Kılıçdaroğlu’na: Bu ülke sosyalist enternasyonal toplantılarında değil, Kurtuluş Savaşı cephelerinde verilen savaşla kurtarılıp kuruldu. Ülkemizin toprak bütünlüğünün tehlikeye girdiği içinde yaşadığımız günlerde çözümü yine ulusal birliğimizi temsil eden bayramlarımızda bulacağız.
            
    Herkes Reşat Çiğiltepe olamaz. Herkes Atatürk gibi ölüm döşeğinde bile vatan ve ulus sevgisiyle yanıp tutuşamaz. Varlığımızı borçlu olduğumuz Reşat Bey gibi özverili nice ulusal kahramanımıza, bizi köle olmaktan kurtararak özgürlüğe kavuşturan Atatürk’e borcumuzu ödememiz olanaklı mı? Bu güzel günde Tüm Kurtuluş Savaşı şehit ve gazilerine sonsuz minnet ve şükranlarımı sunarken Türk Ulusu’nun bayramını kutlarım.
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  30 Ağustos 2012

TERÖR VURUYOR, SİYASET BAKIYOR


     PKK’nın Şemdinli kalkışmasından sonra terörün tırmanarak büyük kentlere kayacağını defalarca yazdık. Gaziantep’te 21 Ağustos’ta patlayan bomba, bölücü örgütün daha büyük eylemlere imza atacağının da göstergesi. Ortadoğu kazanının fokur fokur kaynadığı bir dönemde ülkemizdeki terörün suskun kalması beklenemez.
            
     Atalarımız; “Kurt dumanlı havayı sever.” demişler. Ortalık toz duman… Yöneticiler gaflet uykusunda… Öyle bir hükümet düşünün ki terörün en azgın döneminde kendi ordusuyla savaşmakta, kendi devletinin kurumlarını çökertmenin peşinde. İktidarıyla muhalefetiyle terör karşısında acizlikten başka çözüm üretemeyen bir siyaset alanı düşünün. Şehit olmanın ululuğunu unutup şehit olan Mehmetleri küçümseyen parti sözcülerinin olduğu bir ülkede terör önlenebilir mi? Böylesi bir söylemde bulunan siyasetçi hala koltuğundaysa terörü nasıl önleyeceğiz?
            
     Bayramın birinci günü bakanlardan Suat Kılıç konuşuyor Samsun’daki seçmenlerine. “Huzur içinde bayram geçirdiğimizi” söylüyor. Konuşmasının ardından mayın tuzağında iki şehidimiz toprağa düşüyor. Bayramın ikinci gününde şehit sayımız on üçe ulaşıyor. Yaralılar konusunda her geçen saat farklı sayılar söyleniyor ilgililerce(?). Yaralıları bile sayamayan bir hükümet. Bakan Kılıç’ın nasıl huzur bulduğunu bilmiyorum, ama biz ulus olarak huzursuzuz, üzgünüz, acı içindeyiz. Bakan Kılıç, konuşmasında Suriye, Gazze, Myanmar, Somali’deki… Müslümanlara nasıl yardım edip yaşamlarını kurtardıklarını anlatmakta duygusal bir dille. Uzak diyarlarda ölenler Müslüman da ülkemin dağlarında, kentlerinde can verenler Müslüman değil mi? Terörün katlettiği yurttaşlarımız insan değil mi? Sanki Suat Kılıç uzayda yaşıyor. Sormazlar mı adama sen nerenin bakanısın, diye.
            
    Bir eski bakan seçim bölgesi Karabük’te konuşuyor. TBMM başkanlığı da yapmış hazret. O da uzaylılardan. İstiklal Marşı’nın her yerde söylenmesinden rahatsız beyefendi. Futbol maçlarında İstiklal Marşı’ mızın niçin ve ne zamandan beri söylendiğini merak ediyormuş. Söyleyelim de öğrensin bari. Bölücü terör can almaya başlayınca önce tribünlerden söylendi İstiklal Marşı’ mız, sonra gelenekselleşip her maçtan önce çalınmaya başlandı. Siz Patagonya’ da bakan olduğunuzdan bilmezsiniz bunları.
            
     Açılımdan sorumlu başbakan yardımcısı sabahleyin Gaziantep’te saldırıyla ilgili açıklama yapmakta. Bir sürü laf salatası. Efendim aracın oraya nasıl getirildiğini, hangi sahte plakaları kullandığını belirlemişler. “Şahsın eşkâlini tespit etmek üzereymişler”… Sanki olay sıradan bir adli olay. Sen, bir kişinin peşine düşerek mi terörü önleyeceksin. Ülkemin dağı taşı terörist kaynamakta. Yollarda milletvekilleriyle öpüşüp koklaşmaktalar. Kameralar görüntüleri çekmekteler. Sen hala terörist arıyorsun öyle mi? Gaflardan sorumlu içişleri bakanı Hakkâri’de canını zor kurtarıyor. BDP’ li vekil, “Bizimle gelseydi, bu olaylar olmazdı.” diyor. Kısacası “Buranın güvenliği bizden sorulur.” demekte, sen sahte plaka peşindesin hala.
            
    TBMM’deki vekil “Dağdaki Arkadaşlar!” diye söze başlamakta. Muhalefet liderleri din sömürücülüğü yarışına tutuşmakta iktidar partisiyle. Biz ise kan ağlarken siyasetçinin yaramıza merhem olmasını beklemekteyiz.
            
     Gaziantep’te bomba patlıyor, canlar yerlere saçılıyor, siyasetçilerimiz dinlencedeler. Çok yorulmuşlar, üç aylık dinlenceyle yorgunluk atmaktalar. Terör mü? Dinlencesi, bayramı yok! Sen sırt üstü yatarken terörist can almakta.
            
    Yarın, ABD uydusu bir kısım gazeteciler çıkacak ve bu olayların arkasında Suriye’nin, hatta İran’ın olduğunu söyleyecekler. Anlayacağınız BOP’ a karşı görevlerini yapacaklar. Birisi kalkıp da bölücü örgütü ABD’nin azdırdığını söylemeyecek. Birisi de Güney sınırımızın yolgeçen hanına döndüğünü, sınır güvenliğinin yok olduğunu anlatmayacak. Suratımıza inen şamarın nereden geldiği konusunda hep yalan söyleyeceğiz. Ardından daha kuvvetli bir şamarı yiyeceğiz.
            
     Demokrasi ihraç eden Türkiye’nin durumuna bakın.  Anlı şanlı TV’ler, yılda milyon dolarlar kazanan ünlü gazeteciler Gaziantep’teki patlama konusunda kısıtlı yayınlar yaptılar. Adam gibi çıkıp ekranlardan PKK’yı lanetleyemediler. Dokuz günahsız insanın öldürülmesi karşısında nefretlerini haykıramadılar. Dokuz şehidin dördünün çocuk olduğunu görmediniz mi? Bayram sevincini yaşayamayan bu çocuklar da vicdanınızı harekete geçiremedi mi? İşte, insanoğlu cüzdanla vicdan arasına sıkışınca böyle oluyor. Doların yeşili, vicdanın duyarlılığını kana boyuyor.

    Bölücü terör vuruyor, her gün can alıyor, siyasetçi bakıyor. Teröriste daha fazla özgürlüğü nasıl sağlarız, diye tartışmakta; açılım üstüne açılım yapmaktalar Genelkurmay başkanının terör örgütü lideri olmaktan tutuklayanlar, PKK militanlarını nasıl daha çok özgürleştiririz, diye çaba göstermekteler. Komutanların hapiste, teröristin kentlerde ve dağlarda dolaştığı bir ülkede terör önlenebilir mi?
            
                                                             Adil Hacıömeroğlu
                                                              21 Ağustos 2012

ULUSALCILIK, FAŞİSTLİK MİDİR?


Son yıllarda ulusalcı olmayı faşistlik, ırkçılık olarak göstermek isteyen çevreler var. Bu düşüncenin asıl kaynağı, küresel emperyalizm. Amaçları da emperyalizme karşı başkaldıran ulusal direnişleri kırmak. Ulusalcılığı, ırkçılık olarak algılatmak isteyen küresel emperyalistler, etnik kökenlere ve inançlara dayalı siyaset yapmayı desteklemekteler. Bunu da demokrasi ve özgürlükmüş gibi topluma sunmaktalar.

Bölücü örgütçe dağa kaçırılan CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, PKK’dan şikayetçi olduktan sonra savcılık çıkışında: “CHP’nin nasıl bir yolda yürüyeceğini, ulusalcı, kafatasçı kişilerle, onların yaptığı eleştirilerle bir yol yürünmeyeceği görülmüş oldu.” diyerek ulusalcılığı, kafatasçılık olarak göstermekte. 18 Ağustos 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Hikmet Çetinkaya da “Faşist Kafalar” başlıklı yazısında ulusalcı olmanın faşistlik, ırkçılık olduğunu söylemekte. Çetinkaya, CHP’deki ulusalcıların partiden ayrılmasını istemekte.

Ulusalcılık, devrimci olmanın ana ilkelerinden biri. Çağımızda antiemperyalist olmanın adı, ulusalcılık. Yani emperyalizme, küresel sömürüye karşı halkının çıkarlarını savunmaktır ulusalcılık.

Ulusalcı olmak; sömürgeci, işgalci batılı emperyalistlere karşı Kurtuluş Savaşı yapmaktır. 9 Eylül’de işgalcileri İzmir’den denize dökmektir. Ulusalcılık ekonomide, siyasette, kültürde, eğitimde, yargıda, askerlikte dışa bağımlılığı yok etmek; birkaç dolar için küresel kan emicilere avuç açmamak; halkını vereme, sıtmaya, frengiye ve koleraya teslim etmemektir. Ulusalcılık; kendi topraklarında fabrikalarının özgürce üretim yapması, çiftçinin karasabana tutsaklığının yok edilmesi, çocuklarının Ortaçağ hurafelerinden kurtarılarak milli, bilimsel ve çağdaş  eğitime kavuşturulmasıdır. İnsanları etnik kökenlerine, dinsel inançlarına, aile bağlarına, aşiret gücüne ve unvanlarına bakmadan özgür yurttaşlar olarak bir ulus kimliği altında birleştirip bağımsızlaşmaktır ulusalcılık.

Ulusalcı düşünce, etnik ayrımcılığı kaşıyarak ırkçılık, inanç farklılıklarını kışkırtarak din sömürüsü yapmaz. İnsana, insan kimliğiyle bakan, alt kimlikleri kişinin onuru sayan, bölmeyip birleştiren, kavgayı değil, barışı gerçekleştiren bir düşüncedir ulusalcılık. ULUSALCILIK, TÜRKİYE’Yİ ANKARA’DAN YÖNETMEKTİR.

Ulusalcılık yukarıda anlattığımız gibiyse ırkçılık, faşistlik nedir? Irkçılık; ırka, etnik kimliğe dayalı, egemen bir küçük azınlığın sömürüsünün siyasallaşmasının adıdır. Toplumu alt kimliklere bölme işidir. Halkı inançlarına göre ayrıştırmaktır. Faşistlik, emperyalizmin güdümüne girerek ulusal çıkarları savunmamaktır.  Tarikat, cemaat, ırka dayalı örgütleri demokrasi ve özgürlük yutturmacasıyla göz boyayarak desteklemektir. Irkçılık, sınıf mücadelesinden vazgeçerek küresel alt kimlik siyasetine teslim olmaktır. FAŞİSTLİK, TÜRKİYE’Yİ ANKARA’DAN YÖNETMEK DEĞİL; KÜRESEL MERKEZLERDEN YÖNETMENİN ADIDIR.

Şimdi gelelim CHP’ye… CHP, kökleri itibarıyla sosyal demokrat değil, Kemalist bir parti. Seçmenlerinin büyük çoğunluğu, CHP’nin ulusalcı Kemalist kimliğine oy vermektedir. Bu nedenle de dünyada birçok siyasal kuruluşa nasip olmayacak bir şansa ve onura sahiptir. Antiemperyalist olma onuruna… İşgal altındaki Türkiye’yi kurtarmak için halk içinde örgütlenerek kurulan bir siyasal kurumun adıdır CHP. Bunu, ancak yüreği yurtseverlik duygusuyla dolu, kafası emperyalizme karşı savaşma düşüncesiyle bezenmiş yurttaşlar anlar. CHP’yi devrimci yapan, antiemperyalist duruşunu feodalizm karşıtlığıyla desteklemesidir. Şimdi kalkıp yüz yıl öncesinin feodal artıklarını özgürlük savaşçısıymış gibi topluma sunup bunun adına “ilericilik” diyorlar. İlericilik; feodalizme, emperyalizme kaşı çıkmaktır.

CHP’nin altı okundan biri, milliyetçilik... CHP’nin amblemini değiştirmeyi düşünüyor mu yeni yönetim acaba?

“Irk ve mezhep ayrımını körüklemek mi? Emek-sermaye çelişmesini göz ardı etmek mi? Salt laikliği savunup demokratik hak ve özgürlükleri savunmak mı?” diyor yazısından Çetinkaya. Irk ve mezhep ayrımcılığını körükleyerek siyaset yapma alışkanlığı 12 Eylül Amerikancı darbesinden sonra moda oldu ülkemizde. İnsanların adlarının önüne; alt kimliklerini, mezheplerini, hatta mensup oldukları tarikatları getirerek siyaset yapma alışkanlığı Evrenci, Özalcı, küreselci demokrasinin(!) kazanımları olarak görüldü. Emeğin, emekçinin özgürlüğü, birleştiriciliği; yerini etnik ve mezhep kimliklerinin bölücülüğüne bıraktı. Bugün emek mücadelesini engelleyen etnik kimlik ve mezhep kavgasıdır.

Laiklik, ülkemizin olmazsa olmazıdır Sayın Çetinkaya. Ulusumuzu bir arada tutan birleştiriciliğin adıdır laiklik. Küresel yele ve iklime uyarak, cemaat-tarikat etkisinde kalarak laikliği savunmayı küçümsemek yakışık alır mı?

“CHP, Cumhuriyetimizle yaşıt, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bir parti. Bunu ne Kılıçdaroğlu yadsıyor ne de Hüseyin Aygün… Ancak ne 1930’lu yıllardayız, ne 50’li, ne 70’li, ne de 90’lı yıllarda… Yıl 2012…” diyerek yazsını sürdürmüş Çetinkaya. CHP’nin, Atatürk’ün partisi olduğunu kabul ediyorsak onun kuruluş felsefesini de tarihsel duruşunu ve görevlerini de reddetmeyeceğiz. Yıllar akıp gitti CHP kurulalı, ancak bir şey hiç değişmedi. Dün olduğu gibi bugün de emperyalistler, ezilen ulusları vicdansızca sömürmekteler. Dün olduğu gibi bugün de yaşadığımız coğrafyada insanları etnik kökenlerine ve inançlarına göre bölüp düşmanlaştırıyorlar. Yine dün olduğu gibi bugün de emek en yüce değer sayılmayıp acımasız bir sömürü çarkı işlemekte. Hem de etnik köken, mezhep ayrımı yapılmadan sömürülmekte halkımız. Günümüzde dünden daha çok ulusalcı duruşa gereksinmemiz var. Emperyalizmin Batı Asya’yı kan gölüne döndürmekte olduğu günümüzde Atatürkçü olmanın koşulu olan ulusalcılık umarımız olmalı. Atatürksüz bir antiemperyalist savaşım düşünülemez içinde yaşadığımız coğrafyada. Onun içindir ki yeni sömürgeciler, Atatürk’ü silmek istemekteler. Biz, Atatürk’ü yaşatacak mıyız; yoksa bu silme hareketine piyon mu olacağız?

Emperyalizmin kafalarımızı tutsaklaştırdığı günümüzde ne yapacağız? Ulusalcı olup dil, din, renk, cinsiyet ayrımı yapmadan ulusalcı mı olacağız; yoksa alt kimliklere dayalı faşist siyasetlere teslim olup emperyalist bölücülüğe hizmet mi edeceğiz?

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            18 Ağustos 2012

LONDRA OLİMPİYAT OYUNLARI


                                               
         Londra Olimpiyatı rekorlarıyla, düş kırıklıklarıyla, yeni şampiyonlarıyla, spora veda edenleriyle sona erdi. Ülkemizin bugüne kadar en kalabalık sporcuyla katıldığı olimpiyattı Londra.

Tam yüz on dört sporcumuz yarışmıştı Londra’da. Olimpiyat oyunları başlamadan önce beklentimiz yüksekti. Çok sayıda madalya kazanacağımızı umuyordu kamuoyu. Çünkü AKP iktidarı ve spor yöneticileri, bu yönde medya destekli kampanyalar düzenlediler. Başta RTE ve Spor Bakanı olmak üzere iktidar partisi yöneticileri spor ruhuna siyaset bulaştırdılar. Eğer beklenilen sayıda madalya kazanılsaydı, ülke gündeminin değişmesi söz konusu olacaktı. Utku sarhoşluğu içindeki halk siyasal gündemden uzaklaşacak ve bu toz duman içinde AKP’nin siyasal ucubeleri çaktırmadan gerçekleşecekti.

Spor Bakanının oyunlar öncesi başarıyı Allah’a havale ederek olası başarısızlıklardan peşinen sıyrılması ilginçti. Sporcularımız kamuoyunun yüksek beklentisi altında ezildiler. Bedenleri, ruhsal baskının ağır yüküne dayanamadı ve art arda yenilgiler geldi. Yenilgi sonrasında sporcuların konuşmaları dikkat çekiciydi. Her yenilen sporcu genellikle işi “kadere, kısmete” bağladı. Çok heyecanlandıklarını söylediler. Başka ülkelerin on beş, on altı yaşındaki sporcuları dünya rekorları kırarken bizimkilerin bacaklarını hissetmemesi ilginç değil mi? Yarış sırasında ve öncesinde sakatlanan sporcu sayısı azımsanamaz. Sporcularımızın bu sakatlıkları teknik kurullarca iyi incelemeli. Final karşılaşması öncesi bir bayan sporcumuzun, Cumhurbaşkanının eşi tarafından aranması insan ve sporcu psikolojisinin nasıl ayaklar altına alındığının önemli bir göstergesidir. Sporcumuzun bu konuşmadan sonra karşılaşmada yenilmesini doğal karşılamalı.

Hemen hemen her sporcunun karşılaşma ya da yarışma sonrası protokolde yer alan tüm devlet görevlilerine teşekkür etmesi, siyasallaşan sporun bir göstergesi. Ayrıca bu durum, sporcularımızı ezik duruma sokmakta. Sanki hükümet yetkilileri, federasyon yöneticileri bu gençleri babalarının hayrına oraya göndermişler gibi bir hava yaratılmış. Bu, bir lütuf değil, aksine başarının ödüllendirilmesidir. Böylesi boynu bükük gençleri görmek insanın içini acıtmakta.

Londra’da düş kırklığını asıl yaşadığımız spor dalları güreş ve halter. Çok sayıda madalya beklediğimiz bu iki dalda deyim yerindeyse hüsrana uğradık. Güreşte ilk devreyi bile kurtaracak bir güce sahip olamayan sporcularımızın fizik ve kondisyon zayıflıkları göze battı. Dünya şampiyonu güreşçilerin mindere serilmesi, rekortmen haltercilerin ilk haklarında pes etmesi anlaşılamaz. Bunun nedeni, sporcularımızın oruçlu olmaları olabilir. Bu konuda ilgili federasyonlar kamuoyuna bilgi vermeliler. İbadette kaza yapma hakkının olduğunu bilmemek bilgisizlik değil mi?

Spor başarımız tamamen rastlantılara bağlı. Alt yapı çalışması yok denecek kadar az. Sporcular okul çağında belirlenip yetiştirilmeli. Okullarımızda beden eğitimi dersi yok denecek kadar az ve ciddiye de alınmamakta. Devlet okullarımızın çoğunda spor salonu yok. Olanlar ise yöneticilerin özel mülkiyeti gibi. Her türlü olanağı olan özel okullarımızda sporcuların yetişmemesi de dikkat çekici. Çünkü sınavlara odaklı bir eğitim sisteminde özel okulların birçoğunda beden eğitimi dersleri yapılmamakta. Bu ders saatinde öğrenciler test çözmekteler. Kendimiz yetiştiremeyince de iş, ithal sporculara kalmakta. Boşuna dememiş atalarımız: “Elden gelen övün olmaz, o da zamanında gelmez.” diye.

Londra’da kazandığımız beş madalyadan üçünün kızlarca alınması kıvanç verici. Özellikle basketbol ve voleybolda kız takımlarımızın bizi ekranlara kilitlemesi çok güzel. O kızlar Atatürk’ün kızları. Çağdaş Türkiye’nin göstergeleri. Onurlandık onlarla.

Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir alanda emek harcanmadan başarı kazanılamaz. Ülkelerin ekonomik ve bilimsel gelişmeleriyle spor alanlarındaki başarıları birbirine koşut. Çağdaş eğitimden uzaklaşan bir Türkiye’nin bundan sonra başarı kazanması olanaksız.  Anlayacağınız işimiz tansıklara kalmış durumda. Hurafe ile bilim yan yana olmaz.
                           Adil Hacıömeroğlu
                            17 Ağustos 2012

DAĞDAKİ ARKADAŞLAR(!)


    CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün, PKK tarafından kaçırılışından iki sonra serbest bırakıldı. Bölücü örgütün eylem biçimini değiştireceğini önceki yazılarımda belirtmiştim. PKK, yeni eylem biçimiyle kendince egemenlik alanı belirlemekte. Bu alanda kendi kurallarının geçerli olacağını söylemekte terör örgütü.
            
    Aygün’ün kaçırılmasının ardından PKK’nın yaptığı açıklama ilginçtir. Milletvekilinin “şikâyetler” üzerine gözaltına alındığını duyurarak “gerekli idari ve hukuki işlemlerinin tamamlanmasının ardından” serbest bırakılacağını açıkladı bölücü örgüt. Bu açıklama toplumda paralel devlet algısı yaratmaya yönelik. Bir coğrafyada “idari ve hukuki işlemleri” kim yapar? Devlet… Bu tavrıyla ayrılıkçı örgüt, buralarda devlet benim, diyor. Şemdinli eylemiyle “sınırları silme” sürecini başlatan PKK, milletvekili kaçırmakla bu amacını yaymaya çalışıyor. Böylesi yüksek düzeyli eylemler gündeme PKK’yı oturtuyor. Kaçırılma olayıyla gündem değişti, öyle anlaşılıyor ki konuyla ilgili tartışmalar günlerce sürecek. Bundan güzel bölücü örgüt propagandası olur mu?
            
    Kaçırılma olayı gösterdi ki ülkemiz istihbaratı can çekişmekte. Kandil’le Tunceli arasındaki telsiz konuşmalarını dinleyemeyen ve bu yolla Aygün’ün tutulduğu yerin koordinatlarını belirleyemeyen bir istihbaratın sorgulanması gerek. Bu bağlamda, GES’in TSK’den alınarak MİT’e verilmesi konusu yeniden değerlendirilmeli. Siyasallaşan kurumların devlet görevini yapmada zafiyet taşıdığı bir gerçek.
            
    Hüseyin Aygün’ün serbest bırakıldıktan sonra yaptığı açıklama düşündürücüdür. PKK militanlarından “arkadaşlar” diye söz etmesi önemlidir, sempati içerir. Bir kişinin, kendini kaçıranlardan böylesine sıcak bir biçimde söz etmesi ilginçtir. Aygün’de böylesine kısa bir sürede “Stockholm Sendromu”nun oluşması şaşırtıcı! Teröristlerin “saygılı” olmasını söylemesi sendrom mu, sempati mi acaba? Dağdakiler, bulundukları durumdan memnun değilmiş! Sanki evden kaçan yaramaz çocuklar bunlar. Gözünü kırpmadan adam öldüren bu “gençler” dağa kendi istekleriyle gidiyorlar. Eğer memnun değilseler, neden oradalar, insinler dağlardan. Aygün, söylemleriyle neredeyse “Onlar birer beyefendi!” diyecek.
            
   “Mücadelelerinin anlamsız olduğunu” söylüyormuş dağdaki arkadaşları. O zaman neden ordasın? Bir anlamsızlık uğruna gözünü kırpmadan nasıl insan öldürüyorsun? PKK, YCHP’nin Kürt politikasından memnunmuş. Demek ki sorun var burada. Eğer bir bölücü terör örgütü politikalarınızdan memnunsa siz, yanlış yoldasınız. Politikalarınızı değiştirin.
            
    Sayın milletvekili, bu açıklamalarıyla PKK’yı, sevimli, haklı göstermeye çalışmakta; yapılan eylemi de masummuş gibi kamuoyuna sunmakta. Bu sözleri, CHP çatısı altındaki birinin söylemesi inanılmaz. Devleti kuran bir partinin milletvekilinin bölücülük karşısındaki tavrı, teröriste cesaret vermemeli. Basın toplantısının Seyit Rıza Parkında yapılması da anlamlıdır. Cumhuriyete karşı isyanın simgelerinden olan birinin adının verildiği parkta PKK’ya övgülerde bulunmak…
            
    Hüseyin Aygün, kendisinin Dersim milletvekili olduğunu söylüyor. Oysa bu adda bir ilimiz yok. Nereden seçildiğini unutmuşsa mazbatasına baksın, ilinin adını öğrensin. Cumhuriyet’in yasalarını tanımayan bir CHP’li olur mu?
            
  Yine Aygün’den öğreniyoruz ki CHP önümüzdeki günlerde bir “Kürt Raporu” açıklayacakmış. Anlatımından, raporun içeriği anlaşılmakta. Aygün’ün, TR 705’in, “yetmez ama evet”çilerin, AKP’ye oy verdiğini açıkça söyleyen vekillerin hazırlayacağı bir “Kürt Raporu”ndan Ne CHP’ye ne de ülkemize yarar gelir. Açıklanmaması daha iyi. Parti yönetimi bu konuyu yeniden ve sağlıklı değerlendirmeli.
            
    Aygün’ün bu açıklamalarına hafifletici nedenler bulmak olanaksız. Daha önce de kendisinin Atatürk ve İnönü hakkındaki sözlerini bilmekteyiz. Kimse onun demokrasi ve barış adamı olduğunu söylemesin. Aygün, CHP’ye zarar veriyor. Öylesine zarar veriyor ki bunun bedeli çok ağır olabilir siyasal anlamda. Bu zararları önlemek için partiden uzaklaştırılmalı. Bu durum hem CHP hem de Aygün için hayırlı olur.
                                                          Adil Hacıömeroğlu
                                                           16 Ağustos 2012
           
           
           
           
            
        
        
        
         

BİR GECEDE CAHİLLEŞTİK Mİ?


                               
          Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının sık sık söyledikleri bir söz var: “Harf devrimiyle bir gecede cahilleştik, tarihimizden koptuk.” Gerçekten bir gecede geçmişimizi unutup bilgisizliğe mi gömüldük. Anadolu ve Trakya’nın her evinin dolapları cilt cilt kitaplarla doluydu da bunları okuyamaz mı olduk bir gecede? Toplumun yüzde yüze yakını okuryazardı da harf devrimiyle bir gecede okuma yazmayı mı unuttular?
            
        Yukarıdaki soruların yanıtlarını merak edip doğruları öğrenmek her yurtseverin ödevi olmalı. Konunun aydınlatılması için Osmanlı dönemiyle Cumhuriyet sonrası basılan kitap sayılarını ve okuryazarlık oranlarını inceleyip kararlaştırmak gerek.
           
         1493’te İspanya’dan kaçarak ülkemize sığınan Yahudiler matbaalarını da yanlarında getirerek kendi dillerinde kitap basıyorlardı. Osmanlı ülkesinde yaşayan Ermeniler 1567, Marunîler 1610, Rumlar 1627’de matbaalarını kurmuşlardı. İlk matbaanın 1450’de kurulduğunu da anımsatmak gerek. Oysa ülkemizde ilk matbaa 1727’de kuruldu. Osmanlı, Avrupa ülkelerinden iki yüz yetmiş yedi yıl sonra kendi halkının aydınlanmasına kapı açmıştı. Ülkede yaşayan gayrimüslimler çoktan aydınlanma devriminin ışığında yürümeye başlamışlardı bile. Hangi nedenle olursa olsun matbaanın gecikmesi bağışlanamaz. Kendi halkını ortaçağ karanlığına tutsak eden bir yönetim anlayışının Türklüğe de Müslümanlığa da yararı olmaz.
                 
       Matbaa geç geldi de kitap basım hızı yitirilen yılların eksikliğini kapatabildi mi? 1727’den harf devriminin yapıldığı tarihe kadar yurtiçi ve dışında basılan yapıt sayısı yaklaşık otuz bindir. Oysa Osmanlı’da matbaanın kurulduğu zamana kadar Avrupa’da basılan kitap sayısı bir buçuk milyon ( bir milyar dört yüz milyon nüsha) dur. 1736-1836 arasındaki yüz yıllık dönemde ise bir milyon sekiz yüz kitap, iki buçuk milyar tane basılmış. Osmanlı ile Batı’yı basılan kitap sayısı açısından karşılaştırdığımızda acı bir gerçek ortaya çıkmakta. Avrupa’nın hızla ilerleyişini, Osmanlı’nın çöküşünü gerçekçi olmayan bir kısım hamasi sözlerle, hurafelerle açıklamak yerine yukarıda anlattığımız verilerle değerlendirmek doğruyu bulmamızda bizlere yardımcı olur.
            
        1928’de harf devriminin yapılmasından 1938 tarihine kadar yeni Türk abecesiyle basılan kitap sayısı, on altı bin altmış üçtür. Yani Osmanlının üç yüz yılda yayımladığı toplam kitabın yarısını genç Cumhuriyet on yılda yayımlamıştır. Bu o zamanki ekonomik koşulları düşündüğümüzde olağanüstüdür. Çünkü on yılı aşkın süren bir savaşlar dizisinden sonra yıkıntı durumuna gelen bir ülkenin ayağa kalkma döneminden söz etmekteyiz. Fabrika bacalarının tütmediği, tarımın çöktüğü, ulaşımın olmadığı, sağlık hizmetlerinin yapılamadığı, çağdaş eğitimin düşlerde görülebildiği, nüfusun azaldığı ve çalışacak insan bulma güçlüğünün olduğu bir ülkeden söz etmekteyiz.
            
        Cumhuriyet kurulduğunda ülkemizde okuma yazma bilenlerin nüfusa oranı yüzde altı. Bu oran, kadınlarda yüzde bir bile değil. Okuryazar olanların çoğunluğu devlet memurları. Okuryazarlık daha çok kentlerde görülmekte. Nüfusunun büyük bölümünün köylerde yaşadığı düşünüldüğünde ülkemizin nasıl karanlığın, bilgisizliğin içinde olduğu da anlaşılır.
            
        Türkiye eğitimde yaptığı büyük atılımlarla okuma yazma oranını 1927’de yüzde 11’e, 1935’te yüzde 20,4’e, 1950’de 33,6’ya çıkarmıştır. Okuryazar oranındaki bu artış dünyada görülmedik bir düzeydedir. Bu artışların olmasında “gece kursları, halk odaları, halkevleri ve millet mekteplerinin çok önemli katkısı var. Yeni Türk harflerinin okuma ve yazmayı kolaylaştırması önemli bir etkendir bu artışta.
            
       Okuma yazma bilmeyen birinin kitap okuması söz konusu olamayacağına göre harf devriminin yapılmasıyla “bir gecede cahil kalmamız” düşüncesi dayanaksızdır. Okumak için de kitap gerekli. O da yok denecek kadar az. Anadolu ve Trakya’nın köylerini, kasabalarını, kentlerini gezin bakalım; hangi evde Arap harfleriyle yazılmış kaç kitap (Kuran-ı Kerim dışında)  bulabilirsiniz? Kaçımızın dedesi, ninesi okuryazardı? Kaçımızın evinde dedelerimizden kalma kitaplarımız var?

Osmanlı’daki yayın yaşamını Avrupa ile karşılaştırdığımızda içler acısı durum ortadayken birtakım gerçek dışı sözlerle harf devrimi aracılığıyla Atatürk’ü suçlamak vicdana da akla da sığmaz. Hamasi söylemleri bırakıp Osmanlı’nın yüz yıllarca halkımızı okuryazar yapmayarak uygarlık ışığından neden yoksun bıraktığını sorgulayalım. Cumhuriyet’in başarılarına da saygı duyalım.

Gericiler yıllardır yalanlar uydurarak Cumhuriyet’i karalamak istemekteler. Güneşi balçıkla sıvamak olanaklı mı? Cumhuriyet güneşine balçık dayanır mı? Onun ışığı görmeyen gözleri de aydınlatacak. Gece bitip tan ağardığında ak koyunla kara koyun ortaya çıkar.
 Adil Hacıömeroğlu
 11 Ağustos 2012
 Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com  dan okuyabilirsiniz.
            

“KÜRT SORUNU” MU, “TERÖR SORUNU” MU?


                             
        Yaklaşık otuz yıldır süren bölücü terörü adlandırma konusundaki farklılıkların nedeni nedir? Otuz yıldır yaşadığımız bu olayı farklı adlandırmak, konunun değişik biçimlerde algılanmasından doğmakta.
            
      12 Eylül’den sonra ülkemizde etnik ayrımcılık ve mezhep farklılıkları temelinde siyaset yapma anlayışı topluma adeta dikte edildi. Küreselleşmeci merkezler ulus devletleri yıkma amacına ulaşmak için etnik ve dinsel kimliklerin ortaya çıkmasını, dillendirilmesini, siyasal araç olarak kullanılmasını desteklediler. Yeni liberalizmin vahşi ekonomik sömürünü sürdürmek ve dünyanın doğal kaynaklarını yağmalamak için ülkeleri, bölünebilecek en küçük parçalara ayırmak gerekliydi. Bu nedenle de alt kimlikleri olabildiğince kaşımak için özel çalışmalar yapıldı. Sınıf mücadelesinin ulusu birleştirici gücü de böylece zayıflatılıp ortadan kaldırıldı. Küreselleşmeci liberalleri en çok rahatsız eden ezilen sınıfların hak aramasıydı. Çünkü etnik kökeni, inancı ne olursa olsun emekçiler kendi sınıf çıkarları için birleşiyorlardı. Birleşen emekçi sınıflar, ülkelerini emperyalist saldırılara karşı korumaktaydılar. Tarih, emekçilerin direniş destanlarıyla doludur. İşte, alt kimlik siyasetiyle yok edilmek istenen ulusal bütünlüktür.
            
       Ülkemizdeki bölücü sorunu, ezilen ulusun savaşıymış gibi göstermek yanlıştır ve BOP’ çulara hizmet eder. Dünyadaki sömürge ülkelerden hiçbiri, sömürücü ülkenin parlamentolarına temsilciler gönderip merkezi yönetime katılmaz. Kısacası, İngiliz meclisinde Hintlilere, Pakistanlılara, Aborjinlere, Kanadalılara rastlanmaz. Oysa TBMM’de Türkiye’nin her kesiminden insanlar temsil edilir. Bakan, başbakan, hatta cumhurbaşkanı bile olabilirler. Lenin’den başlayarak dünyanın bütün sosyalist önderleri Kürtçü kalkışmaların emperyalizme hizmet ettiklerini belirtmişler (Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Perinçek, Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları). Günümüzde ise sosyalist ülkelerin hiçbiri, ayrılıkçı hareketleri desteklemiyor. Oysa sömürgeciliğe karşı savaşan uluslar, sosyalistlerce hep desteklendi. Bazı Soğuk Savaş solcularının PKK’yı solcu sanması ilginçtir. Solcu olan birinin bilmesi gereken şey, solculukla ırkçılığın yan yana gelemeyeceğidir. Yine AB’cilikle solculuk yan yana olmaz.
           
      “Kürt sorunu” adlandırması Batılı emperyalist merkezlerce kullanılmakta. Bölücü terör örgütü de bu adlandırmayı özellikle kullanmakta. Amaç, Kürt kökenli yurttaşlarımızın hepsini ayrılıkçılığın kapsamına sokmak; bölücü örgütü, tüm Kürtlerin temsilcisiymiş gibi göstermek. Böylece de bölücü örgütün alanını genişletmek. PKK’nın sözde demokratik isteklerinin bir kısmının hükümetlerce kabul edilmesi, bazı muhalefet partilerince seslendirilip desteklenmesi bölücü örgüte Kürtler arasında itibar kazandırmakta. Böylece de bölücü örgütün isteklerinin sonu gelmiyor. Sistemin demokratikleşmesiyle bölücü örgütün isteklerinin karşılanmasını birbirine karıştırmamak gerek. Eğer demokratikleşeceksek bu seçim ve siyasal partiler yasasının değişmesiyle başlamalı. Emekçilerin lehine olmayan “demokratik paketler(!)” topluma mutluluk getirmez. Demokratikleşmeyi etnik ve mezhep temeline dayamak toplumu ayrıştırmadan öteye geçmez. Ayrıştırma, çatışma getirir. Çatışmanın, kavganın olduğu bir yerde demokrasi olur mu?
            
      ABD destekli bölücülüğü “Kürt sorunu” diye adlandırmak, ayrılıkçılığa prim vererek onların tezlerini destekler. Ülkemizin bir bölgesinde sosyal bir sorun vardır. Bu sorunun kökeninde de feodalizm yatmakta. Feodal Ortaçağ, bataklığında emperyalizmin desteğiyle de bölücü terör üremekte. Bu nedenle yurtsever, sorumlu yurttaşlarımızın bölücü terörü doğru adlandırması gerek. Türkiye’nin birliğinden yana olan Kürtlerin çoğunluğunu PKK’nın kucağına itme yanılgısından kurtulmalılar.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       8 Ağustos 2012
            Not: 11 Ağustos 2012 Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
            Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.
            

İZMİR’E PKK BOMBASI


            Bölücü örgüt, bu sabah İzmir’in Foça ilçesinde bir askeri araca bombalı saldırıda bulundu. Ne yazık ki bir şehidimiz, on bir (biri sivil) yaralımız var. Şehidimize Tanrı’dan rahmet, yaralılarımıza şifa diliyorum.
            
            Bölücü örgütün Foça’daki bu eylemi, tesadüfî değil, planlı ve birçok iletiyi de barındırmakta. Foça, önemli bir askeri üs. Komando birliklerimizin önemli bir bölümü burada eğitilmekte. PKK, Türkiye’nin en batısında eylem yaparak gücünü göstermek istiyor. Cumhuriyet’in, laikliğin, bağımsızlığın, çağdaşlığın simgesi olan bir kentimizde bölücü eylemin yapılması anlamlıdır. RTE’ nin “Gâvur İzmir!” söylemi, bu güzel kentimizin çağdaş niteliğini küçümseme anlayışıdır. Hem bölücülerin hem de AKP iktidarının İzmir’i hedefe oturtması düşündürücüdür.
            PKK, Türkiye’ye meydan okuyor. Dışişleri Bakanımız Myanmar’da. Oradaki Müslümanlara yapılan baskıları önleme gezisinde. Yeni bir ABD tezgâhında mazlum ulusların başına çorap örmekle meşgul. İnsan sormadan edemiyor: Her gün ülkemizde şehitler vermekteyiz, bizim Mehmetçiklerimiz, Arakanlı Müslümanlar kadar değerli değil mi sizin nezdinizde? Sen önce kendi ülkende insanların can güvenliğini sağla. Akan kanı durdur. Sonra dünyanın uzak köşeleriyle ilgilenirsin. Din sömürüsü için Myanmar’a kadar gidiyorsunuz, oradan nereye gideceksiniz; okyanus sularında din sömürüsü yapamayacağınıza göre? Artık halkın dinini sömürerek, kullanarak oy toplamanız olanaksılaşıyor. ABD ve İsrail’le kol kola Müslüman coğrafyayı nasıl kan ve ateşe boğduğunuzu herkes görmeye başladı.
            
         Yaralı askerlerimiz hastaneye kaldırıldıktan sonra İzmirlilerin kan bağışı için kuyruklar oluşturması anlamlıdır ve yirmi dakika gibi kısa bir sürede kan gereksiniminin karşılanması olağanüstüdür. İşte, biz böyle bir ulusuz, vatan söz konusu olduğunda zaman bize yetişemez.

Kan bağışı için Ege Üniversitesi hastanesine giden bağışçılarından para almayan taksicileri bin kez kutlayıp alnından öpmek gerek. Tüm olumsuz propagandalara karşın halkımızın yüreğindeki millet olma cevheri, askerine sahip çıkma bilinci yok edilememiştir. Böylesine yürekler olduğu sürece bu ulus teslim alınabilir mi?
            
        1919’da İzmir’in Yunanlılarca işgaliyle Kuvay-ı Milliye birlikleri oluşturuldu, kongreler toplandı. Kurtuluş Savaşımızın fitili ateşlendi. Hasan Tahsin gibi kahramanların toprağıdır İzmir. Körfez sularına kulak verin, işitirsiniz denize dökülen düşmanın korkak çığlıklarını. O sular tehlikelidir, ihaneti boğar. İzmir’in dağlarına dikkat edin, haini tanır.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu    
                                                                       9 Ağustos 2012
            Not: Yazılarımın tümüne http://adiladalet.blogspot.com dan ulaşabilirsiniz.                     

ŞEMDİNLİ NEYİN İŞARETİ?


                                             
            
       Şemdinli’deki çatışmalar on yedi gündür sürmekte. PKK’lı militanlar, güvenlik güçlerince kuşatılmış olmasına karşın etkisizleştirilemediler bu saate kadar. Teröristlerin silah, mühimmat, yiyecek yardımı almadan bunca zaman direnmesi olanaksız. Ayrıca iletişim konusunda teknik destek almadan böylesi bir çatışma sürdürülemez. O zaman şu soru akla gelmekte: Bölücü örgüte lojistik ve teknik destek kimlerce yapılmaktadır?
             
     Yeni güney komşumuz Barzanistan ABD korumasındadır. Irak’tan çekilmekte olan ABD’nin silahlarını ne yaptığını bazı yazılarımızda sorduk. Bu silahların peşmerge ve PKK militanlarının eline geçeceği kaygısını dillendirdik. PKK militanlarının Şemdinli’de güvenlik güçlerine günlerdir direnmesi, onların ağır silahlara sahip olduklarını göstermekte.
            
        Kamuoyumuz, Şemdinli konusunda yanlış yönlendirilmekte. Bölücü örgütün destekçisi olarak İran, Irak, Suriye gösterilmekte. Bu yolla da AKP, Amerikancı politikalarına halk desteği aramakta. Oysa PKK’ya destek verebilecek tek ülke var bölgede, o da ABD. PKK’nın güçlenmesi, bölge ülkelerinin aleyhinedir. PKK’nın mevzi kazanması yalnız Türkiye’nin değil; İran, Irak ve Suriye’nin de bölünmesine gidecek bir süreçtir. Bu nedenle bölge ülkelerinin çıkarı PKK’nın yok edilmesindedir. PKK’nın siyasal uzantısı olan parti, bölge ülkelerinden değil, ABD’den rol istemekte. Kısacası, siyasal geleceğini, varlığını ABD’nin bölgedeki gücüne ve kararına bağlamaktadır.
            
      Salı günü İran Dışişleri Bakanı Salihi, ülkemize gelirken İran genelkurmay başkanının yaptığı açıklama AKP’lileri kızdırsa da üzerinde düşünülmesi gerekir. “Suriye’ye komşu bazı ülkeler ‘büyük şeytan’ Amerika’nın hedefleri doğrultusunda hareket ediyor. Bu doğru bir yaklaşım değil. Bu ülkeler bu yaklaşıma devam ederlerse Suriye’den sonra sıranın Türkiye ve onlara geleceğini bilmeliler. Suriye’de akan kandan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan sorumludur. Dostlarımızı uyarıyoruz. Sakın ki bu üç ülke El Kaide terörizminin yayılma kurbanı olmasınlar.” İran Genelkurmay Başkanı Firuzabadi’nin bu sözleri, “Dost acı söyler .” atasözümüzü doğrular nitelikte. Siyaseti biraz bilen ve olayları neden-sonuç ilişkisiyle değerlendirebilen biri, Ortadoğu’daki altüst oluşun nereye gideceğini görür.
            
       BOP kapsamındaki yirmi iki ülkenin sınır ve rejimlerinin değişeceği amaçlanmakta ABD’ce. Buradaki kilit ülkenin Türkiye olduğunu defalarca söyledik. Çünkü Türkiye bölünmeden Büyük Kürdistan (ikinci İsrail) kurulamaz. Bu nedenledir ki bölücü terör yıllarca Batılı emperyalistlerin kucağında beslenip büyütüldü. Türk siyasetçisi önündeki çukuru görmeli. İranlı dostun sözünü uyarı kabul edip hatadan dönmeli. Katar, petrol kuyusunun başındaki bir aşirete kurdurulan yapay bir devlettir. Varlığı da yokluğu da bölge halkları için önemli değil. Tüm varlığını emperyalist güçlere bağlamış; dün İngilizlere, bugün Amerikalılara. Onlar için efendiler var. Suudi Arabistan da Türk’e ihanetle başlayıp İngiliz iradesiyle devletleşip ABD koruyuculuğuyla yaşamakta. Ortadoğu’da en kolay bölünecek ülkedir. Neden mi? Ulus olma bilinci zayıf bir aşiret devletidir de ondan.
            
       Şemdinli kalkışması, bölgemizdeki genel tablo değerlendirilmeden anlaşılmaz. Kürdistan’ın güneyi ve batısı uç vermiştir. Ana gövde kuzeyi olmadan tablo tamamlanamaz.  Doğu da eklenince asıl amaç gerçekleşir. Önümüzdeki günlerde Güneydoğu’daki sınıra yakın bazı yerleşim yerlerinde benzer çatışmalar, kitlesel görüntü kazandırılarak olabilir. PKK, yeni cepheler açabilir. Amaç, Güneydoğu sınırımızı silmek. Kendilerince Kürdistanlar arasındaki sınırları yok etmek. Buna koşut olarak da Adana, Mersin, İstanbul gibi illerimizde kitlesel şiddet gösterileri düzenlenebilir. Özellikle güvenlik güçlerini halkla karşı karşıya getirme oyunlarına dikkat etmeli. Uluslararası kuruluşları ve Batılı ülkeleri soruna ortak etme çabaları var.
            
      Şemdinli, bölücü örgütün büyük çaplı silahlı kalkışmalarının öncüsü, işaretidir. Bu nedenle demokratik yollarla çözülmez. Açılımcılığı bırakarak güvenlik güçlerini cesaretlendirecek atılımları yapmanın, teröre karşı kararlılığı göstermenin tam zamanıdır. Yarın çok geç olabilir.
                                                                                  
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  8 Ağustos 2012

YAZAMAYAN YAZAR


                                                 
            
     Basınımızın eskilerinden ve ekranların renkli yüzlerinden biri olan Mehmet Ali Birand’ın konuşmalarındaki anlatım bozuklarını yazmaya sayfalar yetmez. Birand’ın,  Posta Gazetesinin 2 Ağustos 2012 tarihli sayısındaki köşesinde yazdıklarına şöyle bir bakalım.
            
      “Suriye’deki dehşetten kaçan göçmenlere gereken ilgiyi göstermiyoruz ve buraya geldiklerine pişman ediyoruz.” Böyle yazmış basınımızın usta(!) kalemi. Tümcenin ikinci bölümündeki “…pişman ediyoruz” yüklemine, “Kimi?” sorusunu yönelttiğimizde yanıt alamıyoruz. Tümce, “…göçmenlere pişman ediyoruz.” anlamı vermekte. Oysa şöyle olmalıydı tümce: “Onları (göçmenleri) pişman ediyoruz.”
            
       “… ileride Suriye’de büyük Türk düşmanı lobi oluşturacağımızı anlarsınız.” Bu tümcenin tamamı çok uzun ve anlaşılmaz. Burada anlatılmak istenen “büyük Türk’e düşman lobi” mi, yoksa “Türk düşmanı büyük bir lobinin oluşacağı” mı? Sözcükler, anlamına ve görevine uygun kullanılmadığında böyle anlam karışıklıkları da ortaya çıkar.
           
      “Aslı, Kilis’deki kampları dolaşmış.” Tümcesinde, “Kilis’deki” yazımı yanlış, “Kilis’teki” biçiminde olmalı. Sert ünsüzlerden sonra gelen süreksiz yumuşak ünsüzler (c, d, g) sertleşir. Sözcük özel ad da olsa kural değişmez. Bu kuraldaki amaç, söyleyişin kolaylaşmasıdır.
           
      “Günde veya birkaç günde bir su geliyor ve tabii kimseye yetmiyor.” Bu tümcenin neresi düzgün, diye düşünüyor insan. “Su, bazen günde bir, bazen de birkaç günde bir mi geliyor” deseydi bu anlam karmaşası olmayacaktı. Yine burada kullanılan “tabii” sözcüğü, “Doğada olan, doğada bulunan” anlamına gelir ki yanlış kullanılmıştır. “Elbette, doğal olarak, işin gereği olarak” anlamındaki “tabi” nin kullanılması doğru olurdu.
            
    “Okullar, bilgisayar kursu kurulmuş.” Yazılarında konuşma dilini kullanmayı yeğleyen yazarımız, anlaşılmaz bir tümce daha kullanıyor. “Okullar” sözcüğünden sonra üç nokta koyup sonrasında büyük harfle başlayarak sürdürse tümcesini ya da “okullarda” dese yanlıştan kurtulacak.
           
     “Ancak beceriksiz bürokrasi bir türlü çalıştıramıyor. Devletimizi küçük düşürüyor.” “Beceriksiz bürokrasi” neyi çalıştıramıyor? Bu sorunun yanıtı yok tümcede. Okuyucu anlamalı yazarın usundan geçeni. İkinci tümcede “Devletimizi kimin küçük düşürdüğü” belli değil. Bunu da okuyucumuz nasıl olsa anlar, ne gerek var anlatmaya? Oysa birinci tümceden sonra virgül koyup sürdürse anlatımında bu yanlış olmayacak.
           
       “Milli Eğitim Bakanı Ergin’e duyurulur.” Nerdeyse her gün televizyonda haber okuyan, köşe yazıları yazan, siyasetle ilgili programlar hazırlayıp açık oturumlar yöneten birinin Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’le Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i karıştırması hoş görülebilir mi?  Diyelim ki dalgınlıkla yazılmış, ülkemizin en çok satılan gazetesinin düzeltmenleri ne iş yapar?
             
       “Ya yuhalanır veya domates yağmuruna tutulur.” Bu tümcenin başında kullanılan “ya” bağlacından sonra “ya da” nın kullanılması daha güzel ve doğru olurdu. Gerçi “ya da” ile “veya” bağlaçları anlamdaştır; ancak “ya… ya da” nın kalıplaşmış kullanımı bozulmamalı.
           
        “Uzun yıllardır süren bir kampanyanın, bir birikimin sonucudur.” Tümcesinde kullanılan “yıllardır” sözcüğü, zaten “uzun” anlamını vermektedir. Bu nedenle “uzun” sözcüğü gereksizdir.
           
         “Yeni kadrolar ve yeni yaklaşımlar görev başına gelecek.” “Görev başına gelecek” değil, “görev başına geçecek” olmalı. Ayrıca görev başına yaklaşımlar değil, insanlar geçer. İnsanlar da olaylara karşı kendilerince yaklaşımlarda bulunurlar.
            
      “Şu anda TSK’ nın 404 muvaffaz personeli yargılanıyor.” “Muvazzaf” sözcüğünün böylesine yanlış yazılması anlaşılır gibi değil. Eğer diliniz yabancı sözcüklere dönmüyorsa Türkçesini kullanın, “görevi başında” deyin.
           
     “Bu yılki Askeri Şura toplantısında bundan önceki yılların bir bilançosu yapılacak.” Tümcesinde “şura” sözcüğü, “şûra” biçiminde olursa amaca uygun kullanılmış olur. Bu biçimiyle gösterme adılı olur, bu da tümceyi anlamsızlaştırır.
           
     Yazısı baştan sona anlatım bozukları, yazım yanlışlarıyla dolu bir yazarın(!) bunca yıldır gazete köşelerini, televizyon ekranlarını işgal etmesi ne acıklı değil mi? Konuştuğu, yazdığı anlaşılmaz birinin kamuoyunu yönlendirmesi ülkemizin neden bu durumlara düştüğünün de bir yanıtı aslında. Ortaokul düzeyinde bile olmayan bir Türkçe ile yazar olmak, ancak ülkemize özgü bir durum.
           
      Anadilini kullanamayan birine aydın denir mi? Birçok köşe yazarının, televizyon yorumcusunun rüzgâra göre yön, mevsime göre renk değiştirmesinin nedenini daha iyi anlıyor muyuz acaba?
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  2 Ağustos 2012
            Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.