4+4+4= KARŞI DEVRİM




Sekiz yıllık zorunlu, kesintisiz eğitimin ortadan kaldırılmasını biçimsel olarak tartışmak son derece yanlış. Burada iktidarca amaçlanan eğitim sürecinin tümünü kontrol altına almaktır. Tek boyutlu düşünen, aynı noktaya bakan, bilimsel düşünmeye kapalı, sanat ve kültür gelişimini hiçe sayan bir eğitim sistemi halkımızın önüne konulmakta.

Eğitim; hem günümüzün toplumsal gereksinimlerini karşılamalı hem de geleceğe ışık tutmalı. Uzun vadeli düşünülmeyen, planlanmayan, çağdaş gelişmelere uyum gösteremeyen, ülke gereksinmelerini doğru belirleyemeyen bir eğitim sisteminin topluma yararı olmaz, zararı olur.

Yaklaşık yüz yıllık eğitim birikimini bir kalemde silip atmak topluma ihanettir. Çünkü eğitim; geçmişin deneyimleri, bilgi birikimleri, çağdaş ülkelerdeki gelişmeler izlenerek gelişir. Dünyadaki gelişmeleri hiçe sayan bir eğitim anlayışı çağdışıdır.

Sekiz yıllık kesintisiz eğitimin okullaşma oranının artmasında, kız çocuklarının okumasında, bilimselliğe yönelişte önemli katkıları olmuştur. Kızların sekiz yıllık eğitime kazandırılması, çocuk gelinlerin sayılarında önemli bir düşüş sağlamıştır. Sekiz yıllık eğitimi bitiren bir öğrencinin on dört yaşında olduğu düşünülürse çocuk işçi sayısındaki düşüşün nedeni da anlaşılır. Kesintisiz eğitim, imam hatipleri çekim merkezi olmaktan çıkarmıştır. Zorunlu eğitimin uygulanmasında en önemli hata taşımalı eğitimde yapıldı. Taşımalı eğitimin uygulanmasıyla yaklaşık yirmi iki bin köy ilkokulu kapatıldı. Bu sayının içinde terör, göç ve farklı nedenlerle kapatılanlar da var. Okulların kapatılmasıyla köylerden öğretmenler ayrıldı, böylece oralarda Cumhuriyeti temsil edecek, halka model olacak kişiler kalmadı. Böylece de birçok köyümüz kara taassubun insafına terk edildi.

Neden 4+4+4’te ısrar? Niçin kesintili olmasında direnmekte hükümet? Bu soruların yanıtı asıl amacı da ortaya çıkarmakta. Erkek çocukların ergenlik dönemine kadar ezber yetenekleri en üst düzeydedir. Ergenlikten sonra ise matematiksel yetenekleri gelişirken ezberleme zayıflar. Yine ergenliğin getirdiği ruhsal ve fiziksel değişim gencin ilgi alanlarının değişip çoğalmasına neden olur. Hafızlar genellikle erkeklerden oluştuğundan dini eğitim için en uygun dönem ergenlik öncesidir. Bu nedenle ilkokul (birinci kademe) beş yıldan dörde indirilerek bir yıl kazanılmış, okula başlama yaşı da bir yıl öne çekilerek bu kazanım iki yıl olmuş. Böylece birinci kademeyi dokuz on yaşında bitirecek çocuklar. Eğitim kesintili olduğundan hafızlık eğitimi için bir sorun da kalmayacak. Ayrıca AKP’nin uyguladığı ekonomik program, ucuz ve örgütsüz işgücünü dayatmakta. Bunun için en uygun alan çocuk işçiler. Kesintili eğitim çocuk işçilerin önünü açıyor. İLO standartları on beş yaş diyor; ama kayıt dışılığın, kural tanımazlığın kural olduğu ülkemizde bu konuda da ne yazık ki ses çıkaracak demokratik kitle örgütleri yok denecek kadar az.

Türk eğitim sistemi yaklaşık altmış yıldır orasından burasından sağ iktidarlarca didiklendi. Cumhuriyet’in kuruluşuyla aydınlanmayı esas alan eğitim sistemimiz, sağ politikacıların din sömürüsü nedeniyle uyguladıkları popülist politikalara kurban edildi. Eğitimin içi boşaltılarak toplumun gereksinmelerine yanıt vermez duruma getirildi. Kendileri bozdu, şimdi de kendileri tamamen yıkarak düzeltmiş görüntüsü vermekteler. Yoksul çocuklarının eğitim kapısı olan her türlü yatılı okul sağ iktidarların para hesabına feda edildi. Buralardaki okuma olanağını yitiren halk çocuklarının bir bölümü tarikat ve cemaat yurtlarına, bir bölümü bölücü örgütün dağ kadrosuna, bir kısmı da organize suç örgütlerine terk edildi. Böylece eğitim darmadağınık bir duruma getirildi. Kim mi getirdi? Sağ iktidarlar.

Dünyanın hiçbir çağdaş ülkesinde, gelişen toplumunda eğitim, dinsel esaslara göre düzenlenmez. Kişinin dinini öğrenmesi hakkıdır, engellenemez. Ancak din eğitimini işin merkezine oturtmak yanlıştır. Farklı inançlar için seçmeli derslerin konulması öğrenciler arasında derin bir ayrışmayı yaratacağı gibi azınlıkta olan inançlara da ağır bir mahalle baskısı yapılmasına ortam hazırlayacak.

15-21 Temmuz 1921’de Eskişehir-Kütahya muharebelerinin yarattığı tüm moral bozukluklarına karşın, hatta meclisin Kayseri’ye taşınmasının düşünüldüğü bir zamanda Ankara’da Maarif Kongresini toplamıştı Atatürk. Ülkemizin geleceğinde eğitimin ne kadar önemli olduğunun bilincindeydi Ulu Önder. Zor koşullarda toplanan bu kongrede, dört yıllık ilköğretim beş yıla çıkarıldı. Ortaçağdan çağdaş dünyaya açılan ilk ışıklı kapıydı bu. Aydınlanma devrimimizin ilk işaret fişeği. Doksan iki yıl sonra o günkü devrim ve bağımsızlık ateşinin boğduğu gericilik hortlayıp intikamını almakta ilköğretimi dört yıla indirerek. Yalnız ilk Maarif Kongresi’nin mi? Tabi ki hayır! Türk Devriminin özü tam bağımsızlıktır. Bu; İnönü’nün, Sakarya’nın, Büyük Taarruz’un intikamıdır. Karşı devrimin ayak sesleridir duyulan meydan okumalar…

Ulusun geleceğini çok yakından ilgilendiren, birkaç kuşağın heba edilmesine yol açacak bu eğitim değişikliğinin önemi ne yazık ki çok iyi kavranmamış yetkisiz yetkililerce. Eğitimciler hariç herkes konuşuyor. Üniversiteler, sendikalar, meslek örgütleri, odalar, iş çevreleri suskun. Sadece politikacılar konuşuyor; destekli desteksiz. Popülist söylemelerle halk avlanıyor. Çayın taşıyla çayın kuşu vuruluyor. Hem iktidar hem de muhalefet partilerinden iki tane sağlam cümle kuramayan adamlar eğitim konusunda ahkâm kesmekteler. Kendisini eğitmekte yetersiz; kitaptan, kalemden uzak kişiler sloganist sözlerle laf salatası yapmaktalar. İşte, altmış yıllık sağ iktidarların eğitim uygulamalarının politik sonuçları. Fazla söze gerek var mı?

Adil Hacıömeroğlu

27 Mart 2012

Twitter.com@AdilHaciomerogl



CHP KONGRELERİNDE DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK



 CHP’de olağan kurultay süreci başladığından büyük bir hızla ilçe kongreleri yapılmakta. Genellikle bir tek blok listenin çıktığı kongreler hayal kırıklığı yaratmakta. Demokratik yarışmanın olmadığı, düşünsel tartışmaların yapılmadığı, siyasal projelerin görücüye çıkamadığı kongreler kişisel çekişmelerin ötesine geçemiyor.
Kılıçdaroğlu genel başkan seçildikten sonra sürekli “parti içi demokrasi” vurgusu yaptı. Önceki yönetimi “parti içi demokrasi”yi uygulamamakla suçladı. Baykal- Sav yönetimini partiyi merkezden yönetme, farklı seslere tahammül edememekle yargıladı yeni yönetim. Parti içi demokrasinin uygulanacağı konusunda kesin sözler verildiğinden tabandaki demokratik beklentiler her geçen gün arttı. Bu durum, demokrasi umudu yarattığından heyecan vericiydi. İnsanoğluna yapılabilecek en büyük kötülük, umutlarının boşa çıkarılmasıdır.
26-27 Şubat günleri art arda “demokrasi şöleni” adı altında yapılan tüzük kurultaylarında ”tüzükteki antidemokratik maddelerin” değiştirildiği söylendi. Bizzat genel başkanın ağzından blok listelerin yerini, çarşaf listelerin alacağı vurgulandı. Çarşaf liste uygulaması, demokrasi muştusu demek.
Üyelerde yaratılan demokrasi umudu, katılım demek. Katılım da partinin tabanda güçlenmesi, elbirliğiyle çalışması, her gün seçim varmış gibi devinim içinde olması demek. Demokratik bir yarışın tabanda başlaması; üyeleri bir yandan dinamik tutarken bir yandan da onların siyasal açıdan gelişmesine önayak olur. Böylece de özgüveni artmış, tartışma kültürü çoğalmış, ikna yeteneği ve sabrı gelişmiş üye görüntüsüne ulaşılır. Kendini geliştirmiş kişi sloganlarla değil, düşüncelerle halkın karşısına çıkar. Suçlamak yerine, çözüm üretir.
Demokratik yöntemlerle oluşturulacak yönetimler parti içi dedikoduyu önler. Adalet duygusu, hakkaniyet insanları işbirliği yapmaya götürür. Hakkı olmayanın bir yerlere gelmesi tabanda kabul görmez, benimsenmez. Bu nedenle de insanlar, hep haksızlığa uğradım, düşüncesiyle yönetimin vereceği görevlerde isteksizlik gösterir. Görev, iğreti bir işmiş gibi algılanır.
Atama yönetimlerin kendi delegeleriyle seçim kazanması, içeride görece bir mutluluk, kısa bir sevinç yaratsa da ülke genelinde bir başarının, sevincin habercisi olamaz.
Ben de geçen hafta sonu Bakırköy ilçesinin kongresindeydim. Eski tas, eski hamam. Çarşaf liste hak getire. Çarşaf liste olmasın, diye öyle yoğun çaba gösterildi ki şaşırmamak elde değil. Demokrasi beklentisiyle salon hınca hınç dolu. Faaliyet raporu hakkında delegelerin konuşmaları başlamadan yeterlilik önergeleriyle adeta susturuluyor insanlar. Konuşmanın, tartışmanın kime ne zararı olur ki? Bu konuda öne sürülen gerekçeler çok gülünç. Siyaseti; konuşamayan, konuşturulmayan bir parti tabanı var. Üyeler, parti kongrelerinde konuşamayacak da nerede konuşacak? Aylarca bu kongreler bekleniyor. Yine “sen, ben, bizim oğlan” mantığı. Kulislerde üç beş kişinin belirlediği yönetimler.
Demokrasi mi? Bir başka bahara… Derin hayal kırıklıkları altında kongre salonlarını terk ediyor delegeler.
Genel merkezin demokrasi vurgusunun tabanda hayal kırıklığı yaratması, CHP’ye kan kaybettiriyor. Hem de tahminlerin ötesinde. Geçmişiyle hesaplaşarak ve tarihsel misyonundan uzaklaşan CHP, bir de parti içi demokrasi vaadini yerine getiremezse seçmen nezdinde büyük bir itibar kaybına uğrar.
Bir çiçekle yaz gelmez. Demokrasi, bahar gibidir; bağrında bin bir çiçek açar, bin bir dal yeşerir.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           23 Şubat 2012
                                                          Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 26 Mart 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesinde yayımlanmıştır.
                                                          

BAYRAM MI KALKIŞMA MI?


            21 Mart geldiğinde sinirler gerilir ülkemizde. Çünkü bölücü örgüt yandaşları, bayram kutlaması adı altında kentleri cehenneme çevirir. Zaten havaların ısınması, karların erimesiyle bölücü militanlar kış uykusundan uyanarak eylemlerine başlar. Dağdakiler, güvenlik güçlerine yönelik eylemler yaparken kenttekiler de isyan provaları yaparlar.
 “Bölücü örgütün büyük kitlesel kalkışması, olasıdır ki 21 Mart’ta Nevruz Bayramı kutlamaları bahane edilerek olacak. Eğer bu kalkışma, bekledikleri gibi olursa eylemlerin çapı daha da büyüyecek. Amaç, ülkemizi uluslararası bir müdahaleye uygun duruma getirmek.  AKP, Suriye çöllerinde ava çıkarken Güneydoğu bozkırlarında avlanabilir. (Kent Yaşam, 12 Mart 2012)”  Bu satırlar “Sıcak Mart” başlıklı yazımdan.  Ortadoğu’nun alt üst olduğu bir sürecin bizi etkilememesi olanaklı mı? İşte, bu nedenledir ki önümüzdeki günlerde bölücü örgüt eylemleri tırmanacak. Özellikle kentleri yaşanmaz duruma getirecekler. Toplum içinde etnik düşmanlıklar körüklenerek nefret duygusu artırılacak. Böylece de ulusal bütünlüğümüzde onulmaz yaralar açılacak.
            Bu yıl hafta içine denk gelen “Nevruz Bayramı”nı erkene almak istediler. Hafta sonu daha çok insan toplama amacındaydılar. Resmi makamlar izin vermeyince de 18 Mart günü izinsiz kutlamalar yapıldı. Polis engelleyince de kıyamet koptu.   
            İstanbul’daki “kutlamalar(?)” sırasında otobüsler, tramvaylar taşlanarak yakıldı. Allahtan yolculara bir şey olmadı. Güneşli, güzel bir İstanbul pazarında gezmeye gidenlerin otomobilleri saldırıya uğradı. Küfrün bini bir para… Otobüs durakları, akbil dolu tesisleri… önüne ne gelirse yok eden bir “Vandalizm” vardı İstanbul’da. Ağaçlar sökülüp çiçekler koparıldı toprağın bağrından. Dükkânların camları, vitrinleri indirildi. İnsanlar, malından vazgeçerek canının derdine düştü. Milyonlarca liralık maddi zarar verdiler kente. Bunun adı da bayram kutlaması oluyor öyle m? Sanki bu ülkede kimse, bugüne kadar bayram kutlamamış gibi. Dünyanın neresinde böyle bayram kutlaması görülmüş? Devlete güvenlik güçlerine meydan okuyarak bu eylemleri kışkırtan BDP’den bu zararlar tanzim edilmeli. Kamu malına zarar vermenin, kenti talan etmenin bir bedeli olmalı.
            Sonraki günlerde de bayram “kutlamaları(?)”nı sürdürdü bölücü örgüt yandaşları. Gösteriler hep mi olumsuzdu? Değil tabi ki? Antalya’da polisi taşlayan gençleri terliğiyle kovalayan annenin sağduyusu herkese örnek olmalı.
            İzmit’te bayram  kutlaması altında bölücü örgüt gösterisine kızını almaya giden anneye engel olan BDP’nin polis tokatlayan vekili, halkın tokadıyla sarhoşa dönüverdi.BDP'li vekiller şunu unutmasınlar: Kandırıldığını fark eden halkın gücü , gün gelir sizi mahveder. Gencecik çocukları kandırarak ölüme göndermek kimseye yarar getirmez. Halkın, annelerin sağduyusu gösterilerdeki bozgunculuğun arasından fışkıran umuttu. 
              Kalkışmalar sırasındaki ölüm olayları kabul edilemez. Hele Güneydoğu'daki "kutlamalar(?)" sırasında göstericiler arasından polise ateş açılması, işin niteliğini ortaya çıkarmakta. Terör örgütünün bayram bahanesiyle masum insanları nasıl kendi çıkarına, amacına alet ettiğini göstermektedir bu durum.   
            Nevruz için değişik coğrafyalarda farklı efsaneler olsa da ortak noktası baharın gelişinin kutlanmasıdır. Aydınlığın karanlığa, gündüzün geceye, yaşamın ölüme, sıcağın soğuğa, hareketin durağanlığa üstünlüğüdür 21 Mart,. doğadaki canlanmanın kutlanması, kutsanmasıdır. Uzun kışın kovulması, iç ferahlatıcı baharın gelmesidir. Rengarenk çiçeklerin açması, börtü böceğin toprak yüzeyine çıkması, ağaçların meyveye durması, sebzelerin olgunlaşması, tüm canlıların üreme, çoğalma, yavrulama yarışına girdiği kutlu bir zamandır bahar. 21 Mart'ta baharın başlangıcı. Böylesi kutlu, anlamlı bir günde yakıp yıkmak, yaralamak, öldürmek, doğaya, insana zarar vermek olur mu? Hele emperyalist bir kışkırtmayla baharı zemheriye dönüştürmeye hakkınız var mı?
                                                                                             Adil Hacıömeroğlu       
                                                                                            
                                                                                              23 Mart 2012                                         
                         
                          Not: 26 Mart 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.

TRİBÜNLERDEN YÜKSELEN SES


Son günlerde siyasal alanda Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi ve ilkeleri tartışılmakta, Kurtuluş Savaşı kahramanları gözden düşürülmek istenmekte, Atatürk’ü gözden düşürmek amacıyla akıl almaz kampanyalar sürdürülmekte. “Andımız, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi” başta olmak üzere birçok Cumhuriyet simgesine karşı amansız bir mücadele yürütülmekte iktidar partisince. Ne yazık ki muhalefetten de zaman zaman bu gerici kampanyaya çanak tutulmakta.

Cumhuriyet’e duyarlı, Atatürk’e saygılı ve yürekten bağlı bazı aydınlar, demokratik kitle örgütleri bu gerici, emperyalist odaklarca yönlendirilen, yönetilen kampanyaya karşı duruyorlar. Atatürk’e ve Cumhuriyet’e saldırılar halktan gerekli yanıtı da çok geçmeden aldı.

12 Şubat 2012 günü Ordu’da oynanan Orduspor-Antalyaspor maçında ev sahibi takımın seyircisi hep bir ağızdan Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini okudu. İlk kez bir futbol maçında tribünlerin tamamı, iktidarın Atatürk’ü hedef alan kampanyasına karşı tek yürek olarak yanıt veriyordu. Hem de okullarda kaldırılmak istenen Ata’sının sözleriyle.

İkincisi ses, Fenerbahçe tribünlerinden duyuldu. 18 Şubat’ta oynanan Sivasspor maçında tribünleri dolduran bayan seyirciler hep bir ağızdan Onuncu Yıl Marşı’nı söylediler. Çoğu çocuklarıyla gelmişlerdi bu maça. Bir kadın olarak, anne olarak çocuklarının, hemcinslerinin geleceğine, Cumhuriyetlerine, Atatürklerine, ulusal kimliklerine sahip çıkmanın sesiydi bu.

Bu kez, 19 Şubat’ta “Gençliğe Hitabe” İzmir’de Göztepeli seyirciler tarafından Giresunspor maçında haykırıldı. Hem de hepsi Atatürk maskeleri takarak tepkilerini gösterdi Göztepeli seyirciler. Bu çifte gösteri duygu doluydu. Atatürk’ün bedenen öldüğünü ancak fikren milyonların yüreklerinde yaşadığının haykırışıydı bu. 9 Eylül’ü yaşamış bir kentin halkından da bu beklenirdi zaten.

Bu üç örnekten de anlaşıldığı gibi apolitik görülen futbol seyircisinin; ülkenin ve ulusun geleceği tehlikede görüldüğünde nasıl da aslan kesildiğidir. Bu tribünlerde her türlü siyasal görüşten insanlar var. Belki de bu seyircilerin önemli bir kısmı iktidar partisine oy vermiş kişilerdi. Tribünlerde haykıran seyirciler için tek bir yol vardı o da Atatürk’ün yolu.


“Türkiye her zaman çok taraflı bir dünya için çaba gösteriyor. Arap Baharı sırasında da model bir ülke oldu. Eminim ki bu ülkelerin de zamanında bir Atatürk'ü olmuş olsaydı ve siyasi değişimlerini o zaman yapabilselerdi, şu anda yaşadıkları durumlara düşmezlerdi.” Bu sözler, geçtiğimiz günlerde ülkemize konuk olan Ekvador Cumhurbaşkanı Rafael Correa Delgado'ya  ait. Kilometrelerce uzaktan gelen bir Latin Amerika ülkesinin lideri Atatürk’ün ne kadar büyük bir siyasal model oluşturduğunu söylemekte. Hem de Atatürk’e savaş açan, Atatürk’ün koltuğunu işgal eden kişinin karşısında. Bu sözler karşısında yüzleri kızarmış mıdır iktidar bülbüllerinin? Yürekleri “Cız!” etmiş midir Atatürk’ü gereği gibi savunamayan yeni CHP’nin bazı yöneticilerinin?


CHP yöneticilerinin bazıları zaman zaman sağ siyasetçileri taklit etmekte, ülkemizin kurtuluş reçetesini küresel aktörlerde aramaktalar. Oysa Türkiye’ye baksalar, sokaktaki insanı görseler, tribünlerde yükselen haykırışları işitseler; Venezuela, Brezilya, Küba, Şili’den gelen sesleri duyabilseler, hele ülkemizde konuşan Rafael Correa Delgado’yu anlayabilseler bu düşünsel karmaşıklığa gerek kalır mı?
                                                          Adil Hacıömeroğlu
                                                               17 Mart 2012
                                                Twitter.com@AdilHaciomerogl
     Not: 19 Mart 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesinde yayımlanmıştır.



                       
           

BU ÜLKEDE YANMAK KADER MİDİR?


            Esenyurt’ta bir alışveriş merkezi inşaatında çalışan ve naylon çadırlarda konaklayan on bir işçi, çıkan yangında yaşamını yitirdi. Ekmek parası uğruna gurbete çıkan bu yurttaşlarımız, ilkelliğin,  para hırsının, ihmallerin sonucunda evlerine ekmek götüremeden bu dünyadan göçüp gittiler.
            İş güvenliğinin olmadığı koşullarda çalışmak zorunda kalan yurttaşlarımız ya maden göçüklerinde ya naylon barakalarda ya da patlayan barajın oluşturduğu selde can vermedeler. Van depreminden sonra kurulan çadırlarda ölenlerin sayısı, depremde yaşamını yitirenlerle neredeyse başa baş gelecek. Buna karşın hiçbir yöneticinin ders aldığı yok. Derme çatma barakalarda, kolay yanabilen malzemeden yapılan çadırlarda  konaklamayı sürdürmekte yoksulumuz, çaresiz kalan insanımız.
İş kazalarında Avrupa bincisi, dünya üçüncüsü olduğumuzu daha önceki yazılarımda yazmıştım. Yaşamakta değil, ama ölmekte birinciliğimiz var. İnsanını sağlıklı koşullarda yaşatamayan bir ülkenin yöneticileri görevini yapmış sayılır mı? Bu yöneticilerin durumu hangi çağdaş ölçülere uyar?
İş güvencesinin taşeronluk sistemiyle yok edilmesi, ülkemizde köleci bir anlayışın çalışma yaşamında egemen olmasına neden oldu. Bir işi alan asıl yüklenici, birden çok taşerona işi devrediyor. Bazen bazı taşeron firmalar da daha küçük bir taşeron firmaya işi veriyor. Her firma kendi gücü oranında kâr ediyor.  Daha çok kazanmak, daha çok sömürmek amaç oluyor bu sistemde. Kimi sömüreceksiniz? Yanlış tarım politikalarıyla çoraklaştırılan Anadolu’nun mümbit topraklarından koparılan insanları tabi ki. Daha çok kar, daha çok sömürü, daha ucuz işgücü demek. Böyle olunca da birkaç bin lira az harcama adına prefabrik ev yerine naylon çadır tercih edilmekte.
Yangın sonrasında Çalışma Bakanının açıklaması tam da sorumsuzluk ve bilgisizlik örneği. “İş güvencesi yasasının on yıldır beklediğini” söylüyor bakan bey. Sahi on yıldır ülkemizi kim yönetiyor? Bu yasanın bekletilmesinin sorumsuzluğu kimindir? Üç dönemdir tek başına iktidar olan bir partinin bu sorumsuzluktan, vurdumduymazlıktan kaçması mümkün müdür? Yoksa yine laf ebeliğiyle işin sorumluluğunu Ergenekon’a ya da eski CHP’ye yükleyecekler?
Hele RTE’nin yangın sonrası yaptığı grup toplantısında böylesine önemli bir olayı birkaç cümleyle geçiştirip Gazze ve Suriye muhalefetinin sorunlarını dakikalarca anlatması anlaşılır mı? Kendini Gazze’nin başbakanı, Suriye’nin de muhalefet lideri olarak görüyor sanırım. Kendi yurttaşların çadırlarda ihmalden cayır cayır yanarken “Gazze edebiyatı” yapmak konuyu saptırmaktan başka bir şey değil. Parti grup konuşmasından bir saat önce Madımak’ta aydınlarımızı yakanların yargılandığı dava zaman aşımından düşüyor. Yani orada yakılan aydınlarımızın failleri kurtuluyor. Bu karar karşısında RTE “hayırlı olsun!” diyor. Neyin hayırlısı olacak. Böylesine vahşi ve insanlık dışı bir olayın kime “hayırı” olur ki? Tabi ki şimdi anlaşılıyor başbakanın neden Esenyurt faciasını birkaç cümleyle geçiştirerek Suriye ve Gazze ellerinde dolaştığı.
Şimdi müfettişler gidecek, duruma el koyup araştıracaklar… Ardından sayfalarca raporlar yazılacak. Suç ya ölenlerde ya da elektrik sobasında olacak derin araştırmalar sonucunda. İşçileri sigortasız çalıştıran yüklenici mi? Onun bir yolu bulunur, adamcağız onlarca kişiye ekmek veriyor, denilip iş yoluna konur. Sanki ekmeği bedava veriyor! Bugüne kadar iş kazaları, depremler sonunda kimlerin suçlanıp kimlerin aklandığını görmedik mi?
Mahkûmsan cezaevi aracında, işçiysen naylon barakalarda, aydınsan Madımak Otelinde yanarsın, yakılırsın. Yazgın değişmez. Yanmasan da göçüklerde, cezaevlerinde, sellerde, depremlerde can verirsin.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       15 Mart 2012
                                                                      Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 19 Mart 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.





SICAK MART

                                                        
            Mart ayının gelmesiyle şubatın soğukluğu uçup gitti. Ilık güney rüzgârları ruhsal ve bedensel rahatlamanın da habercisi. Her yıl olduğu gibi mart, martlığını yine yapacak. Birden bastıran ve uzun sürmeyen soğuklarıyla insanlarda hayal kırıklığı yaratırken diğer canlıları da şaşırtacak. Mahalle aralarında az da olsa kalan yeşil alanlarda badem ve erik ağaçları erkenden çiçeklendiler. Bir gelin edasıyla poz vermekteler kupkuru dallara.
Baharın ılıklığı doğaya can verirken ülkemiz siyasal gündeminde hararet yükselmekte. Hem içeride hem de dışarıda çözümü zor sorunlar gittikçe birikmekte. Ülkemiz adeta kıskaca alınmakta. Mart ayının bazı zorlukları önümüze koyacağının işaret fişekleri atıldı bile. Ankara’da Yargıtay’ın önünde, başbakanlığın burnunun dibinde patlayan bomba ve İstanbul’da ele geçirilen bölücü örgüte ait patlayıcılar bir şeylerin habercisi değil mi?
Kış boyunca suskun kalan bölücü örgüt militanları, baharla birlikte harekete geçecek. Hem Güneydoğu kırsalında hem de büyük kentlerde ses getirici eylemler görünüyor ufukta. Çünkü bu kış, güvenlik kuvvetlerince yapılan operasyonlarda çok kayıp verdi PKK. Ayrıca Ortadoğu’da gelişen olaylar, dünyada güç dengelerinin yeniden biçimlenmesi, PKK açısından uygun siyasal koşullar yaratmakta. Hele ki devlet kurumları arasındaki çatışma had safhaya ulaşmışken TSK komutanları, özellikle de Güneydoğu’da görev yapmış subaylar Silivri ve Hasdal’ dayken bölücü örgütün moral değerler bakımından üst düzeyde olduğu söylenebilir.
PKK, Güneydoğu’da ve büyük kentlerimizde güvenlik birimlerine yönelik saldırılar düzenleyebilir. Yanı sıra buralarda kitlesel kalkışmalar yaparak uluslararası destek arayışına gidebilir.  Hükümetin Suriye’ye müdahale konusunda çabuk davranması ve yan çizmesini önlemek amacıyla ABD, PKK’yı koz olarak kullanabilir. İşte bu koşullar Mart’ta suların bulanacağının işareti.
Bölücü örgütün büyük kitlesel kalkışması, olasıdır ki 21 Mart’ta Nevruz Bayramı kutlamaları bahane edilerek olacak. Eğer bu kalkışma, bekledikleri gibi olursa eylemlerin çapı daha da büyüyecek. Amaç, ülkemizi uluslar arası bir müdahaleye uygun duruma getirmek. AKP, Suriye çöllerinde ava çıkarken Güneydoğu bozkırlarında avlanabilir. Bölücü başının affedilmesi için çözüm bulma yarışı yapan iktidar sözcüleriyle yandaş medya gaflet uykusundan ne zaman uyanacak acaba?
Mart kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırmayacak; ama nice ocaklara ateş düşürecek. Hem de tüm ulusun bağrını yakacak bir ateş.
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                       9 Mart 2012
Not: 12 Mart 2012 tarikli Kent Yaşam Gazetesinde yayımlanmıştır.


4+4+4=12 ETMEZ



            AKP’li beş vekil, zorunlu eğitimin on iki yıla çıkarılması amacıyla 222 sayılı temel eğitim yasasının değiştirilmesi için TBMM’ye bir yasa tasarısı verdiler. Sekiz yılık eğitim, on iki yıla çıkarılıyor sanılabilir.  Bu nedenle de ilk bakışta ileri bir adım olarak görünse de böyle değil.
            1997’de zorunlu eğitim beş yıldan sekiz yıla çıkarıldığında ülkemizde öğrenim düzeyi, dört yılın altındayken bugün altının üzerine çıkmışsa bu, kesintisiz eğitimin getirisidir. Özellikle kız çocuklarında okullaşma oranının olağanüstü bir yükseliş göstermesi ilgi çekicidir. Sekiz yıllık zorunlu eğitimle birlikte imam hatiplerde belirgin bir öğrenci azalmasını görmek olanaklı. İşte, bütün sorun da buradan kaynaklanmakta. Özellikle sekizinci sınıftan sonra kız çocuklarını türbana sokmak, onların yaşamlarına müdahale etmek zorlaşmakta. Türbanı kullanarak iktidara yürüyen bir partinin bu silahı elinden bırakması düşünülemez. Dini eğitim vurgusu halkın kulağına hoş gelmekte. Bu konuda sağlıklı seçeneklerin sunulamaması, çağdaş eğitim modellerinin açık yüreklilikle savunulamaması iktidarın önünü açmakta. Her konuda olduğu gibi bu konuda da popülist söylem, gerçeği gözlerden kaçırıyor.
            Başta RTE olmak üzere, AKP yöneticileriyle yandaş medya “Halk, çocuklarına dini eğitim aldırmak istiyor.” diyerek popülizmi doruğa çıkarıyorlar. Eğiteceğiniz kişiye “Nasıl bir eğitim istiyorsunuz?” diye sormak ne kadar doğru? “Ruanda’da yaşayan Tutsilere nasıl bir eğitim istiyorsunuz?” diye sorsak ne yanıt alırız? Şüphesiz ki Tutsiler, milyonlarca insanı katleden iktidardaki Hutulardan intikamlarını alabilecekleri bir silahlı eğitim isteyecekler. Bu isteğe göre eğitim verilmesi gerçekçi, doğru ve insanca mıdır?
Dünyanın hangi ileri ülkesinde eğitim toplumun isteğine göre verilir? Eğitim, toplumun gereksinmelerine göre belirlenmeli; ülkenin geleceği dikkate alınmalı. Galile, Newton, Edison, Vinci, Pastör, Arşimet, Hazerfen, İbn-i Sina, Hayyam, Uluğ Bey… Bu kişiler, yaşadıkları dönemlerde halk tarafından desteklendi mi? Yoksa binlerce bilim adamı engizisyonlarda yargılanıp softaların kışkırtmalarıyla mı karşılaştılar? Dünyadaki tüm toplumsal sıçrayışlar, ilerlemeler devrimlerle olmuştur. Çağdaş eğitimi doğuran da devrimlerdir. Tüm dünyanın devrimci ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de eğitim sistemi Atatürk öncülüğünde Cumhuriyet Devrimiyle belirlendi. Türk eğitim sistemi, devrimci bir ruhla akıl ve bilime dayanmıştır. Bu durum, ülkemizde hızlı bir aydınlanma sürecinin yaşanmasına neden olmuş, Ortaçağ’ın karanlığını ülkemiz semalarından dağıtmıştır. Ne yazık ki Atlantik rüzgârlarıyla gelen kara bulutlar son yıllarda ülkemizin aydınlık ufuklarını kaplamak istemekte.
Hiç sözü eğip bükmeye gerek yok. İşin aslı şudur ki, bilimsel eğitimin yerine dinsel eğitimi yerleştirme çabasıdır bu. Nasıl mı?
Bugün bir öğrenci, on dört yaşında ilköğretim okulunu bitirmekte. Yani ergenlik çağına gelmiş oluyor bu öğrenciler. Ergenlikten sonra ezber yetenekleri azaldığından hafız yetiştirmek zorlaşmakta. Bu nedenle hafız yetiştirmek için gerekli dönem, ergenlik öncesidir. İlkokulun dört yıl yapılmasının, okula başlama yaşının da beş yaşa düşürülmesinin nedeni budur. İkinci amaç ise imam hatiplerin orta kısımlarının yeniden açılmak istenmesidir. Böylece eğitimimiz, 1997’nin gerisine götürülmekte. İlk dört yıl, temel bir eğitimin verilmesi için uygun değil. Çünkü beş yaşında okula başlayacak çocuklar, birçok sorunla,  zorlukla karşılaşacaklar.
İkinci dört yıl ise geçmişin ortaokulları. Eğitim içeriği şimdilik belli değil. İmam hatiplerin meslek okulu sayılması ülkemizdeki mesleki eğitimi yok etmekte. Çünkü meslek okullarının geleceği konuşulurken hep imam hatipler üzerinden hareket edildiğinden konunun esası görülmemekte.
Fen ve Anadolu liseleri; dökülen, bozulan eğitim sistemimiz içinde ideal bir eğitim vermeseler de iyi sayılabilecek bir düzeydeler. Diğer liseleri iyileştirmek yerine, bu okullarımızı onların düzeyine indirmek istemekte iktidar. Tüm liselerin alelacele Anadolu Lisesi yapılmasının amacı da bu olsa gerek. Öğretmen, araç ve gereçle desteklenmiş imam hatipleri böylece yurttaşlar nezdinde çekim merkezi yapmasıdır asıl amaç.
4+4+4, on iki yıllık bir zorunlu eğitimmiş gibi görünse de gerçekte içerik olarak 1997 öncesi beş yıllık eğitime denk gelmekte. İçeriği boşaltılmış, ulusal ve bilimsel nitelikleri yok edilmiş bir eğitim sistemi yüz on iki yıl olsa ne olur?
Eğitim sistemindeki değişikliklerin 28 Şubat tartışmalarının tırmandığı bir zamanda gündeme gelmesi rastlantı değil. Önce 28 Şubat aleyhine müthiş bir karalama kampanyası yapıldı. İktidarıyla muhalefetiyle desteklendi bu kampanya. Ardından sekiz yıllık zorunlu eğitime dört bir yandan saldırıldı. Böylece ortam uygun hale getirildi. Ülkenin geleceği, 28 Şubat tartışmalarıyla karartıldı. Bir de Suriye konusunu kamuoyundan sakladılar tabi ki. Son günlerde sıklaşan diplomasi gözlerden kaçtı.
Eğitim; bilimsel, ulusal, laik, çağdaş mı olacak; yoksa dine dayalı mı? İşte bütün sorun bu.
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  8 Mart 2012
            Not: 12 Mart 2011 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
            Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

ADIYAMAN’DAN SURİYE’YE


                              
            27 Şubat gecesi Adıyaman’da Alevi yurttaşlarımızın yaşadığı yaklaşık iki yüz evin birilerince işaretlendiğini duyduğumda “Eyvah!” dedim. “Türkiye, yeni provokasyonlar dönemine mi giriyor?” diye kaygılandım.
Geçmişte benzerlerini defalarca yaşadığımız bu tür oyunların nasıl üzücü sonuçlara yol açtığının toplum olarak tanığıyız. 12 Eylül öncesinin toz duman olan ortamında Sivas, Kahramanmaraş, Çorum’da Alevilerin nasıl boğazlandığını ve yine çok yakın bir geçmişte Sivas Madımak’ta aydınlarımızın göz göre göre yakılmasını acı içinde izlemedik mi? Ne yazık ki bu olayların failleri ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşmayı sürdürdüler. Madımak olayı capcanlı ortada dururken, oteli alev topuna çevirenlerin kamera görüntüleri günlerce ekranları işgal etmişken davanın zaman aşımına gidiyor olması insanlık adına utanç vericidir.
Soğuk Savaş’ın başlamasıyla ulusal bütünlüğümüzü bozmak amacıyla türlü senaryolar uygulanmıştır. Etnik ayrılıkların körüklenmesi, mezhep farklılıklarının boğazlaşmaya dönüştürülmesi, sağ-sol çatışmaları bunların başlıcaları.
Alevi-Sünni çatışması oluyor görüntüsü verilerek Alevileri katletmeye yönelik planlı saldırılar geçmişin büyük acıları. Aynı şeyleri yeniden toplumuza yaşatmanın kime yararı olabilir? Tabi ki ülkemizdeki ulusal bilinci, bütünlüğü zayıflatarak bundan çıkar uman küresel güçler. Adıyaman’da yapılanlar, bir zamanlar Kahramanmaraş’ta yapılmadı mı? Orada da kapılara işaret konmadı mı? Yine aynı uygulama 6-7 Eylül olaylarında olmadı mı? Yıllar öncesine gidersek Hitler de Yahudilerin evlerini benzer yöntemlerle belirlemedi mi?
İçişleri bakanının işi üç çocuğun yaptığını söylemesi inandırıcı değil. Şakacı bakan yine şaka yapmış olmalı, bu söylemiyle. Bölücü örgütün çocukları eylemlerde nasıl kullandığını görmekteyiz. Çocuklar yapsa bile onları bu işe sevk edenler bulunmalı. Bu çocuklar nasıl çocuktur ki bir mahallede yalnızca Alevilerin evlerini işaretliyorlar.
Suriye için savaş tamtamları çalmakta. Her an müdahale söz konusu. İhale Türkiye’ye kalmak üzere. Suriye’de olanları mezhep çatışması gibi gösterme eğilimi var. Sünni halkın zulüm gördüğü biçiminde yalanlar üretilmekte emperyalist merkezlerde. Türkiye’nin Müslüman bir ülkeye Batılı emperyalistlerle yapacağı bir müdahale kamuoyunca hoş görülmeyeceği için hem iç yalanlar üretip hem de iç provokasyonlara başvurulabilir. Bu nedenle bu iş aydınlatılmalı; çocuk işi mi, büyük işi mi ortaya çıkmalı.
Ülkemiz insanı dış pompalamalarla epeyce acı çekti. Dışarıda planlanıp ülkemiz topraklarında sahnelenen bozguncu oyunları bozmalı. Ulusal birliğimiz emperyalist ve art niyetli işbirlikçi oyunlara feda edilmemeli.
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                       2 Mart 2012

BÜYÜK MACERA



            Son haftalarda Suriye konusunda gerek ülkemiz yöneticilerinden, gerek Batılılarda, gerekse Arap Birliği ülkelerinden sürekli açıklamalar gelmekte. Suriye adeta bir kuşatma altında. Enerji ve para kavgası sürerken yoksul Suriye halkı kurban edilmekte.
            Emperyalistlerin koyduğu adla “Arap Baharı”, benim söylemimle “Arap Zemherisi” başladığından beri emperyalistlerin hedefe oturttuğu ülkeler, az da olsa ulusal bilinci gelişmiş ve kadın haklarının biraz olsun yaşandığı yerlerdi.  İnsan haklarının “i”sinin, demokrasinin “d”sinin olmadığı petrol zengini ve ABD denetimindeki Körfez ülkelerindeki keyfi aile yönetimlerinin uygulamaları tartışılmamakta. Çünkü bu ülkeler, göbeğinden ABD’ye bağımlı ve petro dolarlar Batılı emperyalistlerin emrinde.
            Demokrasi kahramanı(!) RTE, Kaddaafi’nin devrilmesi sırasında biraz geride kalmanın psikolojisiyle Suriye konusunda başrol oyuncusuymuş gibi davranmakta. İkide bir Esat’a “Çek, git!” demekte, Ortadoğu’nun efesi gibi davranmakta. Dışişleri bakanı Davutoğlu’nun da öne çıkma merakı buna eklenince Türkiye, fırtınalı bir denizde büyük bir maceraya yelken açmakta.
            Malatya Kürecik’te kurulan füze savunma sisteminin ülkemizi savaşın tarafı yapacağını sorumluluk sahibi herkes söyledi; dili döndüğünce, nefesi yettiğince uyarıda bulundu. AKP hükümeti sözcüleri, Kürecik’le gerçeği kamuoyundan hep sakladılar. “Mızrak çuvala sığmaz.” atasözünü unutmuş göründüler. Amerika'nın Avrupa Ordusu ve Yedinci Ordu Komutanı Korgeneral Mark Hertling, Malatya Kürecik'teki füze kalkanı sisteminin faaliyete geçtiğini açıklayınca gerçek ortaya çıktı. Yani ABD-İsrail’le İran arasında bir savaşta, ülkemiz toprakları kullanılacak. Böylece Türkiye komşusu Müslüman bir ülkeye karşı savaşa girecek. “Askerlerimiz, Türkiye’nin güneyinde bulunan radar tesislerine yerleştirildi” diyen Hertling, her şeyin planlandığı gibi ilerlediğini kaydetti.” Bu sözler ABD’li komutana ait, yoruma gerek var mı?
            İran’a saldırı hazırlıkları Kürecik’te tam gaz sürerken Suriye’ye müdahale biçimi de masaya yatırılmakta. “İnsani yardım koridoru açmak için seçenekler düşünülmekte. Bu nedenle de Türkiye, İran konusunda olduğu gibi Suriye’de de cepheye sürülmekte. Zaten AKP hükümeti de çok hevesli bu konuda. Kendilerince kahraman olacaklar ya… İnsani yardım koridorunu açmak için ne gerekiyor? Askeri güç tabi ki… Dış müdahale olmadan Suriyeli isyancıların bulunduğu kentlere koridor açmak olanaksız. Bu da savaş demek. Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin Suriye fatihi olmak için can attıkları çok açık.
            Dış müdahaleler sonucunda parçalanmış, etnik ve inanç temelinde bölünmüş, Irak’a dönmüş bir Suriye’nin en çok zarar vereceği ülke Türkiye.
            Suriye ile kültürel ve sosyal yapı itibarıyla çok benzeyen iki ülkeyiz. Oradaki bölünmeler, düşmanlıklar bize de yansıyacak. Sahte kahramanlar çıkarma adına böylesi tehlikeli maceraya değer mi hiç?                                                          
                                                                                             Adil Hacıömeroğlu /
                                                                                          28 Şubat 2012
            Not: 1 Mart 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesinde yayımlanmıştır.