CHP KURULTAYLARI



CHP kurultaylar partisi olma özelliğini, bir gün arayla Ankara’da iki farklı salonda “tüzük kurultayı” toplayarak pekiştirecek. Parti içindeki çekişme, bu kurultaylarda doruğa çıkacak. Amaç; daha demokratik tüzük yapmak.

Yeni CHP, “yenileşmek” adına özellikle liberal ve iktidar yandaşı çevrelerin telkin ve yönlendirmeleriyle partinin kuruluş ilkelerinden uzaklaşması dikkat çekici. Parti politikalarındaki sapma, ülkemizin geleceği açısından sakıncalar yaratmakta. Bu durum, AKP’nin ülkeyi dönüştürme, eksenini saptırma uygulamalarını kolaylaştırmakta. Hele Atatürk’ü savunmaktan çekinen, Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerinin, anlayışının arkasında duramayan bir CHP yönetimi seçmenleri çok rahatsız etmekte, umutları kırmakta.

CHP tüzüğü ne zamandan beri antidemokratik? Uzun yıllardır… 12 Eylül öncesinin demokratik tüzüğü, Evren- Özal rüzgârlarına kapılarak geçen zaman içerisinde faşizan bir duruma getirildi. Amaç, seçilen yönetimleri prensliklere dönüştürmek.

Kılıçdaroğlu genel başkanlığa seçildiği gün yaptığı konuşmada ve daha sonraki söylemlerinde sürekli olarak tüzüğü demokratikleştirileceğinden söz etti. Hatta ileri giderek “korku imparatorluğunu yıkacağını” haykırdı. Ancak kendisine karşı muhalefeti bastırmak, yönetimindeki halktan uzak siyasetçileri yanında tutmak adına parti içi demokrasiyi uygulamadı. Genel seçimlerdeki merkez yoklamaları ise CHP seçmenini hayal kırıklığına uğrattı. Bu nedenle de yıllardır “demokrasi” sözcüğü ülkemiz genelinde olduğu gibi yalnızca sözde kaldı. Hele delegelerden gelen tüzük kurultayı isteğine çift kurultayla yanıt vermek ise tam bir komedi. Tabi burada bir kurultay şampiyonluğu da söz konusu.

Kılıçdaroğlu yönetimine bu antidemokratik tüzük kimlerden miras kaldı? Baykal ve Sav yönetiminden. Çünkü eski yönetim sanki ilelebet partiyi yönetecekmişler gibi bu ucube tüzüğü hazırladılar. Sayın Sav, Kılıçdaroğlu’nu elinden tutup CHP yönetimine getirmedi mi? Sayın Baykal, yıllarca Kemal Bey’le çalışmadı mı? İki sorunun yanıtı da evet. Siyaset üretmede kısır kalan, Cumhuriyet yönetimine acımasızca saldırarak AKP’nin ekmeğine yağ süren genel merkez yöneticilerinin çoğunluğu Baykal-Sav yönetimince cilalanıp siyaset vitrinine çıkarılmadı mı? Yeteneksiz, siyasal kültürden yoksun, birçoğu işsiz güçsüz kişiler siyasette kimler tarafından parlatıldılar? Koltukları koruma kaygısıyla yöneticilere sadakatin öne çıktığı, siyasal birikimin önemsenmediği yılları birlikte yaşamadık mı? Yeteneksiz kişiyi, hak etmediği bir yere getirirseniz kendini çok büyük ve vazgeçilmez sanır. Dünkü efendisinin yanında suspus oturan, sadece lideri övüp alkışlayanlar; durum ve zaman değişince yeni efendiye biat ediyorlar. Bu da bu işin akışı içinde doğal karşılanmalı.

Baykal-Sav yönetimi,  partiyi yıllardır antidemokratik bir biçimde yönettikleri, genç kadroların önünü açmadıkları, partide bir düşünce tartışması ortamını yaratamadıkları, parti içi eğitimi eksik bıraktıkları için CHP’nin geleceğini köreltmişlerdir. Bugünkü yönetim de kendilerinin eseridir. Çünkü kendilerinden sonra parti yönetimine gelecek nitelikli kadroların yetişmesine engel olmuşlardır.

Parti içi kavgada çok başarılı olan, ancak AKP ile mücadelede yetersiz kalan eski ve yeni CHP yönetimlerinin yaptıkları, kamuoyunda koltuk kavgası olarak algılanmakta, değer bulmamakta. Çifte kurultay CHP’yi halk nezdinde güvenilmez kılmakta. Buna kimsenin hakkı var mı? Tarihin yangın yerlerinde doğup büyüyen bir partiyi koltuk kavgalarına, kişisel ikballere feda etmek kimin haddine? Büyük laflar ederek ne solcu ne de Atatürkçü olunur. Atatürk’e, Cumhuriyet’e, ezilen sınıflara hizmet sözle değil, uygulamalarla olur.
Demokratik bir tüzük kuşkusuz önemlidir. Ancak asıl önemli olan partinin ideolojisi, siyaset yapma biçimi, davasını inançlı ve inandırıcı biçimde savunması, toplumun sorunlarını dile getirmesi, bunlara çözüm bulacak seçenekleri üretmesidir.

Baykal ve Sav’ın deneyimleri parti için değerlidir, bu nedenle onlardan yararlanmak, önerilerini dinlemek gerekir. Baykal ve Sav koltuk sevdalısı olmadıklarını açıklayıp CHP’ye yol gösterici olurlarsa unutulmaz bir hizmetin öncüleri olurlar.

Gönül isterdi ki parti içi koltuk kavgalarından uzak, bir hafta on gün sürecek bir kurultayda ülkenin temel sorunları tartışılıp çözüm yolları araştırılsın, tıpkı tek parti döneminde olduğu gibi. Ortadoğu yangın yeri, alevler ülkemizi de ısıtmakta. İşsizlik diz boyu. Tarım çökmüş, hayvancılık tükenmiş, sanayi üretememekte, eğitim bin yıl gerilere götürülmekte. Terör Misak-ı Milli’yi sorgulamakta. Ülke kaynakları yağmalanmakta. Aydınlar hapishanelere sığmamakta… Bu kadar çok ve ivedi olarak tartışılıp çözüm bulunması gereken sorun dururken biz neyin kavgasını veriyoruz Allah aşkına?

Deniz Baykal’a yapılan kaset komplosu CHP’nin ayağında prangadır. Tüm partililerin beklentisi komployu yapanların ortaya çıkarılıp bundan sonra kurulacak tuzakları boşa çıkarmaktır.

Partiyi “sol” diyerek sağa çekmek, CHP’nin genlerini değiştirme gayreti ülkemize zarar verir. Atatürk’ü, onun devrimlerini, Cumhuriyet devrimlerini, Kemalist aydınlanmayı reddederek CHP’li olunmaz. CHP’yi selamete çıkarmanın yolu eski ve yeni yönetimin dışında üçüncü bir yolun bulunmasıdır. Bu yol, hem CHP’yi aslına döndürecek hem de Türkiye’nin geleceğini teminat altına alacaktır.

 CHP’liler Tıbbiyeli Hikmet kadar cesur, Mustafa Necati kadar idealist, Hasan Tahsin kadar yurtsever, Hasan Ali Yücel kadar yaratıcı, Reşit Galip kadar yürekli ve açık sözlü, İsmet Paşa kadar dirayetli olmalı. Siyasal öngörüsü zayıf, önündeki çukuru göremeyen, Brütüsler yetiştirme konusunda marifetli(!) eski ve yeni birçok yönetici gibi ufuksuz kişilerle düze çıkılamaz. Mustafa Kemal’in aydınlığında ufkun ötesini görecek, ulusun çıkarlarını kişisel kariyerinden önemli sayan özverili yöneticilere gereksinimimiz var.
  Adil Hacıömeroğlu
25 Şubat 2012

KİNDAR GENÇLİK


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, daha önceki konuşmalarında “dindar gençlik” yetiştirme amacını açıklamıştı. Ancak dindar gençliğin nasıl olacağını, hangi ülkülerin peşinde koşacağını, kimleri örnek alacağını açıklamamıştı. Partisinin İstanbul İl Gençlik Kollarının 3. Olağan Kongresine telekonferans yöntemiyle katılarak yaptığı konuşmada baklayı ağzından çıkardı. “Altını çiziyorum; modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum.” diyerek yetiştirecekleri gençliğin kindar olmasını istedi.

Basına yansıyan yukarıdaki sözleri şaşkınlığa yol açıp yoğun eleştiri alınca AKP’nin internet sitesinde bu konuşmadaki “kin” sözcüğü çıkartıldı. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinin okullardan kaldırılmasının tartışıldığı bir sırada, RTE’nin Necip Fazıl’ın gençliğe hitabesini okuması ilginçtir. Demek ki “dindar gençlik” Necip Fazıl’ı örnek alacak. Bu noktada Necip Fazıl’ın usumda dolanan dizelerini sizinle paylaşayım istedim:

“Her ayağını bastığın yerde sanki kalbin var/ Kalbin ki vahşi bir zevk alır ezilişinden/ Ömrümün geçtiği yolda bana sorsalar/ Gidiyorum bir kadın bacağının peşinden

Bir kadının içinden ağlayışı, gülüşü/ Gözlerinden ziyade bacaklarına yakın/ Bir lisandır onların duruşu, bükülüşü/ Kadınlar! Onlar varken konuşmayınız sakın

İnce sütunlarındaki ilahi güzelliğe/ Bacakların ruhudur şekil veren diyorum/ Bacakları bir kalın örtüde saklı diye/ Mermerde kalbi çarpan Venüs’ü sevmiyorum,

Boynuma doladığın güzel putu görseler/ İnsanlar öğrenirdi neye tapacağını/ Kör olsam da açılır gözüm, ona sürseler/ İsa’nın eli diye bir kadın bacağını”

Şairin bacak fetişizmi, bacaklara tapınması onu ilgilendirir. Tıpkı “Bir kadın memesine vatanı satarım.” diyen AKP destekçisi liberal yazar Ahmet Altan gibi.

Kadın bacaklarına tapınıp övgüler dizerken hidayete eren(!) birini sorgulamak durumunda değiliz. Ancak bir köktenci uçtan diğerine savrulan kişiler hep ilgimi çeker. Genellikle hepsi kin doludur eski yaşamına, arkadaşlarına, düşüncelerine karşı. Bulunduğu ortamda gerekli ilgiyi, sevgiyi, saygıyı göremeyen kişiler savrulur gider güz yaprakları gibi karşı kıyılara. Şimdi RTE’ye sormak gerek: yukarıdaki şiiri de okuyacak mısınız dindar gençliğinize?

“Kin tutmak” ne denli bir ilkel anlayış... Kime kin tutuyorsunuz? Cumhuriyet’e mi, yurdu düşmandan kurtaranlara mı, bu uğurda şehit ve gazi olanlara mı, yoksa çocuklarını Necip Fazıl’ın izinde “dindar genç(!)” olarak yetiştiremeyen anne, babalara mı?

“Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa gelmiş ve geçiş bütün eski mümin eski nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara: ‘Siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka Müslümanlarısınız! Gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başınıza gelmezdi!’ diyecek ve gerçek Müslümanlığın ‘nasıl’ını ve ‘ne idiğü’nü her haliyle gösterecek bir gençlik… Bu sözler de Necip Fazıl’ın hitabesinden. Bir mümin; atalarını, rahmete ermiş büyüklerini hayırlı dualarla mı yad edecek; yoksa bu dünyadan göçmüş insanların, yani atalarının, inanç ölçülerini mi sorgulayacak?

Kısakürek’in hitabesini okuduğumuzda şu sorunun yanıtını da merak ediyoruz sayın başbakan: TBMM’de yazan “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir.” özdeyişi yerine, “Hakimiyet Hakk’ındır.” sözünü yazmayı düşünüyor musunuz? Ulusumuzun kurtarıcısı, Cumhuriyet’imizin kurucusu Mustafa Kemal’in bir tek sevdası vardı, o da vatanıydı. Ne savruldu güz yaprakları gibi ne de dünyevi zevkleri vatanından, ulusundan önemli bildi?

RTE’ye bir anımsatmam olacak. Necip Fazıl, yeni kurulan Cumhuriyet’in eğitim alsın diye yoksul halkın parasıyla yüksek öğrenim için Fransa’ya (Paris’e) gönderdiği bir öğrenciydi. Ne yazık ki yoksul halkın vergilerinden cebine konan bursun değerini bilmedi. Har vurup harman savurdu bu parayı, “kadın bacakları” uğruna harcadı burusunu. Okul işi de böylece yattı. Zamanın Milli Eğitim Bakanlığı müfettişleri bu durumu saptayınca Kısakürek’in bursu kesilip geri çağrıldı. Çünkü yoksul halkın parası, kadın bacakları için harcanamazdı. Bu nedenle savrulup gitti Necip Fazıl kendince Cumhuriyet kurucularından intikam almak için. İçindeki Cumhuriyet’e karşı kin de bu nedenledir.

Kısakürek, Cumhuriyet’e çok şey borçlu bir yurttaş. Çünkü devletin ekmeğini yiyip suyunu içmiş. Gençlerimize ahde vefayı, atalarına ve emeğe saygıyı, insanları sevmeyi, kinden, nefretten uzak durmayı, bağışlayıcılığı öğretmeliyiz hem de ivedi olarak. Sorumsuzluğuyla tanınan Necip Fazıl’ın Türk gençliğine öncü ve örnek gösterilmesi kabul edilebilir mi?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                              23 Şubat 2012

 

                                                                       


SAĞIN İFLASI

    1946’da çok partili yaşama geçtikten sonra, 1950’den itibaren kısa dönemler dışında ülkemiz, hep sağcı partilerce yönetildi. Darbecilerin kurdurdukları hükümetlerin çoğu da kendilerinden önceki sağ politikaları sürdürdüler. Sol partilerin (CHP, SHP, DSP)  çok kısa sürelerle de olsa hükümet oldukları görülmekte. Sol partilerin katıldıkları koalisyon hükümetlerinin bu kısa sürelerde amaçlarına ulaştıkları söylenemez. Bundan hareketle diyebiliriz ki altmış iki yıldır ülkemiz sağ politikalar doğrultusunda yönetilmektedir.

     Çok partili yaşama geçişte kurulan partilerin kurucuları CHP’den ayrılmış olsalar da siyasal düşüncelerinin kökenleri itibarı ile Hürriyet ve İtilaf Fırkasının ardılı sayılabilirler. Hürriyet ve İtilafçıların İngilizlerle olan dirsek teması, ardıllarının ABD ile sıkı ilişki içinde olması biçiminde sürmüştür. Merkez sağ partiler, muhafazakâr değerlere ve milli iradeye bağlılığı çokça dile getirmelerine karşın, küresel bir gücü dayanak edinmeyi de önemsemişlerdir. “Milli iradeye saygı, toplumun ahlaki değerlerini ve aileyi koruyoruz.”… gibi söylemlerin yüksek sesle söylenmesi, hep küresel güçlere bağlılığı, uluslararası sermayenin buyruğuna girmeyi örtbas etmek için seslendirilmekte. Emperyalizme boyun eğmek gibi milli olmayan bir davranışı böylece halkın gözünden saklamakta bu söylemler. Sağı, ülkemizde yıllardır ayakta tutan popülist siyasal anlayıştır. Dönem ve koşullara göre milliyetçiliği, dini kullanmakta sakınca görmemiştir sağ siyasetçi. Halkın temiz duygularını günlük politikaya alet etmek, bunların yıpranması pahasına da olsa sağ siyasetçiye yanlış gelmemiştir. Ekonomi, sağlık, eğitim, güvenlik, adalet, kültür, bayındırlık hizmetlerinde de popülist politikaların ön planda olduğu görülmekte. Ülke kaynaklarını, çıkarlarını ve geleceğini ön planda tutan kalkınma, gelişme modeli yerine dışa bağımlı, günü kurtarmaya yönelik politikalar esas alınmıştır. Popülizm ve dışa bağımlılık görece kalkınma sağlamış gibi gösterilip ülke kaynaklarının çoğu emperyalist tekellere, birazı da ülke içindeki asalaklara peşkeş çekilmiş. Gelir dağılımı adaletsizliğinde dünyada ilk sıralara yerleştik bu yolla. Üretmeyen, marka yaratamayan varsıl sömürgen bir sınıf yaratılmıştır bunun sonucunda.

     Sağın iktidara gelmesiyle iki söylem belleklerde yer etti: “Büyük Türkiye!” ve “Küçük Amerika olacağız.”. Buradaki algı ilgi çekici. Türkiye’nin büyümesi için Amerika’ya gereksinim var. Yani bu iş ABD’siz olmaz algısı. Zihinsel bağımlılığı böyle bir algı üzerinden oluşturmak dikkat çekici. “Soğuk Savaş” döneminde komünizme karşı bir mücadele merkeze oturtuldu. “Milli ve manevi değerleri” komünizme karşı korumak adına canlara kıyılıp, ülkenin direksiyonu da ABD’ye kırıldı. Emperyalizme bağımlılık katmerlendi.

    ABD bağımlılığı; Kore, Afganistan, Somali’de Türk askerinin kanını döktü. Komşularımızla yapay sorunlar ortaya çıkartılıp düşmanlıklar yaratıldı. Balkan ve Sadabat paktları gibi komşularla birlik olma ruhunu geliştirip pekiştiren dış politika anlayışı, ABD hizmetine girme adına terk edildi.

     Ülkemizdeki sağcılık milliyetçilik dedikçe halkımız kamplara ayrıldı, bölündü. Kardeşkanı, uygarlık fışkıran ülke topraklarına aktı. Çünkü Türk milliyetçiliği yerini, ABD’nin organize ettiği ve güdümüne aldığı kafatasçı milliyetçiliğe bıraktırılmıştı. Şimdilerde sağcılığın siyasal sömürüsü din üzerinden. Dinsel söylemler arttıkça ulusumuz alt kimliklere bölünmekte. Etnik ve mezhepsel ayrılıklar zirve noktasında. Üstelik çoğu Müslüman olan komşularla da kanlı bıçaklı olduk. Neden mi? İslam, ılımlılaştı da ondan. Ne yazık ki ülkemiz sağcıları ABD eliyle ülkemize milliyetçilik ve ılımlı İslamcılık getirdiler. Zaten sağ iktidarların ekonomik sistemleri de ithalata dayalı değil mi?

     Popülizm, komünizm düşmanlığı, milli ve dini duyguları sömürme siyaseti sona geldi. Sömürecek bir şey kalmadı. “Büyük Türkiye!” masalı da bitti. “Küçük Amerika” yerine, ABD’nin jandarması olduk. Dolar milyonerlerini halkımızı çöpten ekmek toplayıp yedirme pahasına palazlandırdık. Şimdi sıra “demokrasi”yi kurmaya geldi.

     Bunun için de askere saldırdık. Kendi askerimize. Neden mi? Halkımıza yutturulmaya çalışılan demokrasi aşkı, darbe karşıtlığından değil. Darbelerin sağı nasıl palazlandırdığı bilinmekte. Ülkemiz sağı, oldum olası asker karşıtıdır. Niye mi? Osmanlının son döneminden beri tüm çağdaşlaşma, modernleşme hareketleri genellikle askerden gelmiştir de ondan. Modernleşme, işbirlikçi gericiliğin de tasfiyesi demektir. Gelişen ülkenin gözü açılan halkı, hakkını arar. Bu da geleneksellikle halkı yönetip sömürenlerin işine gelmez. Bugün askere vurulan darbeler; 1908’in, 1919’un, 1923’ün intikamıdır.

     Yaklaşık altmış yıldır ülkemizi yöneten sağ, hem adaletsizlikleri yaratmıştır hem de bu adaletsizliklerden şikâyetçi olmuştur. Yani kendileri bozmuş, yine kendileri düzeltmek için feveran etmişler. İktidarda oldukları halde tüm sağ partiler muhalifmiş gibi davranmıştır. Bu, çelişki gibi görünebilir. Bizce değil! Çünkü Türk sağının muhalif olduğu devletin çağdaş kurumları ve yasalarıydı. Birtakım haksız uygulamalar bahane edilip çağdaş kurumlara saldırmak için zemin yaratılmıştır. Bu oyun yıllarca başarıyla sahneye konmuştur. Bu nedenle de ülkemizi yöneten merkez sağ partileri birisi daha iyi diğeri daha kötü gibi göstermek yanlış. 1950’den bu yana her sağ iktidar Cumhuriyet yapısının duvarından bir ya da birkaç tuğla koparmayı ama gizli, ama açık becermiştir. AKP iktidarı da işin finalini oynamakta.

     Sağcılık ekonomik politikalar bakımından da iflas etmiştir. Tarımı, hayvancılığı çöken, sanayisi dışa bağımlı bulunan, cari açığı tavan yapan bir ülkede yoksulluk da doğal olarak artmakta. Örgütlenme ve hak arama özgürlüğü de sağ iktidarlarca ortadan kaldırıldı. “Demokrasi!” diye diye insanlar konuşamaz oldu. Kara bir istibdat yaşanmakta ülkemizde.

     Sağın çelişkili, halkı aldatıcı söylem ve uygulamalarını yurttaşlarımız fark etmekte. Bu beladan hem kendini hem de ülkesini korumak içinde güveneceği seçenekler aramakta. Eğer bu yaşadığımız olaylar doğru biçimde halka anlatılır ve çözümlere de inandırılırsa yurttaşımız, sağcı iktidarlardan kurtulur.

     Yirminci yüzyılın başında kurtulduğumuz Hürriyet ve İtilafçı ruh, çok geçmeden hortladı topraklarımızda. Yıllardır topraklarımız daha çorak, insanımız kavgalı, komşu kapısı duvar. Hürriyet, İstiklal, Cumhuriyet mi? Onlar da ne? Cadde, sokak tabelalarından bile kaldırılmaktalar. Çünkü halkımız bu sözlere alışamıyormuş. Demokrasi, ülkemizde özgürlük, bağımsızlık ve cumhuriyetten vazgeçmek midir? İşte sağcılığın geldiği nokta. Bağımsız olmadan milliyetçi, dindar olabilir miyiz?

                                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                                          16 Şubat 2012
                                                                             Twitter.com@AdilHaciomerogl
     Not: 20 Şubat 2012 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
     Yazılarımın tümümü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.


İLERİ DEMOKRASİNİN ERDEMLERİ


             Başbakanımız “İleri demokrasiye geçtik.” dedikten sonra basınımızda kalem sallayan “demokrasi aşığı(!)” kalemşorlar da askeri vesayetten kurtulmamız onuruna methiyeler düzdüler birbirleriyle yarışırcasına. Hukuk devletinin “ileri demokrasi” için ne kadar da gerekli olduğunu günlerce anlattılar bir masal edasıyla. Bu masallarla koca bir ulus uykuya daldı.

            Hiçbir delil olmadan Silivri ve Hasdal’a doldurulan “darbeciler(?)” hakkında olmadık senaryolar yazdı usta kalemler(?). Yargı organları tepeden tırnağa tek tipleştirilirken “Yargı askeri vesayetten kurtuluyor.” diye neredeyse bayram yapılacaktı ülkemizde. İnsanların yatak odaları bile kameralarla izlenirken “demokrasinin açıklık ilkesi” diyerek basın yayın organlarının göbek atmadıkları kalmıştı yalnızca. İki kişi günlük konuşmalarını bile yapamaz oldu telefonda. Yüz yıllık devlet kurumları tek tek çökertildi. Kurumlar birbirleriyle kavgaya tutuşturuldu. Halk, devletine düşman olsun diye kışkırtıcı propagandalar yapıldı. Ulusun geçmişi bilinçli, gizli ellerce her gün, her saat karalandı. Amaç; yurttaşın kendi geçmişinden nefret etmesine neden olmak. Kendi tarihinden, atalarından, ulusundan nefret eden bir topluluk oluşturmak için her renkten işbirlikçi ve cumhuriyet düşmanı ağız birliği ederek şanlı bir tarihi utanca dönüştürmek istediler. Devletin yılların birikimleriyle oluşan gelenekleri ayaklar altına alındı. Devlet, yasaların değil, keyfiyetin egemenliğine girdi. Devletin kurumları, farklı tarikat ve cemaatler arasında adeta paylaştırıldı.

            Cumhuriyetten yana olanları sessiz sedasız hapseden özel yetkili savcılar, gün geldi RTE’nin en yakını sayabileceğimiz MİT müsteşarına dokununca kızılca kıyamet koptu. Aylardır içten içe süren RTE-cemaat kavgası su yüzüne çıktı. Hem de ne kavga? Kılıçlar, kınlardan alev gibi parlayarak çıktı ve ateş saçmakta. İki taraf da gaza son sürat basmakta. Kavganın barışla sona ereceği yok. Belden yukarı, aşağı vurmak serbest. Önümüzdeki günlerde kavga daha da şiddetlenecek gibi.

            Eski Genelkurmay Başkanının terör örgütü kurmaktan tutuklanması karşısında susanlar, sıra MİT’çilere gelince devlet kurumlarını korumayı akıllarına getirdiler. Müsteşarlarını korumak için acilen kişiye özel yasaya gerek duydular. Konuyla ilgili savcı ve emniyetçiler kızağa alındı. Silivri ve Hasdal tutukluları için hukukun üstünlüğünden ve bağımsızlığından söz edenler, yandaş bürokratlar söz konusu olunca koruma duvarı ördüler. Yargının, yürütmenin elinde nasıl bir silaha döndüğünü ibretle izlemekteyiz.

            RTE-cemaat kavgasında iki tarafın basındaki kalemşorları da saf tuttular. Buna diyeceğimiz yok tabi ki. Bu kavgada zor durumda kalanlar ise basında saman alevi gibi parlayan, haftanın her günü ekranlarda kraldan çok kralcı kesilen yeni yetme gazeteciler. Siyasal kültürden yoksun, başarılı olmayı sağa sola saldırıp iktidarı gözü dönmüşçesine savunmak olarak anlayan bu ekran yıldızları(!) kimin tarafını tutmak konusunda önce bocaladılar, sonrasında RTE’nin yanında saf tuttular.  Tabi acemi olduklarından şaşkınlık göstermeleri doğal. Oysa saf değiştirme rekoru kıran, siyasette parlayan yıldızları izleme konusunda yetenekli olan ustalarının tutumuna baksalar işin içinden rahatça çıkacaklar. Güce tapınmayı aydın olmak sanan, bunu yaparken de kese doldurmayı uyanıklık olarak gören bu ekran bülbüllerinin hala izlenir olması anlaşılmaz bir şey. Yarın, öbür gün RTE’nin iktidardan ayağı kaydığında, ona ilk darbeyi vuracak olanlar da yine yeni yetmeler olacak.

            Durup dururken bu kavga niçin çıktı? Cemaat, etkinlik alanını genişletmek istiyor. Şu anda kontrolünde olan devlet kurumları ile yetinmemekte, daha çoğunu istemekte. MİT de bunların ilk sırasındaki kurum. Bu çatışmanın dış odaklardan bağımsız olduğu söylenemez. Özellikle Ortadoğu’da savaş kazanının fokurdayarak kaynadığı bu günlerde ülkemizdeki iktidar içi kavgaları, dünyadaki güç odaklarından bağımsız görmek yanlış. Hele Suriye müdahalesinin dumanlarının tüttüğü, İran kıskacının daraldığı bir zamanda ülkemizde kurumsal provokasyonlar artabilir. Çünkü küresel güçlerin; hareket yeteneği azalmış, iç çatışmaları yoğun, tehdit ve şantajla teslim alınmış bir iktidara yaptıramayacakları iş yoktur. Olası Suriye müdahalesinde ulusal inisiyatifi yok edilmiş bir Türkiye istemekte enerji baronları. Bu nedenle de emperyalist bir kumarda kurumsal ve kitlesel dirençleri kırmak istemekteler.

            Genelkurmayın kozmik odasına girildikten sonra MİT’in çalışma biçiminin, sırlarının deli kızın çeyizi gibi ortalığa saçılması büyük bir devlet zafiyeti. Zor ve yaşamsal görevlerde bulunan, canı pahasına devlet adına işler yapan kişilerin açığa çıkarılması ise tam bir facia. Bu, devletin kalbini hançerlemektir. Kendisi için çalışanları koruyamayan devlet, gelecekte bu görevler için adam bulabilecek mi?

            Devlet kurumlarının çökertildiği bir dönemde, ana muhalefetin yöneticilerinin CHP’nin geçmişine takılıp kalmalarını anlamak olanaksız. Ülkemizin nasıl bir tehlikeli sürece girdiğinin farkında değil mi bu yöneticiler?

            İşte, ileri demokrasinin erdemleri(!)… Her şey meydanda… Devletimizin saklısı gizlisi kalmadı. İstihbarat mı? Onu dost ve müttefik ülke sağlamıyor mu?

             Bu yaşadığımız süreç böyle sürerse kim kaybedecek? Başta Türkiye. Sonrasında tüm Ortadoğu halkları. Kazanan mı? Tabi ki ABD, İsrail ve diğer küresel güçler.

                                                                        Adil Hacıömeroğlu
                                                                        13 Şubat 2012
                                                                         Twitter.com@AdilHaciomeroğl
             

SAVAŞ TAMTAMLARI



            Son haftalarda RTE’nin dindar görünme ve din üzerinden hem muhalefete hem de Ortadoğu ülkelerindeki yönetimlere (daha çok Suriye yönetimine) saldırması, onları İslam karşıtıymış gibi gösterme çabası dikkat çekmekte. Neredeyse tüm siyasal olayları, sosyal konuları, toplumsal sorunları dinsel referanslarla açıklaması ve çözüm yollarını İslamiyet üzerinden bulmaya çalışması ilginçtir.

            RTE’nin ılımlı İslam ideolojisine bağlılığını tüm kamuoyu bilmekte. Ancak son haftalarda her şeyi keskin bir İslamcı dille açıklaması bazı kişileri şaşırtmış olsa gerek. Peki, RTE’nin keskin bir dinsel duruşunun nedeni nedir? Bunun iki nedeni var.

            Birincisi içeride ağırlaşan ekonomi, güvenlik, hukuk, demokrasi sorunlarının tartışılmasını önlemek. Yani gündemi saptırmak. AKP hükümetine karşı yönelecek sert, örgütlü mücadeleleri, demokrasi ve adalet arayışlarını susturmak. Hakkını arayan, hukuktan söz eden, en önemlisi ekmeğinin peşinde olanları din karşıtlığıyla suçlayıp baskı altına alma isteği var bu söylemlerde. Hükümetin tüm antidemokratik uygulamaları, faşizan yöntemleri halkın muhalefetini susturamadı. Bu nedenle de iktidarlarını sürdürmek için kutsal değerleri kullanmayı hızlandırdılar.

            İkincisi ise Suriye konusudur. Öteden beri Suriye konusunda Batılı emperyalist güçlerin isteği doğrultusunda hareket eden hükümet, Esat yönetiminin düşürülmesi için her türlü göreve(?) hazır. Başta Erdoğan ve Davutoğlu olmak üzere iktidar partisi mensupları her fırsatta bu doğrultudaki görüşlerini açıklamaktalar. Dünyanın ve ülkemizin tüm sorunları halledilmiş, sanki bir tek Suriye kalmış, sabah akşam temcit pilavı gibi kamuoyunun önüne getirilmekte Esat yönetiminin devrilmesi. Esat giderse Türkiye’nin, Ortadoğu’nun ve neredeyse tüm dünyanın sorunları toptan çözümlenecekmiş gibi bir hava yaratılmakta.

            Suriye sorunu tek başına düşünülmemeli. Buradaki asıl amaç İran’dır ve İsrail’in rahat nefes almasını sağlamaktır. ABD ve İsrail İran’a karşı uluslararası seferberlik ilan ettiler. İran’ın bölgedeki müttefikleri: Suriye, Hizbullah (İsrail’e yenilmeyen tek Arap örgütü) ve Irak’taki Şii yönetim. İsrail ve müttefikleri Suriye üzerinde yoğunlaştılar. Çünkü yıllardır ABD’ye muhalif ve Hizbullah’ın destekçisi. Ayrıca Filistinlilerle de barışık. Birçok Arap ülkesi gibi sırtını dönmüyor Filistinlilere. BM’nin yaptırımları Çin ve Rusya tarafından engellendi. ABD Irak ve Afganistan işgallerinin deneyimiyle yeni bir bataklığın içine girmek istememekte, bu nedenle de taşeron kullanmayı yeğlemekte. Bu görev için İsrail zaten hazır, AKP yönetimindeki Türkiye de biçilmiş kaftan. RTE’nin özellikle mezhep farklılığını vurgulayarak Esat yönetimine saldırması konuyla ilgili hevesini göstermekte.

            Yakın bir zamanda Suriye’ye karşı bir askeri operasyonun ayak sesleri duyulmakta. Ülkemiz de ne yazık ki böylesine pis, emperyalist amaçlar taşıyan bir savaşın parçası olacak. Bölge halklarının değil de sömürgecilerin, emperyalistlerin safında bulunacak. Yani zaman zaman çatışır göründüğü İsrail’le aynı safta yer alacak. Kime karşı? Müslüman bir ülkeye karşı. Kimlerle? Irak’ta milyonu aşkın Müslüman’ı öldüren ABD ve Filistinlilere kan kusturan İsrail’le birlikte. Tabi ki böylesi bir ittifak kamuoyumuzu ayağa kaldıracak nitelikte. Bu nedenle de dindarmış, İslam adına çalışıp didiniyormuş gibi yaparak ülkemizdeki bölünmeleri, siyasal kutuplaşmaları derinleştirip körü körüne destekçilerini artırmayı yeğlemekte. Esat yönetimini din dışı zalim bir yönetim gibi tanıtıp kendini de mazlum Suriye halkının kurtarıcısı ilan etmekte.

            Ülkemiz sonu bilinmez kötü bir maceraya sürüklenmek üzere. Hem de devlet kurumlarının bir biriyle çatıştırıldığı, ordusunun komutanlarının tutuklandığı, terörün gemi azıya aldığı, Barzani’nin kukla devletini ilan etmek için fırsat kolladığı bir dönemde. Ortadoğu bataklığına bulaşan iflah olmaz. Hele ki komşuların içişlerine karışmak son derece yanlıştır ve bizim devlet geleneklerimize de uymaz.

            Bölücü örgütün “Büyük Kürdistan”dan söz ettiği bir dönemde bölgesel çatışmaların içine girmek ülkemize büyük ve telafisi zor zararlar verir. Unutulmamalı ki “Sırça köşkte oturan, başkasının camına taş atmaz.”

                                                                        Adil Hacıömeroğlu
                                                                        9 Şubat 2012
                                                                       Twitter.com@AdilHaciomerogl
            Not: 13 Şubat 2012 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
            Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

DİNDAR GENÇLİK



            Başbakan “Dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz.” diyerek içindeki Türkiye özleminin nasıl olduğunu açıklamış oldu. Bizim için şaşırtıcı değil bu. Çünkü AKP’nin on yıllık uygulamalarını izleyen gözler, bu açıklama karşısında şaşırmaz. Laik Cumhuriyet kurumlarını tek tek ortadan kaldıran, var olanları da susturan iktidar partisinin niyeti apaçık ortada.

            Peki, dindar genç yetiştireceksiniz de ölçütünüz ne? Farklı mezheptekilerin, hatta aynı mezhebe inanan farklı tarikatların bile dindarlık anlayışlarının, dinsel yorumlarının apayrı olduğunu düşünürsek dindarlık ölçütünüz kime ve neye göre olacak? Farklı tarikat ve cemaatlerin birbirlerinin camilerine bile gitmediğini düşünürsek dindarlığı kimlere göre ayarlayacaksınız?

            İnsanların yalnızca gönlünde ve vicdanında olan bir dindarlığın derecesini neyle ölçeceksiniz. Tanrı sevgisinin kimde, ne kadar bulunduğunu belirleyen bir alet buldunuz da bizim mi haberimiz yok?

            “Dindar gençler yetiştirirken” kimleri örnek olarak göstereceksiniz onlara? “Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir.” diyen Hz. Muhammed’i mi; yoksa mücahitlikten müteahhitliğe terfi edenleri mi, küçük yaşlarına karşın deryalarda gemicik yüzdürenleri mi? Beş yıldızlı kuş sütünün eksik olmadığı sofralarda tasavvuf müziği eşliğinde İsrail hurmalarıyla iftar açanları mı, yoksa koca ramazanı tarhana ve bulgur pilavıyla geçirenleri mi? “Komşum siftah yapmadı.” Diyerek müşterisini yan dükkâna gönderen cüzdanıyla değil de vicdanıyla davranan 1200’li yılların Anadolu esnafını mı, yoksa dini kisvesini daha çok para kazanmak için kullanan günümüzün bazı tacirlerini mi?

            Müslümanlar arası dindarlığın uluslar arası ölçütleri de farklı. Afganistan’daki Taliban’ı mı, intihar eylemlerinin adresi El Kaide’yi mi, Lübnan’daki Hizbullah’ı mı, Gazze’deki Hamas’mı, Sudan’daki dostunuz Ömer El Beşir’i mi örnek alacak “dindar” gençliğimiz? Üç kuruşluk çıkar için emperyalizmle işbirliği yapan Iraklı, Libyalı, Suriyeli muhalifler mi model olacak geçlerimize; yoksa Suud ve körfez ülkelerindeki işbirlikçi hanedanlar mı?

            “Dindar gençleri yetiştirirken” Dürrizadeleri mi, Börekçi Rıfatları mı örnek göstereceksiniz? Nemrut Mustafa, Ali Kemal, Damat Ferit mi; yoksa Kel Ali, Hoca İbrahim Efendi (Tahtakılıç), Satı Kadın, Hasan Tahsin mi kahramanları olacak bu gençlerin? “Dindar gençlerin” eğitiminde tarikat ve cemaat liderleri mi; yoksa Cemal Reşit Rey, Hulusi Behçet, Gazi Yaşargil, Cahit Arf, Yaşar Kemal, Karacaoğlan, Nazım Hikmet, İbn-i Sina, Farabi, Ömer Hayyam, Uluğ Bey, Takiyüddin Efendi mi örnek gösterilecek? Yunus’u, Hacı Bektaş Veli’yi, Mevlana’yı, Ahi Evran’ı ne yapacaksınız?

            Yeni eğitim sisteminizde sorgulayan, eleştirel bakan, araştıran gençler mi yetiştireceksiniz; yoksa itaatkâr, şeyhinin önünde el pençe divan duran tek tip kişiler mi?

 “İleri demokrasi” tek boyutlu düşünen, aynı merkezden yönetilen kişilerle mi kurulmakta? Yoksa “demokrasi, batı değerleri” derken Türk Ulusu’nun yönü Ortaçağ’ın karanlık dehlizlerine mi döndürülmekte?

                                                            Adil Hacıömeroğlu
                                                            6 Şubat 2012
                                                            Twitter.com@AdilHaciomerogl
            Not: 8 Şubat 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
                    Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

                

“MİLLİ” EĞİTİM




            Önce Mustafa Muğlalı, Ali Çetinkaya, Sabiha Gökçen, Abdullah Alpdoğan, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü hedefe oturtuldu. Adları Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet ile özdeşleşmişti. Kimse sesini çıkarmadı. Mustafa Muğlalı’nın adını taşıyan kışlanın adı değiştirildi ileri demokrasiye giden yolda. Hem de ana muhalefet partisinin desteğiyle. Fevzi Çakmak ve Abdullah Alpdoğan’ın adlarını taşıyan caddelerin, sokakların adlarının değiştirilmesi gündeme getirildi. Ses seda çıkmadı kimseden. Hemen bazı sokak ve caddelerin adları değiştirildi “katliamcı(!)” devlet görüntüsünü önlemek için.

            30 Ağustos asker bayramıdır dendi. Kimse Büyük Taarruz’u askerin kazandığını anımsamadı ki, bilmeyenlere anımsatsın. 29 Ekim, deprem bahanesiyle kutlanmadı. Ardından 19 Mayıs’la ilgili karar açıklandı. Birkaç kişisel karşı çıkışın ötesinde bir şey olmadı.

            Milli Güvenlik dersi, “askeri vesayetten kurtulma” adına feda edildi. İktidar partisi, amacına ulaşmak için önündeki engelleri bir bir ortadan kaldırırken muhalefet kış uykusunda. Zaten bu yıl kış çok soğuk ve kar yağışlı geçmekte. Hele Ankara buz tutmada.

            İlköğretim okullarında her sabah sınıfları çınlatan “Andımız” kaldırılsın, dendi. Kimse kalkıp da andın içeriğini bile aklına getirmedi. Dünyanın hemen hemen her yerinde okullarda, işyerlerinde benzer antların, isteklendirme amacıyla söylendiğini unutmamalı. Uygarlık tarihinin imbiğinden geçerek süzülen ve insanlık erdemleri dediğimiz davranışları çocuklara öğütlemenin ne sakıncası olabilir ki? Amaç, toplumsal davranış biçimlerimizi ve birlik duygumuzu yok etmek. Okullardaki Atatürk köşelerinin kaldırılmasına karar verilmekte aynı kararnameyle. Yine Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi de tarihe karışacak okullarımızda. Kısacası önce özel okullardan başlamak üzere eğitim kurumlarımızdan Atatürk silinmekte. Her gün yandaş ve liberal basın papağanları Atatürk aleyhine veryansın etmekteler. Halkın belleği yalan yanlış, uydurma bir sürü söylentiyle kirletilmekte, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı zehirli tohumlarla yurt toprağına ekilmekte. Dünü unutan yurttaş, bugünün yalan bombalarıyla yarın düşünemez oluyor.

            Özel okullarla ilgili KHK’da kamuoyunun gözünden kaçan çok önemli bir konu var. Özel öğretim kurumlarına verilecek adların “Türkçe olması” şartı kaşla göz arasında kaldırıldı. Zaten Türkçe adlı işyerleri tabelalarına özlem duymaktayız. Artık özel okul adları İngilizce, Fransızca, Arapça, Farsça, Almanca… Olabileceği gibi, yerel dillerde de olabilecek. Eğitimin “milli” karakteri önce dilde terk edilmekte. Dili yok edilen bir ulusun ayakta kalma olasılığı olur mu?

            Son bomba ise Milli Eğitim Bakanı’nın dilinin altında. Bir özel televizyon kanalındaki söyleşisini izliyorum, dil sürçmesi olmuştur, diyorum. Birkaç gün sonra bir başka televizyon kanalında söylediklerini tekrarlıyor. “Normalde tamam, hamaset yaparak bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu söyleyebilirsiniz; ama eğer sizin uluslararası sınavlarda çocuklarınız otuz dört ülke içerisinde otuz üçüncü sıradaysa, o zaman geriye dönüp bir bakmanız gerekir. Gerçekten de bu soruyu hep birlikte ve tüm toplum olarak vermek zorundayız. Milli olmaktan neyi anlıyoruz? Eğer milli olmaktan anladığımız şey, 19 Mayıs'larda çocuklarımızı askeri bir düzen içerisinde yürütmekse, milli güvenlik derslerinde çocuklarımıza işte Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yapısını öğretmekse, yine Atatürk ilke ve inkılâplarını 1920'li yıllarda olduğu şekliyle öğretmekse biz bunları yapıyoruz aslında.” Bunlar, bir şeyleri ters düz etmenin telaşıyla söylenen asıl niyeti de açık eden sözler. Bakan Bey’in sözlerinden MEB’in önündeki “milli” sözcüğünün yakın bir zamanda kaldırılacağını anlamaktayız.

            İki bakanlığımızın önünde “milli” sıfatı var. Birisi Milli Savunma Bakanlığıdır. Emperyalizme karşı savaşarak kurulmuş bir ülkenin Savunma Bakanlığına yakışır “milli” sıfatı. İkincisi ise Milli Eğitim Bakanlığıdır. Neden mi? Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında planlanan ulusal bir eğitimin uygulayıcısı olduğu içindir. Lejyoner okullarıyla bilimden uzak medreseleriyle özgür bireylerin yetiştirilemediği bir döneme son verilmiştir milli eğitimimizle. Anadolu’nun unutulmuş çocukları Cumhuriyet’le aydınlığa kavuşmuştur. İlk kez bize özgü köy enstitüleri modeli de milli eğitimimizin yapıtıdır.

            İntihalci Bakan Bey, Kanada ve Finlandiya’yı örnek göstermek, meslek okullarının öneminden söz etmekte konuşmasında. Önce şunu sormak gerek eğitimiyle örnek olan bu ülkelerde intihal yaptığı kanıtlanmış bir kişinin eğitimin başına gelmesi mümkün müdür? Bu ülkelerde imam hatip benzeri eğitim yapan meslek okulları var mıdır? Yine buralarda ders kitapları hazırlanırken dini referanslar mı, yoksa bilimsel kurallar mı geçerlidir? Eğitimde ileri gitmiş ülkelerin başbakanları “dindar bir gençlik yetiştirmeyi” mi amaçlamışlar?

            Bakan Bey’in öncelikle oturduğu koltuğun tarihçesini bilmeye gereksinimi var. Cumhuriyet’in yarattığı eğitim sisteminin ileri ülkelerle nasıl boy ölçüştüğünü, dünya çapında bilim, sanat, kültür adamlarının tüm yoksulluğa karşın nasıl yetiştirildiğini öğrenmeli. Hiç kimseyi taklit etmeden, bizim olan bir eğitim sisteminin okyanus ötesi telkinlerle sağ iktidarlarca nasıl kuşa çevrildiğini unutmamalı.

            Anadolu’nun aydınlanmasının bel kemiği yatılı okul sistemiydi. Çünkü yoksullukla boğuşan yurttaşımızın çocuğunu okutabileceği tek yer yatılı okullardı. Sağ iktidarlar tüm Cumhuriyet kurumlarında olduğu gibi önce yatılı okulların içini boşaltıp işlevsiz kıldılar. Sonrasında ise kapatıverdiler. Peki, devletin koruması dışına itilen çocuklarımız ne oldu? Zeki olanlar tarikat ve cemaatlerin kucağına atıldı. Olanak bulamayanların birçoğu mafyaya tetikçi yapıldı. Güneydoğu’daki okuma olanağı bulamayan gençlerin bir bölümü ise bölücü örgütün militanı oldu. İşte milli olmayan eğitimin geldiği yer. Şimdi son nokta konuyor, adından “milli” sıfatı kaldırılıyor Eğitim Bakanlığı’nın.

            Sıra neye geliyor diye meraklananlara söyleyelim o zaman. Sıra, Atatürk’te. Bazıları “milli” sözcüğünden, Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten alerji duymaktalar. Yıllar önce bir AB sözcüsünün isteği doğrultusunda Kemalizm’den vazgeçip Atatürk’ün fotoğraflarını da devlet dairelerinin duvarlarından indirecekler. Muhalefet mi ne yapıyor? Onlar, genel merkezlerindeki kavgalarında “meleklerin cinsiyetini” tartışmaktalar. Bu tartışmalar, büyük kavgaları da çıkaracağa benziyor. Ülkemiz, tek sesli, ileri demokrasiye yelken açarken uzun kış gecelerinde körler, sağırlar, dilsizler çoğalmakta.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                  1 Şubat 2012
                                                                  Twitter.com@AdilHaciomerogl
            Not: 6 Şubat 2012  tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
                     Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.