GENÇLER CHP’DE NEDEN YOK?

12 Eylül darbesinden sonra CHP örgütlerinde gençleri daha az görür olduk. Yıllar geçtikçe de gençlerin sayısı gittikçe azalmakta. Tabi, parti örgütünde gençler olmayınca, genç seçmenler arasında CHP desteği de azalıyor.

Gençler CHP’ye soğuk da kimlere sıcak? Şu anda gençlerin en çok rağbet ettiği partiler AKP, BDP, biraz da MHP. Bu durumun oluşmasında 12 Eylül’ün baskıcı, solu ezici, muhafazakârlığı okşayıcı tavrı önemli belirleyicilerdendir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla solun gerileyip emperyalist egemenliği daha da pekiştiren küreselleşmeci anlayışın yayılması ülkemizi de etkilemiş ve solun dağılmasına, gerilemesine neden olmuştur. Bu süreçte yolunu şaşıran bazı solcuların “İdeolojiler bitti.” Yalanına inanarak sınıf mücadelesini unutup etnik, dinsel, marjinal konuları siyasetlerinin merkezlerine oturtmaları küreselciliğe, liberalliğe teslimiyeti getirdi. Neredeyse solculuk unutulacak duruma geldi. Bu saydıklarımızın CHP’yi etkilememesi düşünülemez. Ancak burada anlatmak istediğimiz CHP’nin kendi özelinde gençlikle ilgili yaptığı hatalardır.

Yirminci yüzyıl sonunda gerileyen sol, yirmi birinci yüzyılın başlamasıyla özellikle Latin Amerika’da yükselişe geçti. Amerikancı sağ darbelerle yıllarca inim inim inleyen Güney’in mazlum ülkeleri, sol tercihlerle özgürlüğün, gelişmenin, kalkınmanın tadını çıkarmaktalar. Bu sol rüzgâr Atlas Okyanusu’nu aşarak bize neden ulaşamıyor?

Toplumun en dinamik, idealist kesimi neden CHP’ye soğuk? Bu konuda sağlam araştırmalar yok. Özellikle son yıllarda yandaş ve liberal basının yönlendirme, biçimlendirme, yol gösterme çabalarının etkisinde kalan CHP yönetiminin konuya sağlıklı yaklaşımı da söz konusu değil.

Gençlik idealisttir, mükemmele ulaşmak, toplumu değiştirmek için hayalleri ve düşünceleri vardır. Umutlu olmak, hedefe ulaşmadaki savaşçılık, düşünceyi savunmadaki cesaret, insan ilişkilerindeki içtenlik önemlidir gençler için. Onları görmezden gelmek, onlara değer veriyormuş gibi davranmak örgütsel ve siyasal yanlışların ilki.

Günümüzün en dinamik görünen siyasal kuruluşları AKP ve BDP’dir. Nedeni de bu partilerin ideolojilerinin ve neredeyse yüz yıldır gerçekleştirmek için çalıştıkları ideallerinin olmasıdır. İdeoloji ve ideal, bu partileri dinamik tutmakta, çalışkan kılmakta. İdealizm; asıl amacı, kişisel çıkarların önüne geçiriyor. Bu nedenle de parti içi eğitim yoluyla üyelerin, sempatizanların siyasal eğitimi önemlidir bu partiler için. Bu durum, partililerin düşünce, söz, duygu birliğini sağlamakta. Hangi kademede olursa olsun bu partilerin üyeleri kendi düşüncelerini savunmada cesaretli davranmaktalar, kendilerini ifade etmede eksiklik göstermemekteler. İdeolojik, düşünsel donanıma; idealizm de eklenince savunulan görüşe inanç ortaya çıkıyor. Düşüncesine inanan kişi, siyasal cesarete de kavuşuyor. İdealini, düşüncesini cesaretle savunan partiler, gençlerden ilgi görüyor doğal olarak.

Bugünkü CHP’nin bir ideolojisinin olduğu söylenemez. İdeolojisi olmayanın, ideali de olmuyor. Soyut bir “sosyal demokrasi” savunması kitleleri harekete geçirmez. Zaten “sosyal demokrasi” Batılı emperyalist ülkelerin bir ideolojisi. Sömürgecilik yoluyla talan edilenlerden halkın ağzına bir parmak bal çalmayı amaçlar. Ezilen ulusların bedenine uymayan bir gömlek sosyal demokrasi bu haliyle. Ülkemiz koşullarına uydurulması şart.

CHP’nin asıl ideolojisi tam bağımsızlıkta, çağdaşlaşmada, antiemperyalizmde ifadesini bulan Atatürkçülüktür. Bu topraklarda antiemperyalist olmayan bir sol düşünce başarıya ulaşamaz. CHP’nin gençleri kucaklaması için kuruluş ideallerinden taviz vermemesi gerek. Yenileşme, değişme adı altında telkin edilen küreselleşmeciliğe karşı durmalı parti yönetimi. İdeolojisi, rengi, idealleri olmayan bir CHP’nin gençlerde heyecan yaratması olanaklı mıdır? Siyasal özveriler, büyük davalar için olur. Cumhuriyetin kuruluş felsefesi de ulusumuz için büyük davadır.


Atatürk’ü, Cumhuriyet’i, Kurtuluş Savaşı’nı bilmeyen, tarih bilincinden yoksun yöneticilerin gençlere vereceği ne var? CHP yöneticilerine şunu anımsatmalıyım. 2007 seçimleri öncesi milyonların katılımıyla gerçekleşen Cumhuriyet Mitinglerini gözünüzün önüne getirin. Orada her yaştan yurttaşımız vardı. Özellikle gençlerin katılımı gurur vericiydi. Bu mitinglere özveriyle katılan gençler, CHP’de neden yoklar? İşte, sorgulanması gereken budur.

Sınıf mücadelesinden korkan, egemen sınıflara hoş görünmek adına tarihsel misyonuna aykırı söylemlerde bulunan bir partinin kanları deli akan gençleri bağrına basması olası mı?

Burada sözü Atatürk’e verelim: “Efendiler, bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir ve gerçekten kitaplardaki hükümetlerin, İslâmî niteliği bakımından, hiç birine benzemeyen bir hükümettir. Fakat millî egemenliği, millî iradeyi belirten bir hükümettir, bu nitelikte bir hükümettir. Sosyal bilim bakımından bizim hükümetimizi ifade etmek gerekirse “halk hükümeti” deriz. Efendiler, biz hakkımızı koruyup gözetmek, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, milletin bütünlüğümüzce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletin tümüyle savaşmayı caiz gören bir mesleği izleyen insanlarız. O halde bu ve bu gibi teşviklerle ve izahlarla hükümetimizin dayandığı esasın toplum bilime dayanan bir esas olduğunu açık bir surette görürüz. Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle öğünmeliyiz! Çünkü biz, bize benziyoruz, efendiler! (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri)” Başkalarına benzemek marifet değil. Hele de emperyalist zihniyetlerin kuyrukçusu olmak hiç değil. Marifet, özgün düşüncelerin, uygulamaların izleyicisi, savunucusu olmaktır. İşte, gençliği heyecanlandırıp ülkesi için mücadeleye sevk edecek olan da budur. Taklitçilikten uzak, bizim olanları korumak ve halkın hükümetini kurmak için mücadeleye.
Adil Hacıömeroğlu
26 Ocak 2012
Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 30 Ocak 2012 tarihli Ulus ve Kent Yaşam gazetelerinde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

19 MAYIS

MEB, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın Ankara dışındaki illerde yalnızca okullarda kutlanacağını, stadyumlardaki törenlerin yapılamayacağını açıkladı. Gerekçe ise gösteriler sırasında öğrencilerin çok üşümekte olmaları, törenlere hazırlık sırasında derslerin aksaması ve bayramda görev alanların gönülsüz olması. Gerekçeler hem komik hem de bilgisizlikten kaynaklanmakta.

MEB’in açıklamasının ve kararının iki sakıncası var: Birincisi, ulusal bilincin oluşmasını engellemek, ikincisi ise tören hazırlıklarının da bir eğitim etkinliği olduğunu bilmemek.

Ulusal bayramların coşkuyla kutlanması ve öğrencilerin törenlerde görev alması, onların “milli ve manevi değerlere” uygun olarak yetiştirilmesi açısından önemlidir. Bu da “Milli Eğitimin Temel Amaçları”nın gereğidir. Dünyanın neresinde olursa olsun çocuklara, gençlere yaşadıkları ülkenin ulusal değerlerini öğretmek, onlara ulusal bilinç kazandırmak eğitim bakanlıklarının görevidir. Öğrencilerin yakın tarihlerini bilmemesi sakıncalıdır. Vatana hizmet, onu sevmekle başlar. Sevgi de vatanı tanımakla, ulusun tarihsel geçmişini, hangi tehlikeleri aşarak bugünlere geldiğini, kültürel zenginliklerini, sanatsal değerlerini, halk kahramanlarını, tarihsel önderlerini, toplumu için yüksek özveri ve erdemleri gösterenleri tanımakla olur. Kişi tanımadığı, bilmediği bir şeyi sevip ona hizmet edebilir mi? Okul sıralarında vatan, ulus, insanlık, doğa sevgisi aşılanmayan çocuklardan gelecekte halkı için çalışması beklenebilir mi?

Ulus ve yurt bilinci gelişmemiş kişiler özgürlüğün, bağımsızlığın değerini bilebilir mi? Kölelikle özgür olmanın farkı, ancak doğru tarihsel bilincin kazanılmasıyla ayırt edilebilir. Ulusal bayramlarında coşku yaşamayanlar, sömürgecilere kolayca kul köle olurlar. 19 Mayıs’ın hem bizim tarihimizdeki hem de dünya tarihindeki önemini bilmeden bugünkü siyasal olayları nasıl doğru algılayabiliriz? 19 Mayıs tüm dünyanın ezilen uluslarının bağımsızlığına giden yolu açtığı gibi, Sömürgeciliğin de yıkılmasına neden oldu. Böylesine dünya tarihini etkilemiş bir olayın Kurtuluş Savaşımızın önderi tarafından başlatılması her Türk çocuğu için gurur kaynağıdır. Dünyanın her ulusunun kendince kahramanlık destanları vardır. Bu, onların ulusal bütünlüğü için gereklidir. Ulusal değerlerimizi erozyona uğratan, yaşamı sadece para kazanmaktan ibaret gösteren birtakım televizyon dizileriyle koşullandırılan, toplumsal çıkarları hiçe sayan bir kuşağın nasıl yetişmekte olduğunu da görmekteyiz.

Törenlere hazırlığın eğitim için zaman kaybı olduğunu açıklamış MEB yetkilisi. Törenlere hazırlanmak öğrencilerin kümeyle iş görme yeteneklerinin geliştirilmesi açısından önemli bir eğitim etkinliğidir. Eğitimi yalnızca kuru bilgileri öğretmek olarak gören anlayışın, böylesi bir etkinlikte öğrencilerin “grupla iş yapma ve başarma” becerisinin kazandıracağı özgüvenin değerini anlamaları olanaksızdır. Eğitim yalnızca sınıfın tekdüze ortamında yapılacak bir iş değil. Gezi, gözlem, araştırma yapmak eğitimin önemli bir bölümünü oluşturur. Yaşamda ve doğadaki zorlukları öğrenciye göstermek de eğitimin bir parçasıdır. Hava koşullarının olumsuzluğu bahanesi gülünçtür. Mayıs ayı güzeldir. Her yanın bahar koktuğu bir günü öğrencilere yasaklamak yanlıştır. Bazıları, törenlerde kafalarında Sibirya buzlarıyla donmuş düşüncelerini sıkıntıya dönüştürdüklerinden mi üşümekteler 19 Mayıs’ın ılıklığında? Yaparak, yaşayarak öğrenilen bilgiler bir yaşam boyu unutulmaz.

Bayram törenleri yalnızca öğrenciler için değil, veliler için de çok önemlidir. Törenlerde görev alan öğrencilerin velileri, çocuklarından daha büyük heyecan duyarlar. Çünkü her anne baba çocuğunun törenlerdeki başarısından, yeteneğinden, böylesi bir tarihsel kutlama gününde seçilmiş olmasından onur duyar. Törenlerde görev verilmeyen öğrencilerin velileri bu işe bozulur, okul yönetimiyle bu konuda anlaşmazlığa düşer. Zaman zaman bu durum velilerle öğretmenler arasında sert tartışmalara bile neden olur.

Televizyonların kadrolu bazı yorumcularıyla gazetelerdeki kimi köşe yazarları son zamanlarda ulusal bayramların Sovyetler Birliği’ndeki törenlere benzediğini tekrarla söylemekteler. Aslında bu doğrudur. Dünyada eşsiz devrimlere, büyük kahramanlıklara imza atmış kaç ulus var? Bu konuda şanslı uluslardan biriyiz, tıpkı Sovyetler Birliği gibi. Büyük devrimleri yapan ulusların törenlerinin görkemli olması da olağandır.

30 Ağustos’u, 29 Ekim’i sudan bahanelerle kutlamadınız. Şimdi de 19 Mayıs. Sıra 23 Nisan’a, Atatürk heykellerine gelmekte. Amaç, Atatürk’ü unutturmak. Çünkü Mustafa Kemal’in mavi gözlerine bakarak emperyalizmin emirleri uygulanamaz. 19 Mayıslarda bölücülük yok, ulusal birlik var.

AKP’li bir milletvekili geçenlerde Kurtuluş Savaşının aslında yapılmadığını, şehitliklerin de sembolik olduğunu söylemişti. Şimdi de kalkıyor aynı partinin Milli Eğitim Bakanı, ulusal bayramları zihinlerden silmeye çalışıyor. Kurtuluş Savaşını inkâr edebilirsiniz, bayramları türlü gerekçelerle kutlamayabilirsiniz, şehitlikleri yok sayabilirsiniz; ancak karşınızda bir büyük gerçek var: Türkiye Cumhuriyeti. Bunu ne yapacaksınız?

Adil Hacıömeroğlu
13 Ocak 2012
Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 23 Ocak 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazıların tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

DENKTAŞ BEY


     Dünyada bazı insanlar vardır yalnızca önadlarıyla ünlenirler. “Bey” unvanı da hep önadlardan sonra kullanılır. Bir tek Rauf Denktaş’tır ki soyadından sonra gelen “bey” unvanıyla tanınmıştır. Tüm dünya “Denktaş Bey”i büyük bir davanın öncüsü olarak bildi.

     “Denktaş” adını ilk işittiğim zamanı tam olarak anımsamıyorum; çünkü çok küçüktüm. Kıbrıs, ilkokul sıralarından beri ilgi duyduğum bir konuydu. Kıbrıs’ta Türklere karşı uygulanan baskı ve katliamı büyüklerimiz hep konuşurlardı, biz de dinlerdik. Radyonun l9.00 ajansında Kıbrıs’la ilgili haberleri dinlerken herkes sesini, soluğunu keserdi. Nefes almadan büyük küçük herkes haberlere odaklanırdı. Önceleri Doktor Fazıl Küçük adı belleklerimize kazındı, ardından Rauf Denktaş. Şehit Pilot Cengiz Topel’in efsaneleştiği yıllardı. Aile çevremizde ve komşularımızda hep bir inanç seslendirilirdi: “Bir gün Kıbrıs’ı alıp soydaşlarımızı kurtaracağız.” Zaten orası “Yavru Vatan” değil miydi? Bu inançtır ki bizi, 1974’te ulusça tek yumruk halinde Kıbrıs semalarına götüren.

     Sayın Denktaş’a hep hayranlıkla karışık bir saygı duydum. Onunla kişisel tanışıklığım 2000’li yılların başıydı. Bakırköy’de Hilmi Nakipoğlu Fotoğraf Makineleri Müzesini ziyaret etmekteydi. Ben de davet üzerine erkenden gitmiştim oraya. Hilmi Nakipoğlu’nun sabır, inat, emek ve özveriyle bir araya getirdiği fotoğraf makineleri müzesi, ülkemizde bir ilkti. Makinelerin yanı sıra eski fotoğraflar da var bu müzede. Denktaş Bey’i bekliyoruz. Heyecanlıydım, çünkü çocukluğumdan beri hayranlık duyduğum büyük bir dava adamıyla tanışacaktım. Bekletmeden, gecikmeden, zamanında geldi müzeye. El sıkışıp tanıştık. Müze gezisi başladı. En küçük ayrıntılar dikkatini çekiyor, oradakilerle konuşmaktan keyif alıyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında çekilmiş fotoğraflar ilgisini çekmişti. Bunlarla ilgili duygulu konuşmalar oldu. İçten, sıcak, insanı saran bizim için kısa sayılabilecek bir ziyaret. Çok yönlü, bilgili, yürekli, açık sözlü, alçak gönüllü, ulusuna âşık biriyle tanışmanın mutluluğu bütün yüzlerde görülmekteydi.

     İkinci buluşup söyleşmemiz, başkanlığını yaptığı Talat Paşa Komitesinin bir toplantısıydı. Yılların eskitemediği bir bellek, zor mücadelelerin bilediği cesaret, ulusu ve vatanı için çarpan bir yürek… Türk’ün uluslararası planda çözümsüz iki büyük davasına yorulmadan koşan bir millet neferi, bir vatan evladı. Bu iki davadan biri Kıbrıs, diğeri de Ermeni sorunu. Kahramanlar, ulusun çetin savaşımlarında ortaya çıkar. İşte, Denktaş da bir kahramandı. Zorluklardan kaçamaz, ulusuna açılan bir savaşı da görmezden gelemezdi.

     O, yalnızca Kıbrıs’ın değil, tüm Türk dünyasının önemli bir kahramanı, devlet adamıdır. Kıbrıs davasını Türkiye’den soyutlamaya çalışan siyasetçinin anlayabileceği biri değildir Denktaş. Kıbrıs’ın, Türkiye’nin jeopolitiği için ne anlam ifade ettiğini sığ siyasetçinin anlaması olanaksızdır. Bu nedenle 2004 sonrası Ankara, Denktaş’a sırtını döndü. O, Kıbrıs’taki çözümsüzlüğün nedeni olarak gösterildi. Onun nezdinde Kıbrıs davamız, önemsizleştirilmeye çalışıldı, Annan planına, büyük bir dava ve onun öncüsü feda edildi. Denktaş’a karşı üzücü bir kampanya başlattı Ankara’da tarih bilmeyen siyasetçilerle Kıbrıs’taki “Yes be annem!”ciler. Uzağı göremeyen siyaset anlayışı, AB masalarında şirin görünmek adına anıtlaşan bir mücadele yok sayıldı. Hatta kötülendi. Sorumsuz siyasetçiler, sorumsuz sözler ettiler hakkında. O, bunlardan etkilenmeyip hak bildiği yolda yürüdü.

     Ölüm haberini duyduğumda içim burkuldu, yüreğim yandı. Yaşamının son yıllarında karalayıcı kampanyaların hedefi oldu. Bu kampanyalarda uğradığı haksız, düzeysiz saldırılara karşı dimdik durdu, geri adım atıp ödün vermedi ülkülerinden. Büyük kahraman olduğunu bu saldırılar karşısında da kanıtladı. Denktaş’a karşı bu kampanyanın en ilginç tarafı Rum tarafından değil de Ankara’dan başlatılmış olmasıdır. “O adam bitmiştir.” Sözü ne yazık ki Türkiye’nin başbakanınca söylenmişti. “O adam” dedikleri zulme karşı bir ömür boyu savaşım veren Denktaş’tı. Üsluptaki düzey yoruma gerek bırakmıyor. Saldırı fişeği Ankara’dan başbakanca ateşlendi. İmam “O adam!” derse, cemaat durur mu? Yandaş ve liberal kalemşorlar, televizyon ekranlarının gedikli yorumcuları(?) büyük bir karalama kampanyasına giriştiler. Taşlar; AB ülkeleri başkentlerinden, ABD’den gelse anlaşılır, normal kabul edilebilir; ancak Ankara’nın egemenlerinden, İstanbul’un efendilerinden gelmekteydi saldırı. Kurt, ağacın içindeydi.

       Tüm haksız saldırılara karşın o yılmadı, küsmedi. Zamanın haklıdan yana olduğunu bilerek doğruları savundu. RTE’nin de Talat’ın da savunduğu tezler, gerçeğin kayalarına toslayıp paramparça oldu. AB ve BM temsilcilerinden “Aferin!” alma uğruna elli yıllık haklı davaya sırt çevirenler, Türk dünyasının son dönemdeki en büyük kahramanına hücum edenlere tarih dersini vermiştir. Dün kötüledikleri kahramanın ardından boynu bükük yürümek, onu övgü dolu sözlerle uğurlamak onların acı gerçekle yüzleşmesidir.

     Hem Anavatan’ın hem de Yavru Vatan’ın bayraklarına sarılmış tabutuyla milyonların alkışlarıyla uğurlandı büyük kahraman. Herkese nasip olur mu bu? Gülümseyen yüzün, sıcak bakışların gözlerimizde: içten, kararlı sesin kulaklarımızda hep kalacak. Hele ölüm döşeğinde söylediğin son sözler, bin derse bedel anlayana: “Hristofyas! Burası bağımsız bir cumhuriyettir.” Son nefesine kadar davasına inanan bir kahraman söyleyebilir bu sözleri. Değişen rüzgârlarla sağa sola savrulanların, mevsime göre renk ve gömlek değiştirenlerin anlayacağı bir şey değildir bu sözler.

     Gökkuşağının yedi rengiyle yedi iklimin saygısı ve övgüsüyle uçmak’tasın artık. Rahat uyu DENKTAŞ BEY! “Toros” dağları durdukça bu ulusun yüreğinde hep yaşayacaksın!

Adil Hacıömeroğlu
17 Ağustos 2012
Twitter.com@ AdilHaciomerogl
Not: 23 Ocak 2012 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

YANLIŞ ADRESTEKİ CHP

Dört milletvekilinden oluşan CHP Kurulu, Aralık 2011’de ABD’yi ziyaret etti. Bu, 2011’de yapılan ikinci ziyaret. Herkes gibi ben de bu ziyaretlerin, ilginin nedenini merak etmekteyim. Neden ABD? Evet, bu sorunun yanıtı çok önemli.

CHP’liler ABD’de siyasi kişilerle, vakıflarla, düşünce kuruluşlarıyla görüşmeler yapmış. Gezi sırasında ve sonrasında yapılan açıklamalar ilgi çekici. “Bizde anti-Amerikancılık, ’anti’ bir şey yok, Türkiye’nin menfaatleri var, onu ön plana koyuyoruz.” Bu sözleri, CHP’li bir genel başkan yardımcısı ziyaret sırasında söylüyor. Dünyanın bütün ezilen ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’nin de solcuları anti Amerikancıdır, antiemperyalisttir. Solculuk da bunu gerektirir. Hele Türkiye gibi sol geleneği eski, sağlam bir ülkede “Amerikan dostluğunun(!)” hangi felaketlere yol açtığı, yol açmakta olduğu iyi bilinir. Bir de sömürgeciliğe karşı dünyanın ilk bağımsızlık mücadelesini, kurtuluş savaşını verip tüm ezilen uluslara örnek olup yol göstermişseniz ve de bu işin öncülüğünü CHP yapmışsa sorumluluğunuz daha da artar. Dünya üstünde “Amerikan dostluğuyla” iki yakası bir araya gelmiş bir ülke var mı?

Ülkemizde çok partili yaşama geçildikten sonra iktidara gelmek isteyen sağ partilerin, seçimler öncesi ABD ziyaretleri nerdeyse gelenekseldir. Sam Amca’dan icazet almadan iktidar koltuğunda oturmamayı alışkanlık haline getirdi “muhafazakâr” partilerimiz. Okyanus ötesine rağmen iktidar olanların nelerle karşılaştıklarına da tanığız. Dilim varmıyor, ama “Acaba?” diyorum, Atatürk’ün CHP’sinin bazı yöneticileri de mi Sam Amca’nın icazet kuyruğuna girecekler? Böyle bir şey olursa sizin CHP’liliğiniz, solculuğunuz, Atatürkçülüğünüz kalır mı? Ülkemizi emperyalizmin kucağına atarak gerilemesine, gericileşmesine neden olan sağ partilerden ne farkınız kalır?

CHP sözcüsü konuşmasını şöyle sürdürüyor: “ABD, AB, Türkiye'nin Suriye'deki hedefleri aynı. AKP hükümetinin genel hedeflerine de katılıyoruz: Suriye'ye demokratik bir yönetimin gelmesi, özgürlüklere, insan haklarına saygılı bir rejimin gelmesi, bu kadarını paylaşıyoruz.” Bugün Arap dünyasını kasıp kavuran alt üst oluşların mimarları kimler? Gerçekten buralarda bir insan hakları ve demokrasi mücadelesi mi var, yoksa enerji kaynaklarının denetimi savaşı mı? Bir defa “Arap Baharı” denilen yutturmacadan kendimizi kurtaralım. Bahar mahar yok ortada, bal gibi karakış! (Daha önce yazdığım “Arap Zemherisi” yazısında bunu anlatmıştım.) Türkiye, Batılı emperyalistlerin enerji kavgasında mazlumun yanında olmalı; zalimin, sömürücünün değil. CHP de bu doğrultuda politikalarını oluşturmalı. Eğer, ülkemizin bölgesinde etkili dünyada saygın bir konumda olmasını istiyorsak bağımsızlıkçı politikalar oluşturmaya gereksinmemiz var. ABD ve AB politikalarını izlemek, kuyrukçuluk ve teslimiyettir. AKP’yle aynı düşüncedeyseniz size ne gerek var?

CHP’li milletvekilleri Amerika’ya gitti de adres yanlış; sanırım Kuzey’e değil, Güney’e gideceklerdi. Bir zamanlar ABD’nin arka bahçesi olan ve borç içinde ekonomileri mahvolan Güney Amerika ülkelerinin şahlanışını incelemeli CHP. Bir zamanlar iflasın eşiğinde olan Brezilya’nın Lula da Silva’yla nasıl harikalar yarattığını görmeli. Günümüzde anti Amerikancılığın bayraktarlarından olan Chavez’in Venezuela’sında Mustafa Kemal’den esintilerle gururlanmalı. Küba’nın yarattığı sağlık cennetinden dersler çıkarmalı. Küçücük Nikaragua’nın ABD’ye rağmen nasıl ayakta durduğuna bakılmalı. Şili, Arjantin ve sol partilerce yönetilen diğer Latin Amerika ülkelerindeki hızlı gelişmeler, neden merak konusu değil? Bu ülkelerin hepsi ABD boyunduruğundan kurtularak gelişmeyi, kalkınmayı, demokrasiyi yakaladılar. Uluslararası sömürü çarkının sarmalından anti Amerikancılıkla kurtuldular ve borçlanmamayı, ülke kaynaklarına sahip çıkmayı öğrendiler.

Anti Amerikancılık demek, ABD halkına düşmanlık değildir; buradaki emperyalist zihniyete, isteğe, saldırganlığa, kan dökücülüğe, sömürüye karşıtlıktır. Bu da her yurtseverin, insanlığa karşı sorumluluk duyan her kişinin göstermesi gereken bir tavırdır.

Türkiye’nin birliği, dirliği ve geleceği için Ortadoğu’daki ABD politikalarının boşa çıkarılması gerek. Bölgesel ittifaklarla bu konuda inisiyatif almalı ülkemiz. Balkan ve Sadabat paktlarının genişletilmiş ve etkili biçimleri yaşama geçirilmeli. Tevfik Rüştü Aras gibi bir diplomatın deneyimleri, Atatürk’ün başı dik politikaları esin vermeli bizlere. Bu işin öncülüğünü de CHP yapmalı.

Ortadoğu’nun da ülkemizin de demokrasisinin önündeki en büyük engel, ABD’ye bağımlılıktır. Çünkü bölgemizdeki antidemokratik uygulamaların ve feodal gericiliğin destekçisi ABD emperyalizmidir.

CHP yönetimi kafa karışıklığından, sağa benzeme/benzetilme rüzgârlarından kurtulmalı. Köklerine bağlı bir CHP’nin önünde Türkiye’yi de Ortadoğu’yu da değiştirme fırsatı durmakta. Ortaçağ karanlığından kurtulması gereken komşularımızın emperyalist zorbalığa, oyunlara değil; Türk Devriminin sıcaklığına, Mustafa Kemal’in ışığına gereksinimi var.

Adil Hacıömeroğlu
12 Ocak 2012
Twitter.com@AdilHaciomerogl

Not: 16 Ocak 2012 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

RESMİ TERÖR ÖRGÜTÜ

“Bu da başımıza gelmez. Bunu da mı göreceğiz? Bu kadarı da olmaz.” demeyin sakın. Kısacası “olmaz, olmaz” demeyin, çünkü olur. En sonunda bağımsız yargımız(!) yeni bir terör örgütünün varlığını kamuoyuna duyurdu. Biz de bu terör örgütünün adını koyduk: Resmi Terör Örgütü (RTÖ).

Son birkaç yıldır türlü adlarla TSK’nın emekli ve muvazzaf askerleri tutuklanmakta. Önce düşük rütbelilerden ve emeklilerden başladı tutuklamalar; sonra rütbeler büyüdü, silâhaltındaki askerleri de kapsadı. Tutuklananların ve tutuksuz yargılananların ortak özelliklerine bakıldığında hemen hemen hepsinin bölücü teröre karşı mücadelede görev aldıklarını görmekteyiz. Dağlarda, taşlarda teröristle mücadele edenlere, vefa gösterilmesi yerine cefa çektirilmesi düşündürücüdür. Böylesi bir durumda halkın suskun, duyarsız davranması da şaşırtıcıdır. Aylardır televizyonlarda diziler, topluma sunulan sanal kahramanlar, mütareke basınını aratacak nitelikteki ihanet kokan yorumlarla; gazetelerin manşetlerini ve köşelerini işgal eden sahibinin sesi sözde yazarlarla halk şaşkına çevrildi. Yüzyılların birikimiyle oluşan değer sistemlerimiz bir bir çökertildi kiralık kalemler ve tek merkezden yönetilen dillerle.

En sonunda eski genelkurmay başkanlarından İlker Başbuğ da tutuklandı İnternet Andıcı’ndan. Hem de ne suçlamayla: “Terör örgütü kurmak ve yönetmek!” İlker Paşa nerenin yöneticisi ve komutanıydı? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin… Peki, terör örgütü yöneticisi suçlaması deyince, neyi terör örgütü olarak adlandırmış oluyoruz? Tabi ki TSK’yı. Demek ki devletimizin içinde resmi bir terör örgütümüz varmış. Zaten yıllardır bölücü örgüt sözcüleriyle okyanus ötesinden kumanda edilen kimi sözde aydınlar “devlet terörü” deyip durmuyorlar mıydı? Dediler, dediler ve sonunda dedikleri de oldu. Eski genelkurmay başkanı teröristse yıllardır çoluk çocuk demeden katleden, sağa sola bombalar yerleştirerek sivil halkı öldüren, Mehmetçiklerimizi şehit eden bölücü örgüt mensuplarına ne diyeceğiz?

Subayların basına yansıyan ifadeleri de iç açıcı değil. Sanki suçluymuşlar gibi emri üstlerinden aldıklarını söylemeleri düşündürücü. Yıllardır (mevcut hükümetin ilk dönemleri de dâhil) “bölücülük ve irtica” Milli Güvenlik Kurulu kararıyla devletin mücadele etmesi gereken düşmanlar olarak gösterilmedi mi? “İnternet Andıçları” da bu doğrultuda oluşturulmadı mı? İrticaya karşı mücadele kimleri neden rahatsız ediyor? İrticaya karşı yapılan mücadeleyi, kendi iktidarına karşı yapılıyormuş gibi anlamak bilinçaltının dışavurumu olamaz mı?

“Biz geçmişte olduğu gibi bugün de teröristlere (ki bu kelimeyi kendi vatandaşlarımız için kullanmayı hiç arzu etmiyoruz. Bize göre bunlar çeşitli nedenlerle kandırılmış kişilerdir) gerek insani mülahazalar ve gerekse kanunların öngördüğü şekilde, başlangıçta hep teslim olmaları yönünde telkinlerde bulunuyoruz.” Bu sözler, şu an görevde bulunan genelkurmay başkanının sözleri. Tam da eski genelkurmay başkanının terör örgütü kurucusu ilan edildiği günlerde söylenen talihsiz sözler. PKK terör örgütü olmaktan çıkarken bölücü örgüte karşı mücadele edenler terör örgütü kurmaktan tutuklanmakta. Ne tuhaf bir çelişki değil mi?

Siz eski genelkurmay başkanını terör örgütü yöneticisi olmaktan tutukluyorsunuz, bölücülüğü destekleyen partinin genel başkanı da yeni genelkurmay başkanına ağzına geleni söylüyor. Yani çifte infaz var: 12 Eylül ürünü olan bölücülük ve irtica, iki koldan yeni, eski genelkurmay başkanlarına hücum ediyorlar. Amaç TSK’yı halkın gözünde küçük düşürüp savunmasız bırakmak. Bu arada Uludere’nin perde arkasını tartışan var mı? Orada otuz beş yurttaşımızın ölümüne kimler neden oldu? Tabi gündem saptırmada usta olan hükümet, bu işe de böylece süngeri çekti.

Silivri ve Hasdal tutuklularının anayasa değişikliğinden sonra çıkması olası bir genel af için rehin tutulduklarını artık herkes bilmekte. Burada amaç, PKK’lıları affetmek. Kamuoyuna sadece PKK’lılar suçlu değil, bakın Silivri’dekiler de onlar kadar suçlu, anlayışını benimsetmeye çalışıyorlar. Sanki kavga sadece Silivri’dekilerle PKK arasında oluyormuş gibi bir hava yaratmak. Böylece “bu kavgacıları” karşılıklı olarak affederek güya toplumsal barışı sağlayacaklar. Bu arada da Cumhuriyet çınarının köklerini de çoktan kurutmuş olacaklar bu toz duman içinde. Bir taşla birkaç kuş… Hem de çayın taşıyla çayın kuşlarını vurmak…

İsmet İnönü’yü, Fevzi Çakmak’ı, Ali Çetinkaya’yı… katliamcı ilan edenler, “Atatürkçü olmaktan utanırım” diyenler, yirmi altıncı genelkurmay başkanına terörist demiş çok mu? Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları televizyon ekranlarında bir bir harcanırken, Cumhuriyet kurumları yerle bir edilirken, devletimizin kurucusu Atatürk haksız saldırılarla yıpratılırken neredeydiniz beyler? Bütün bunları demokrasi şerbetiyle size yutturanlara karşı neden suspustunuz? Karargâhlardan her rütbeden muvazzaf subay gözaltına alınırken “Yargıya saygılıyız!” diyenler kimler? Nemrut Mustafa divanlarını bağımsız yargı diye sananlar ve yurtseverler zindanlara atılırken neredeydiniz?

Unutulmamalı ki Mustafa Kemal ve arkadaşları Nemrut Mustafaların, Ali Kemallerin, damat Feritlerin fermanlarını hiçe sayarak yurdu kurtarıp kahraman oldular. Ya boyun eğselerdi?...

Adil Hacıömeroğlu
10 Aralık 2012
Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 11 Ocak 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarım tümünü http://adiladalet.blogspot.co dan okuyabilirsiniz.

İŞARET FİŞEĞİ

Uludereli otuz beş köylünün kaçakçılık yapmak amacıyla geçtikleri Irak topraklarında terörist sanılarak öldürülmesi büyük tartışmalara neden oldu. Büyük çoğunluk, olayı kendi siyasal çıkarları açısından değerlendirmekte ve yaklaşmakta olan tehlikeyi görememekte. Bir olayın nedenlerini iyi görmeden, anlamadan sonuçları konusunda gerçekçi yorumlarda bulunmak olanaksız.

Son yıllarda ülkemizde ne yazık ki ölüler üzerinden siyasal kazanç elde edilmekte. Bazı siyasal partiler var ki tüm sermayeleri ölümleri sahiplenip kutsamak. Gerginlik, çatışma bazılarına siyasal yaşamsallık vermekte. Etnik ayrımcılıktan başka sermayesi olmayanlar için önemli olan ölenlerin insan olmasından çok, alt kimlikleri. Uludereli köylülerin “Kürt” olmaları bölücü örgüte yeni propaganda alanları sağladı. Ne yazık ki medyanın önemli bir kısmı da bu propagandaya zemin hazırlamakta.

Uludere olayını anlamak için öncelikle bölgemizdeki siyasal bölünme ve çatışma potansiyellerini göz önünde bulundurmalı. Ülkemizi yıllardır uğraştıran etnik, bölücü terörü Ortadoğu’daki uluslararası oyunun dışında düşünemeyiz. “Uluslararası toplum” denilen Batılı emperyalistler bölgemizdeki enerji kaynakları için planlar yapıp uğraş vermekte. Bölgemizdeki bazı yönetimler ve çıkar grupları emperyalistlerle işbirliği yapıyor. Bazı kişi ve gruplar ise bu oyunu görmekte ve bölgenin çıkarlarını savunup emperyalist sömürüye karşı çıkmakta. Bu bağlamda Ortadoğu’da hızlı bir kamplaşma var. ABD ve İsrail, yandaş yönetimlerle bazı ülkelerde ise yandaş muhaliflerle egemenlik alanlarını artırıp kendilerine göre aykırı sesleri kesmek istiyor. ABD-İsrail bloğuna karşı İran-Suriye ve Irak’tan oluşan bölge ülkeleri var. Küresel güçlerin amaçlarına ulaşmak için en çok başvurdukları yöntem, etnik ve mezhepsel farklılıkları körükleyip kışkırtarak çatışmalar çıkartmak. Bu nedenle de bölgede hiç yoktan düşmanlıklar yaratılmakta. Ülkemizi otuz yıldır uğraştıran terör de böylesine sömürgeci bir planın parçasıdır. O zaman şu soru akla gelebilir: Bölücü örgüt, Ortadoğu’daki saflaşmanın neresindedir? Sorunun yanıtı çok açık ve basit. Tabi ki ABD-İsrail safında. Zaten RTE de zaman zaman Esat’a “Çek, git!” diyerek safını belirlemiş durumda.

İran’la ABD restleşmeleri son günlerde yoğunlaştı. Savaşın kokusu ortalığı kaplamakta. Bu çatışmada kilit ülke Türkiye. Hükümetin rengi belli, ancak halk Müslüman ülkelerle haksız bir savaşın içine çekilmeye olumlu bakmamakta. İşte, bu noktada provakatif hareketler gündeme gelmekte. Uludere olayını bu anlattıklarımız çerçevesinde düşünmeli.

Uludere olayında en çok tartışılan istihbarat… Kimin bu istihbaratı verdiği kamuoyuyla paylaşılmadı. Anlaşılıyor ki istihbarat, büyük müttefikimizden. Zaten insansız hava araçları da onların denetiminde değil mi? Amaç, Güneydoğu’da halkla devleti karşı karşıya getirmek. Böylece de istikrarlaştırılan bir Türkiye’ye istenilen her şeyi kabul ettirmek. Bölücü örgüt, öteden beri hem bölgede hem de büyük kentlerde ayaklanma provaları yapmakta. Uludere ve benzeri olaylar, ayaklanma düşüncesinin yaşama geçirilmesi için uygun fırsatlar. Bu ayaklanmalarla bölgeyi BM müdahalesine hazırlamak. Zaten BDP sözcüleri de bunu dile getirmekteler. BM müdahalesiyle de bağımsız Kürdistan’a giden yolu açmak. Son yıllarda dış etkilerle parçalanan ülkelere bakıldığında aynı senaryonun uygulandığını hep gördük. BDP milletvekillerinden birinin “artık özerkliğin de kendilerine yetmeyeceğini” söylemesi tam da bu noktada çok ilginç.

ABD ve İsrail oturmuşlar Ortadoğu’da ikinci İsrail’i kurmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Ülkemiz içinde türlü oyunlar çeviriyorlar. Böyle bir durumda birlik olması gereken Türk halkı, her türlü bölünmenin, kutuplaşmanın girdabına sokuluyor. Ayrıca moral değerleriyle oynanarak özgüveni yok edilmekte. Ordu komutanları Silivri ve Hasdal zindanlarına gönderilmekte, tıpkı Malta sürgünleri gibi. Ömürlerini teröre karşı savaşarak geçirmiş askerlerimiz, terör örgütü üyesi olmak suçuyla tutuklanmakta. Eski bir genelkurmay başkanı Silivri’ye terör örgütü yöneticisi olarak gönderiliyorsa terör örgütünün adı nedir? Teröristlerin aklanmaya çalışıldığı bir ortamda, TSK’nın eski ve yeni komutanlarının terörist ilan edilmesi önemlidir. Amaç, TSK’nın halktan koparılması ve savaşma gücünün yok edilmesi.

Yine gündem ustalıkla değiştirildi. AKP, tam da Uludere olayında köşeye sıkışmışken İlker Başbuğ’un tutuklanması gündemi değiştiriverdi.

Ortadoğu’da savaş rüzgârlarının hızlandığı bir dönemde ordusu zayıflamış bir Türkiye büyük yaralar alır. İran-ABD çatışması önümüzdeki aylarda kaçınılmaz hale gelecek. Bu gerilim yaza kalmaz. Tüm komşularımızı saracak bir yangının bizi etkilememesi mümkün mü?

Uludere olayında köylülerin ölümüne neden olan istihbaratın kaynağı açıklanmadıkça ve o gücün ülkemizle ilgili niyetleri ortaya serilmediği sürece ulusumuzun önü açık olamaz. Bölücü örgüte her türlü desteği vererek onu cesaretlendiren küresel güce tavır alamazsak birliğimizi koruyamayız.

1919’da sömürgeciliğe karşı ayağa kalkarak dünyanın ezilen uluslarına örnek olmuş ve güneş batmayan İngiliz İmparatorluğunun çökmesini başlatmış ulusumuzun önüne tarih yeni bir fırsat çıkarmıştır. Bu, ABD’nin saldırganlığına karşı çıkmaktır. Ortadoğu’da yenilen bir ABD’nin yıkılma süreci de başlayacaktır. Eğer Türkiye, kendi geleceğini de ilgilendiren bu emperyalist oyunda ABD-İsrail ikilisinin değil de kendi halkının, komşu uluslarının yanında yer alırsa; ABD emperyalizminin çöküşü gibi bir tarihsel fırsatın da öncüsü olur.

Adil Hacıömeroğlu
6 Ocak 2012
Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 9 Ocak 2012 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.