ÖRNEK DAVRANIŞ


18 Ağustos akşamı Beşiktaş, Rusya’nın Alania takımıyla UEFA kupası ön eleme maçı oynuyor İstanbul’da. Çukurca’da on iki şehidimiz var. Ulusumuzun içi kan ağlamakta. Yüreklerimizde teröre kurban verdiğimiz kahramanlarımızın acıları. İçimiz öfke dolu.

Hain pusularda gencecik insanlarımız can veriyor. Birçok televizyon kanalında vur patlasın, çal oynasın yayınlar var. Şehitlerimizin haberleri alt yazılarlarla duyurulmakta. Haber kanallarındaki kimi yorumcular terör örgütünü masum gösterme peşinde. Bölücü örgütle nasıl diyalog kurulacağının yollarını tartışmaktalar.

Maç heyecanı dorukta. Beşiktaş golleri sıralıyor. İspanyol oyuncu Guti Hernandez ikinci golü attıktan sonra formasındaki Türk bayrağını öpüyor. Guti’nin sevincine seyirciler coşkuyla katılıyor. Ardından üçüncü gol geliyor Portekizli Almeida’dan. O da gol sonrası sevincini tribünlere asker selamı vererek gösteriyor.

Maç sonrası bu iki futbolcu, davranışlarının nedenini açıklıyor. Dikkat edilmesi gereken, televizyon ve gazetelerde terörle ilgili ahkâm kesenlere, kimi siyasetçilere, bölücü örgüte sempati besleyen bazı yurttaşlarımızın ibret alması gereken örnek davranışı açıklayan önemli sözler.

“Türkiye ve İstanbul'da yaşamaktan çok mutluyum. İstanbul'u ve Türkiye'yi çok sevdim. Türk insanı çok sıcakkanlı ve misafirperver. Türk bayrağını bu ülkeye olan sevgimi ve şehit olan askerlere saygımı göstermek için öptüm.” Bu sözler Guti’ye ait. Şehitlerimize ve bayrağımıza saygı gösteren İspanyol bir futbolcu.

“Bu ülkede yaşıyorum. Evdeki yardımcım da Türk. Askerlerin ölüm haberi beni derinden etkiledi. Böyle bir şey nasıl olur anlamak mümkün değil. Burası, ikinci evim. Hayatını kaybeden askerlerin ailelerinin acısını paylaşmak ve onlara saygımı göstermek için asker selamı verdim.” Bunlar da Portekizli Almeida’ya ait sözler.

Bu iki futbolcuya gösterdikleri insani ve vefalı davranışlarından ötürü saygı duymamak olur mu? Böylesine güzel bir davranışı görmemek, anlamamak mümkün mü?

Bir kişinin ekmek parası kazanması kutsaldır. Kişinin ekmek parası kazandığı ülkeye saygı göstermesi de temel kural. Bu ülkenin bin bir bereketinden yararlanarak her gün ülkemizin kurumlarına, tarihine küfredenlerin acaba yüzleri azıcık da olsa kızarmış mıdır bu davranışları izlediklerinde. Kısacası yedikleri çanağa pisleyenler, bu davranışların ne anlam geldiğini acaba fark ettiler mi?

Şike iddiaları karşısında ilk olumlu tepkiyi göstererek Türkiye kupasının geri verilmesi gerektiğini söyleyen ve tüm toplumsal olaylara duyarlılık gösteren “Çarşı”ya da böyle duyarlı oyuncular yakışır.

Adil Hacıömeroğlu
20 Ağustos 2011
Not: 22 Ağustos 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.


İŞSİZLİK Mİ, KÖLELİK Mİ?


Gıda, yapı marketlerine ya da büyük giyim dükkânlarına gittiğinizde kasalarda çalışanlarla müşteriler arasında sık sık tartışmaların olduğunu görürsünüz. Özellikle son yıllarda bu tartışmaların arttığını gözlemleyebilirsiniz.

Bu tartışmaların bazıları sabırsız, doyumsuz, para şımarığı kimi müşterilerin haddini, hakkını aşan isteklerinden kaynaklanmakta. Her hangi bir işyerinde çalışan kişiyi özel uşağı gibi görmekte bu zevat. Bu nedenle de incelikten, saygıdan uzak bir davranış biçimi takınmaktalar çalışanlara. Parasının, kaynağı belli olmayan ekonomik güçlerinin verdiği şımarıklıkla karşısındakine kötü davranmayı beceri ve güçlü olmak olarak algılayan yeni varsıllar, neredeyse boğaz tokluğuna çalışmakta olan tezgâhtara saygı göstermenin bir insani gereklilik olduğunun farkında değiller.

Cüzdanın gücüne göre toplumsal statünün kazanılmaya başlanıldığı ülkemizde sosyal kaynaşma da bu nedenle olamamakta. Oturulan mahalleler, yemek yenilen lokantalar, alışveriş yapılan mağazalar farklılaşmakta. İzlenen liberal politikalarla tüketime odaklı yeni bir varsıl sınıf ortaya çıktı. Bu sınıfın zenginliği genellikle iktidar olanaklarıyla beslenmekte. Yani bu servetlerde emek ve alın terinin olduğundan söz edilemez. Emeksiz gelen paralar; sömürülen, hakkı yenen, alın teriyle yaşama tutunmaya çalışanlara baskı ve gösteriş amaçlı olarak kullanılmakta.

Üretime dayanmayan, genellikle devlet olanaklarıyla zenginleşen bu yeni zümrede zevksizlik de diz boyu. Büyük mobilya mağazalarına gittiğinizde cicili bicili, bol taşlı, boncuklu oturma gruplarının çokça olduğunu görürsünüz. Zevksizlik inanılmaz boyutlarda. Her şeyin büyüğü, çoğu, gösterişlisi makbul. En büyük ev, en büyük araba (Kentlerimiz traktör diye adlandırılan ciplerden geçilmiyor.); çok para, gereksinim ötesi yüklü alışverişler, bol israf…

Tezgâhtarlarla müşteriler arasındaki anlaşmazlığın ikinci tarafına gelelim. Son yıllarda uygulanan liberal politikalarla çalışanların hakları neredeyse yok edildi. İş güvencesi sözde kalmakta. İşini beğenmeyene kapı gösterilmekte. Çünkü çalışmak için kuyrukta bekleyen on binler var. İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü bir ülkede emek de ucuzluyor. İşyerlerinin çoğunda insanlar asgari ücretle sosyal haklardan mahrum olarak çalışmakta. Bu nedenle de çalışanlar mutsuz. Daha iyi koşullarda iş bulmak için çabalamaktalar. İyi olanaklarla iş bulunduğunda hemen iş değişikliği yapılmakta. Bu durum işte uzmanlaşmayı, çalışanların işlerine odaklanmasını engellemekte. Sevilmeyen bir işte çalışmak, iş verimini düşürmekte. “Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş.” atasözü boşuna denmemiş.

Çalışanların en büyük sorunlarından birisi de çalışma sürelerinin çok fazla olması. Ülkemizde sekiz saat çalışanlar (Bunların da çoğunu memurlar ve devlette kadrolu çalışan işçiler oluşturmakta) neredeyse parmakla gösterilecek. Uzun çalışma süreleri çalışanları sosyal yaşamdan da koparmakta. Çalışma hayatı bir köleci düzeni andırmakta.

İşinde uzmanlaşamayan kişi, müşterisine sattığı ürünle ilgili doyurucu bilgi veremiyor. Müşterilerin çoğu ise hoşgörüsünü, anlayışını, sevgisini, saygısını yitirdiğinden sabırsızca karşısındakini azarlıyor. Hemen hemen her işyerinde tartışmalar, bağırtılar normal karşılanır oldu, sıradanlaştı.

Liberal uygulamalar, halkı hızla köleleştiriyor. İnsanlar köleci bir ortamda çalışmakla işsiz kalmak arasında seçim yapmaya zorlanmakta. İş bulan, iş koşullarına bakmadan durumuna şükrediyor. Örgütsüz toplumda hak aramak kimsenin gündeminde yok. Bu nedenle de toplumun ortak ekonomik kaynakları açıkça soyulurken hesap sorma yok. Yolsuzlukla büyüyen ekonomi(!) köleci bir yaşam tarzını da dayatmakta geniş kitlelere. Yolsuzluk, yoksulluğu büyütüyor. Yoksullar da yeni efendilerin lütfettiği birkaç lokmaya şükrediyor.

Adil Hacıömeroğlu
12 Ağustos 2011
Not: 15 Ağustos 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

İFTAR ÇADIRLARI

    Ramazan daha gelmeden birçok belediye iftar çadırı kurma yarışına başlamıştı bile. On bini aşkın kişinin yemek yiyebileceği, klimalı çadırlar günlerce televizyonlardan reklam edilip durdu. İstanbul’da otuz dokuz ilçe var, iftar çadırı kurmayan belediye yok sanırım. Çünkü mahalle baskısı, din üzerinden siyaset yapma anlayışı mevcut yönetimlere çadır kurmayı zorunlu kılıyor. Çadırlar siyasal propagandanın, eşe dosta “küçük de olsa” iş kapısı açmanın bir başka yolu.

     İstanbul’daki tüm iftar çadırlarının günlük kapasitelerine bakıldığında, buralarda yemek yiyenlerin sayısı yüz binleri fersah fersah geçmekte. Burada amaç; yoksula iftar sofrası hazırlamak, kentin yoğunluğu nedeniyle evine gidemeyen yurttaşa yemek yeme olanağı sağlamak değil mi? Günlerin uzun, ulaşım olanaklarının gelişmiş olduğu bir yerde, iftara zamanında yetişmek sorun olmasa gerek. Eğer bu çadırlarda iftarını açan yurttaşların hepsi yoksulsa vay oldu halimize! Yüz binlerce yoksulun sokaklarda karnını doyurduğu bir ülkede gelişmişlikten, refahtan, huzurdan, çağdaşlıktan söz edilebilir mi?

     Geçen çarşamba günü ben ve eşim, Üsküdar’a akşam yemeğine, yani iftara gittik. Üsküdar tarihi dokusu, coğrafi konumu, çarşısında satılan otantik ürünleri, mistik havasıyla bir başka güzel. İstanbul’da insan ruhuna bir şeyleri fısıldayan önemli bir yer burası. Tarihi camilerin çokluğu bir başka hava kazandırır Üsküdar’a. Bu camilerin çoğunun kadın adı taşımaları ayrı bir özellik. Buradan Avrupa yakasını seyretmenin keyfine de diyecek yok. Üsküdar’a gitmenin en çekici yanı da Boğaz vapurları. Vapurlar, Boğaziçi’nin sularında süzülen nazlı gelinler. Kuzey rüzgârlarının akşama renk kattığı, batmakta olan güneşin minarelerle dans ettiği bir kızıl akşamda vapurdan indik. Meydan hınca hınç insanla dolu. İnsanlar sıralanmış, kuyruk olmuş iftar çadırının önünde. Herkes sırada: bebek arabalarıyla bekleyen çiftler, genç âşıklar, yalnız gezginler, başörtülü kadınlar, mini etekli kızlar, güngörmüş yaşlılar (Bakıldığında çoğu kendilerine mütevazı sofralar kurabilecek görünüşte.)… Ezan okunmaya başlıyor. Minarelerden yankılanıyor sesler. Üsküdar’da ezan her zaman çok farklı gelir kulağıma. Kendimi mistik âleme daha çok gömülmüş hissederim. İftar vakti, ezan bitmek üzere, insanlar kuyrukta.

        Kalabalığın içinden zorlukla yol bularak geçiyoruz çarşı tarafına. Tarihi bir Üsküdar lokantasında yerimizi alıyoruz. Kaşık çatal sesleri arasında yemeklerimizi söylüyoruz. Türk mutfağının eşsiz lezzetleriyle keyfimiz yerinde. Yemek bitince kalkıyoruz. Karadeniz ürünleri satan çarşının yolu tutuyoruz, mıhlama malzemeleri almak için. Taze tereyağı, mısır unu ve eşsiz lezzetteki peynir… Manav dükkânları hep ilgimi çeker öteden beri. Sebze ve meyveleri bir heykeltıraş ya da ressam titizliğiyle tezgâha yerleştiren manavları hayranlıkla izlerim. Bugün manavların keyifleri yerinde olsa gerek. Tezgâhlarda bereket ve özen… Alışverişimizi yapıp yavaşça iskeleye doğru yürüyoruz. O da ne? Saat dokuz buçuk olmuş, çadırın önünde hala kuyruk var. İnsanlar iftarlarını açacaklar! Yemek dağıtılan yere doğru yaklaşıyoruz. Bardakta dağıtılan çorba bitmiş, bekleyenler yalvarmada. Pilav kalmamış, ayran var. Su bol... Çalışanlar, yorgun... Bir an önce toparlanma peşindeler, kuyruktakiler yemek. Tulumba tatlıları şerbetin içinde yüzüyor. Kimi kaşıkla, kimi elleriyle tatlıyı tepsimsi kabın bölmelerine doldurmakta. Dolu masalar boşalmakta.

     Yoksul olan/olmayan insanların beleş bir öğün yemek uğruna saatlerce beklediği kral/kralcık sofralarının olduğu bir yerde özgür iradeden söz edilebilir mi? “Nerde beleş, orda yerleş.” sözünün dillerden düşmediği bir toplumun arınması kolay mıdır acaba? Bir lokmaya muhtaç yüz binlerin olduğu kentlerde, kent rejimi diyebileceğimiz demokrasinin boy atıp gelişmesi, toplumu sarmalaması olanaklı mı?

     Yoksula yardım etmek güzel bir davranış. Yardımlar gizli olmalı, yardımı alan kişinin onurunu rencide etmemeli. Yoksulu kamuoyu önünde deşifre etmek, konu komşunun yanında küçük düşürmek insanlık dışı bir davranış. Geleneklerimizde yardımın gizliliği esastır. Boşuna dememiş atalarımız: “Bir elinin verdiğini, öbür elin görmesin.” diye. Dünyanın hiçbir yerinde yöneticiler yoksullarının artmasıyla övünmez, övünemez.

     Yoksulları doyurmakla mı, yoksa yoksulluğu ortadan kaldırdığımızda mı sevinmeliyiz. “Yoksulumuz çok olsun, ben de onları doyurayım, sevap alayım.” düşüncesini egemen kılmak ne kadar acı!

     İftar çadırlarıyla toplum dönüştürülmekte. “Muhtaç insan” tipi yaratılmakta. Krallar krallıklarını sürdürsünler, efendiler lüks içinde yaşasınlar diye.

                                                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                                                         6 Ağustos 2011

         Not: 8 Ağustos 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

         Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

GECİKMİŞ İSTİFALAR

29 Temmuz akşama doğru TSK’nın zirvesindeki dört komutanın istifa haberiyle siyasal gündem sarsıldı. AKP iktidarı süresince sürekli örselenen, baskı altında tutulmaya çalışılan ordunun ilk ciddi tepkisiydi bu istifalar. Baskılar, son haftalarda sistematik saldırılara dönüştü. Bir yandan terör örgütü dağlarda askere vururken bir yandan da yandaş medya, dünya tarihinde görülmemiş bir biçimde TSK’ya vuruyor. Hemen hemen tüm basın yayın organlarında başlatılan bir psikolojik savaşla ordu kuşatma altına alındı.

TSK’ya karşı yapılan psikolojik savaşın üç önemli ayağı var. Birincisi, orduyu terör örgütü karşısında başarısız kılmak. Bunun içindir ki verilen şehitler konusunda sürekli komuta kademelerini suçlama kampanyası başlatıldı. Buradaki asıl amaç, bir yandan suçlamalarla orduyu iş göremez hale getirmek, bir yandan da terör örgütüne psikolojik üstünlük sağlamaktır. Birçok emekli ya da muvazzaf askerin Silivri ve Hasdal’a doldurulması da bu süreci hızlandırmıştır. Çeşitli gerekçelerle tutuklanan ya da gözaltına alınan askerler nedeniyle orduyu halkın gözünde suçlu göstermek vahim bir durum. Bu yolla kamuoyu yoklamalarında en güvenilir kurum olma özelliğini sürdüren TSK’yı itibarsızlaştırma operasyonu hız kesmeden sürdürüldü. Neredeyse dağdaki eşkıya mazlum, ülkesini savunan asker zalim olacak! Bazı basın organlarının terörün nedeni olarak orduyu gösterme gayretinin nasıl da art niyetli olduğunu anlamamak mümkün mü?

“Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da TSK‘nın sürekli gündemde tutularak kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerine karşı tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır. (Koşaner’in veda mesajından)” Türk ordusunu, dünyanın birçok ordusundan ayıran en önemli özellik, milletin bağrından doğmasıdır. Bu psikolojik savaşla amaçlanan, orduyla milletin bağını koparma isteğidir. Çünkü ulusun desteğini almayan ordu ayakta kalamaz.

Psikolojik savaşın ikinci ayağı, küresel destekli ılımlı İslamcı anlayışın Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesini bitirme isteğidir. Kuvvetler ayrımını yok ederek otokratik bir yönetim kuran iktidar, ordu engelinden de kurtulmak istemekte. Çağdaşlığın, modernleşmenin, dünyadaki ilk antiemperyalist mücadelenin bayraktarı olan TSK’yı tarihsel bir rövanş isteğiyle etkisizleştirmek düşüncesindeler. Böylelikle cumhuriyet çınarının önemli bir kökünü de koparmaya çalışıyorlar. 1919’la başlayan kurtuluş ve kuruluş sürecini kaybeden, yenilen kutsal ittifakın cumhuriyetçi güçlerden intikam alma hırsıdır asıl amaç.

TSK’ya karşı psikolojik savaşın üçüncü ayağı ise hükümet güdümlü bir ordu oluşturmaktır. ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirmeye çalıştığı günümüzde, küresel emperyalizmin isteklerine boyun eğen bir ordu yeğlenmekte. Gerektiğinde emperyalist çıkarlar uğruna kardeş ülkelere karşı kullanılabilecek bir silahlı güçten yana günümüz egemenleri.

Orgeneral Işık Koşaner’in veda mesajı anlamlıdır ve bir TSK komutanına yakışır bir açıklamadır. “Şu anda yüz yetmiş üçü muvazzaf, yetmiş yedisi emekli olmak üzere iki yüz elli general-amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş, hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu bulunmaktadır. Tutuklamaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek, birçok hukukçunun da ifade ettiği gibi, mümkün değildir. Bu durum, birçok defa yetkili makamlara iletilmesine, anlatılmasına ve takip edilmesine rağmen soruna yasal çerçevede bir çözüm bulunması mümkün olmamıştır. Haklarında henüz hiç bir kesin yargı kararı olmamasına rağmen tutuklu bulunan 14 general-amiral ile 58 albay, hürriyetlerinin tehdit edilmesinin yanı sıra mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askeri Şura‘da değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmıştır.” Veda mesajındaki bu sözler, hem yürürlükte olan hukuk sisteminin haklı bir eleştirisi hem de adaletsizliğe karşı bir isyandır. Daha önceki genelkurmay başkanlarının yapması gereken gecikmiş bir karşı çıkış ve direniştir. Koşaner’in bu açıklaması, asker arkadaşlığının namus olduğu bir orduda kendi mensuplarına sahip çıkmanın onurlu tavrıdır. Hem de yirmi iki asker hakkında tutuklama kararının çıktığı bir günde olması, tarihsel bir anlam katmıştır istifalara. Akıl almaz suçlamalarla ordu mensupları hapse atılırken ordu komutanlarının buna sessiz kalmaları anlaşılamaz, kabul edilemez bir durumdu.

Yüz yıllardır savaş meydanlarında yenilmeyen orduyu, tek bir mermi atmadan teslim almak istemekte küresel oyuncular. Bu istifalarla oyun bozulmuştur. Ordu, kendisine yapılan saldırıya karşı komutanları nezdinde karşı çıkarak direnç göstermiştir. Aynı direnci Türk Ulusu’nun da göstermesi gerekir. Ülkemiz üzerinde oynanmakta olan emperyalist oyunları boşa çıkardığımızda hem biz hem de tüm bölge halkları rahat bir nefes alacaktır.

Böylesine anlamlı bir tarihsel kararı verdikleri için Sayın Koşaner’i, Sayın Ceylanoğlu’nu, Sayın Yiğit’i ve Sayın Aksay’ı kutluyorum. İstifalarla ülkemizde yeni bir süreç başlamıştır. Bu süreç, BOP hesaplarının tersyüz olacağı bir dönemin başlangıcı olabilir.

Adil Hacıömeroğlu
30 Temmuz 2011
Not: 1 Ağustos 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlamıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.