PARATONER

       Emekli milletvekillerinin “durumlarının düzeltilmesi” bir gece yarısı operasyonuyla yasalaştı. Hem de Fransa meclisinde “soykırımı inkâr” yasasının çıktığı bir anda. TBMM’nin emekli milletvekillerinin maaşlarını düzenleyen kararı, kamuoyunda büyük tepkilere neden oldu.

    TBMM’nin milletvekillerinin aylıklarına yönelik düzenlemeleri, halkın siyasetçiye olan güvenini sarsmakta. Yalnız kendi geleceğini kurtaran, halkın dertlerini çözemeyen, ülkenin dağ gibi sorunları karşısında duyarsız kalan politikacı tipi halkın güvenini yitirmekten başka ne işe yarar? Ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun yoksulluk içinde debelendiği, insanların kredi kartları aracılığıyla bankalarca rehin tutulduğu, asgari ücretin vergilendirildiği, depremzedelerin yazlık çadırlarda yaşam savaşımı verdiği, büyük kentlerde bazı yurttaşlarımızın çöpten ekmek toplayarak karnını doyurduğu, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü, emeklilerin üç kuruş maaş için banka kuyruklarında can çekiştiği, sağlık sisteminin çöktüğü bir ülkede ayrıcalıklı bir siyasetçi sınıfının ortaya çıkması demokrasimiz için de ülke bütünlüğü açısından da son derece tehlikelidir. Bu, otokratik yönetimin yerleşmesi anlamındadır. Dünyanın bütün diktatörlüklerinde halk yoksullaşırken yöneticiler varsıllaşır. Ülkemizde de benzer bir durum yaratılmakta. Milleti temsil için cüzdana değil, vicdana gerek var.

      Emekli olsun ya da olmasın milletvekillerine ekonomik anlamda olanak sağlamak, iyi olan durumlarını daha da iyileştirmek için hiçbir gerekçe, bahane bu duruma haklılık kazandırmaz. Öncelikle şu bilinmelidir ki milletvekilliği bir meslek değil, gönüllü ve geçici yapılan bir iştir. Milletvekilliğinin dolayısıyla da siyasetin meslek olarak düşünülmesi, algılanması yanlıştır. Ancak diktatörler, krallar, padişahlar ölünceye kadar bulundukları görevde kalırlar; çünkü onların “mesleği” budur. Milletvekilliğini, ilk kez ayrıcalıklı duruma getiren Özal’dır. Yani 24 Ocak kararlarını alan ve 12 Eylül hükümetlerinde bakanlık, sonrasında ise iktidar olan kişi. “Kıyak emeklilik” adı verilen düzenlemeyle siyasetçiyi ayrıcalıklı kılmıştır. Bu yasanın yüksek yargıdan geri dönmemesi için de üst düzey mahkeme üyelerine de benzer olanaklar sağlanmıştı o dönemde. Bir nevi mahkemeye “rüşvet” verilmişti siyaset makamınca o zaman. Yine Özal döneminde de bugünküne benzer gerekçeler öne sürülmüştü. Şimdi milletvekillerinin kendilerini haklı gösteren gerekçelerine bir göz atalım.


     Milletvekilliği süresince kendini geliştirecek, üretken, yaratıcı çalışmalardan uzak kalıyorlar. Ne anılarını yazan var, ne de siyasetle ilgili fikir üreten. Basılı yapıtı olan vekil sayısı yok denecek kadar az. Görüşüne, düşüncesine, aklına başvurulacak, deneyimlerinden yararlanılacak kişide çok az. Siyasal ömrünü liderlerin varlığına adamış siyasetçi tipi maalesef politikamıza egemen. Böyle olunca da yaratıcılık, üretkenlik olmuyor. Yaratıcılık, üretkenlik bağımsız ve özgür kişilik ister. Ayrıca okuyup araştırmak ve düşünsel altyapı, bilgi birikimi gerektirir. Acaba TBMM’de halkımızın soluk almadan dinleyeceği, dinlemekten zevk alacağı kaç kişi var?

    Milletvekillerine üstün ekonomik olanaklar sağlamadaki bir diğer bahane de şu: Eğer vekilleri doyurursak haksız kazanç elde etmezler. Hangi koşulda olursa olsun dürüst kalmayı, erdemli olmayı başaramayan bir kişinin halkı temsil etmesi, ülke çıkarlarını savunabilmesi düşünülebilir mi? Paranın gücüne teslim olan, erdemsiz birini doyurmak olanaklı mı? Verdikçe daha çok ister, doymak bilmez. TBMM doymak için değil halkı doyurmak için bulunulan yerdir.

       Milletvekillerine ayrıcalık yaratmanın bir başka gerekçesi de gelen ve gidenlerinin çok olması. Yani Ankara’ya gelen seçmenin masrafları… Milletvekilinin görevi iş takipçiliği değil, yasama görevidir. İş takip etmek, torpil bulmak, devlet olanaklarını kendi çıkarı için kullanmak amacıyla Ankara’ya gelenlere teşrifatçılık yapmak milletvekillerinin görevleri arasında yoktur. Asıl görevi, devlet uygulamalarında torpili, kayırmacılığı, ayrıcalığı yok etmek; yurttaşların eşit olarak tüm olanaklardan yararlanmasını sağlamaktır. Devleti yöneten yasalardır, yoksa yandaşların korunması anlayışı değil. Milletvekilleri yandaşın işini takip etmekle anayasanın eşitlik ilkesini ihlal etmekteler, bu da suçtur. Bir de toplum olarak bazı alışkanlıklarımızdan kurtulmalıyız. Ziyarete gittiğimiz her kişinin bize bir şeyler ısmarlamasını beklemek, ona maddi külfetler yüklemektir. Bir kap yemek, bir bardak çayı beleşe getirmenin kişiye bir yararı yok. Hak etmediğimiz şeylere sahip olma arzusu buradan başlamakta.

       Milletvekilleri seçilmeden önce hangi koşullarda görev yapacaklarını bilmekteler. Üstelik bu göreve de zorla getirilmiş değiller, aksine partilerinin listelerine girmek için can attılar. Kimisi neredeyse genel merkezlerin önüne kamp kurdu. Kimi de genel başkanların ve etkili genel merkez yöneticilerinin önünde kırk takla atmadılar mı? (Bilgi, görgü, birikim ve deneyimiyle bulunduğu yeri hak eden çok az sayıdaki milletvekilini bunun dışında tutmak gerek.)

      Öteden beri AKP iktidarının toplumda kastlar oluşturma eğilimi görülmektedir. Yandaşı iktidar nimetlerinden yararlandırmak için yapılagelenler herkesçe bilinmekte. Seçilemeyen eski vekillere bakan yardımcılığı vermek, yine bazılarını KİT yönetimlerine getirmek gibi çalışmalara hep tanık olduk. Yandaşa ballı börek sunmak eskiden beri sağ iktidarların yaptığı bir iş. Devlet kesesinden zengin yaratma anlayışı ülkemiz demokrasisinin önemli bir kamburu. Bu doğrultuda AKP’nin emekli vekillerin durumunu düzeltecek(!) bir yasa çıkarmayı düşünmesi hiç de şaşırtıcı değil. Halkın bu konuya tepkisinin şiddetli olacağını bildiklerinden diğer partileri de suç ortağı yaptılar kendilerine.

      Hele ki yasa teklifinde iki CHP’linin imzasının olması hiçbir gerekçeyle açıklanamaz. Vekilin biri, imzasının arkasında dururken diğerinin ise imzasının parti yönetimince attırıldığını söylemesi ilginç. Bir vekil, ulusun aleyhine bir karara hangi nedenle olursa olsun imza atmamalı. Tam da AKP’nin sıkışacağı, halk nezdinde mahkûm edileceği bir konuda CHP’de imza tartışmasının başlaması kime yaradı dersiniz? CHP yöneticileri en küçük krizleri bile yönetemeyip büyük bunalımlara dönüştürme konusunda mahir. Bu yasa genel kurulda görüşülürken gönül isterdi ki CHP sözcüleri kürsüye çıkıp eleştirsin. Yine oylamada “Hayır!” oylarını göğüslerini gere gere versinler. CHP’nin halkla bütünleşmesi bu tür konularda yapacağı kararlı muhalefetle olur.

   CHP paratoner gibi bunalımları üzerine çekiyor. Bu da siyasal bilinç eksikliğinden, ideolojik bulanıklıktan kaynaklanmakta. Partideki düşünsel bulanıklık, siyasal yanlışları tetiklemekte.

      Milletvekillerinin emekliliğini düzenleyen yasa Cumhurbaşkanınca TBMM’ye geri gönderildi. Burada ince bir taktik var. Gül’e, halkın haklarını savunan lider imajı verilmek istenmekte. Son günlerde Meclis’in yanlışlarını düzelten adam konumundaymış gibi görünmesi 2014 hesapları içindir. Muhalefetin bu konuda dikkatli olması, bu oyunu bozması gerek. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmamalı.

Adil Hacıömeroğlu
29 Aralık 2011
Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 2 Ocak 2012 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

GÜBRE KOKULU KADINLAR

   Dersim isyanı, Ermeni tehciri söz konusu olunca televizyon ekranlarını işgal eden zevat, olayları yaşayan büyüklerinden dinlediklerini söyledikleri birçok acıklı öykü anlatmaktalar. Bizler de işgal yıllarına ait göç anılarındaki eziyetleri, hüzünleri, ayrılıkları, ölümleri dinleyerek büyüdük. Ulusumuzun tarihi, başta savaşların neden olduğu iç ve dış göçlerle doludur. Göçlerde insanlarımız denklerinde acı, üzüntü ve ölümleri taşıdılar hep.

    Doğduğum, çocukluğumu ve gençliğimin önemli bir bölümünü yaşadığım, fırsat buldukça da havasını solumaktan keyif aldığım memleketim Of, 15 Mart 1916’da Ruslarca işgal edildi. Ofluların işgale karşı direnişleri ve yarattıkları destanlar ayrı bir yazı konusu. Burada anlatacaklarımız işgal yıllarıyla ilgili.

     Rusların Of ve çevresini işgal etmesinden sonra halk, işgalcilerin olumsuz davranış ve tazyikleriyle karşılaşmamak için batıya doğru göç etmek zorunda kalmış. Eli silah tutan erkeklerin büyük bölümü, işgale karşı direnmek için göçe katılmamış. Yaşlı erkekler, kadınlar, çocuklar ve göç kafilelerini korumak için çok az sayıda genç; yükte hafif, pahada ağır eşyalarını yüklenerek yollara düştüler. Bu göçe halk, “muhacirlik” adını verir. “Muhacirlik”, iki yolla yapıldı: Birincisi deniz yoluyla Karadeniz’e özgü takalarla; ikincisi ise yolsuz, izsiz dağları, tepeleri aşarak karadan. Denizden gidenlerin büyük çoğunluğu Rus savaş gemilerinin bombardımanı ya da Karadeniz’in azgın dalgalarına yenik düşerek yaşamlarını yitirdiler.

        Karadan yayan yapıldak yollara düşenlerin durumları ise daha zordu. Göç edenler, kendileri için çok gerekli buldukları eşyalarını sepetlere koyarak ve yanlarına hayvanlarını da alarak evlerini, köylerini, topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Sabah ezanıyla başlayan yürüyüşleri akşam ezanıyla sona ermekteydi. Saatlerce aç, susuz yürümek zorunda kalan kafilelerde yer alanlar yorgunlukları arttıkça sırtlarındaki yükleri taşıyamaz durumdaydılar. Yorgunluk arttıkça sırttaki yükler de ağırlaşmaktaydı. Yüklerinin ağırlığını hafifletmek için sepetlerinin içinden işlerine en az yarayabilecek bir eşyayı yolun kenarına bırakırlardı. Arkadan gelenler, yol kenarına bırakılmış eşyayı, işine yarar diye sepetine atar, bir süre sonra ağırlaşan yükü hafifletmek için o da bulduğuyla birlikte sepetinden birkaç parça eşyadan kurtulmak zorunda kalırdı. Bu durum kilometrelerce süren göç kervanlarında tekrarlanırdı. Kıtlık, sefalet, savaş dönemlerinde en küçük eşyanın, bir iğnenin bile ne kadar değerli ve gerekli olduğunu ancak yaşayanlar bilir.

      Karadan yürüyenler; açlığa, yoksulluğa, zorlu doğa koşullarına, zaman zaman Rus savaş gemilerinin ateşine karşı yolarına devam ettiler. Ancak onları yollarda bekleyen asıl tehlike çetelerdi. Rum, Ermeni ve az da olsa asker kaçağı Türklerden oluşmaktaydı bu çeteler. Bunlar cana, mala kastettikleri gibi kadınların namuslarına da el uzatmaktaydılar. Savaşların en acı, üzücü ve onur kırıcı yönü kadınlara yapılan tecavüzlerdir. Göç eden kadınlar, çetelerin tecavüzünden kurtulmak için taze inek gübresini yüzlerine, vücutlarına sürerek kendilerince önlemler alırlardı. Gübrenin pis kokusunun, çetecilerin hayvanca cinsel şehvetini, şiddetini durduracağı düşünülürdü. Yollarda çekilen bunca eziyete karşın bir de gübre kokusu… Günlerce gübre kokusuyla yürümek, nasıl bir işkencedir acaba?

     “Muhacirlik” sırasında çekilen sıkıntıları, olayları bu göçe katılmış babaannemden dinledim yıllarca. Yalnızca ondan mı? Tabi ki hayır! Savaş yıllarını yaşamış çevremizdeki her kişiden gözyaşları içinde yaşadıklarını anlatmalarına hep tanık oldum. Bu göç sırasında çetelerce katledilenlerin hikâyeleri savaşın vahşetinin en berbat yüzü. Sivil insanların, işgal güçlerinden cesaret ve destek alan çetelerce katledilmesi, kadınların tecavüze uğraması hangi hukukla açıklanabilir?

    “Muhacirlik”, Rus işgalinin bitmesiyle sona erdi. Genellikle Samsun ve çevresine gidenlerin bir bölümü, birkaç yıl sonra topraklarına geri döndüler. Dönen ailelerin hemen hepsi ailelerinin, yüreklerinin bir parçalarını yollarda bıraktılar. Dönemeyenlerin büyük çoğunluğunun mezarları dahi belli değil. Muhacirlerin bazıları ise gittikleri yerlere yerleştiler. Bu olay sonucunda parçalanan aileler hiçbir zaman bir araya gelmedi. Yollarda çete kurşunları, açlık ve salgın hastalıklardan ölenlerin sayısı meçhul. Savaşın ölüme sürüklediği bu kişiler için bir tek anıt bile yok!

    “Muhacirlik”, Doğu Karadeniz’de milattır. Doğum, ölüm, evlenme, sel, heyelan gibi olaylar anlatılırken söze hep “muhacirlikten önce ya da sonra” diye başlanırdı.

      Savaşların sıkça yaşandığı coğrafyalarda üzüntü ve acı dolu birçok hikâye var. “Muhacirlik” anılarını dinlediğim büyüklerimin hiçbirinde kin, intikam ve biz çocukları, gençleri kışkırtıcılık yoktu. Önemli olan bu hikâyeleri intikam yeminlerine, araçlarına döndürmemek değil mi?

Adil Hacıömeroğlu
26 Aralık 2011
Twitter.com@AdilHaciomeroğl
Not: 28 Aralık 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

TARİHİMİZLE YÜZLEŞİYORUZ(?)

Son yılların en moda sözü, “Tarihimizle yüzleşiyoruz!”dur. Bu basmakalıp sözü kullanmayanlar neredeyse adam ve aydın yerine konulmamakta. Öyle bir yüzleşme ki tarihimizde bizi birleştiren ne kadar değerimiz varsa ayaklar altına alınmakta. İşte, tam da bu karmaşa içinde Fransa parlamentosu, “soykırımı inkâr” yasasını kabul etti. Yani anlayacağınız Fransızlar, bizi tarihimizle yüzleştirdi!

Dünün sömürgecileri, bugünün boynu bükük emperyalistleri kendi sömürülerini, kan emiciliklerini, ayıplarını, katliamlarını unutturmak; 1919’da çöken hayallerini canlandırıp uygulamak için büyük bir çaba içindeler. Peki, her akşam ekranlarda, her gün gazetelerde, yine her türlü uluslararası platformda ulusumuzu Ermeni, Kürt, Süryani, Pontus Rum’u katliamcısı ilan eden politikacılara, gazetecilere, yazarlara, sözde bilim adamlarına ne demeli? Buradaki ortak amaç; tarih bilinci zayıf bir toplum oluşturmak; kendinden, tarihinden utanan, hatta nefret eden bir halk yaratmak. Böylece de tarihi şan, şeref ve utkuyla dolu bir ulusun özgüvenini yok etmek.

RTE’nin hüzünlü bir eda takınarak Cumhuriyet kurucularımızı Dersim katliamcısı ilan ettiği konuşması hala kulaklarımızda çınlamakta. Bir ülkenin başbakanı, bakanı, milletvekili; atalarını sorumsuzca “katliamcı” ilan ederse elin oğlu daha beterini yapmaz mı? Cumhuriyetten, Cumhuriyet’in kurucularından intikam almak ve kimi iç-dış çevrelere şirin görünmek amacıyla sorumsuzca tartışmaları başlatmak, Fransız meclisinin yaptığıyla aynı şey değil mi?

“Ermeni ve Kürtleri kestik.” diyerek abartılı sayılar veren, daha sonra da bu söylemleriyle Nobel ödülü alan yazarı, devletin yüce orunlarında ağırlayarak Fransa meclisindeki saçmalık engellenebilir mi?

Daha dün Libya’da Kaddafi’yi devirmek için Fransa ile kol kola, Sarkozy’nin önderlik ettiği bir emperyalist saldırganlığı destekleyen AKP hükümeti değil miydi? Her gün Suriye karşıtı açıklamalar kimlere hizmet ediyor? Uluslararası planda Fransa’nın ön aldığı bir blokla hareket edeceksin, ondan sonra da “inkâr yasasını” durdurmak için çalıştığını kamuoyuna yutturacaksın, öyle mi? Dün o Fransa’nın emperyalist hayallerini tarihin çöplüğüne atmış Atatürk’ü katliamcı ilan etmenizden en çok kim sevinmiştir, düşündünüz mü hiç? Biz söyleyelim: Tabi ki Fransa ve diğer sömürgeciler… Siz katliamcı dediniz Türk ulusuna, onlar soykırımcı diyorlar. Arada bir fark var mı?

Efendim, Sarkozy Gül’ün telefonuna çıkmamış. Hani arkadaşınız, dostunuzdu Sarkozy, çat kapı ziyaretlerde bulunuyordunuz? Atatürk’ün orununda oturan bir kişi, tarihe bakar, birkaç sayfa okur da kurucu cumhurbaşkanımızın nasıl bir devlet adamı olduğunu öğrenir. Bugün telefonlara çıkmayanların nasıl eğilip büküldüklerini anlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden bir kişinin telefonuna çıkmamak gibi bir densizlik kimin haddine! Demek ki sizler bu devleti, bu ulusu temsil edemiyorsunuz. Aslanlardan oluşan bir ulusu, ceylanlar temsil edip yönetemez.

AKP hükümetinin bir bakanı, “Ekonomik yaptırımlar uygulayacak mıyız?” diye soran gazeteciye: “Hayır, gümrük birliği üyesiyiz, uygulayamayız.” diyor. Şu çaresizliğe, teslimiyete bakın! Çıkarsınız gümrük birliğinden olur, biter. Zaten ne yararı var ki halkımıza? Çıkınca da adam gibi topraklarımızı ekip biçeriz. Pancarın, pirincin, tütünün, fındığın, pamuğun, ayçiçeğinin… Nerede, ne kadar yetişeceğini kimseye sormayız.

Ülkemize demokrasi dersi verenlere bakın, “Soykırım yapılmamıştır!” diyenlere hapis ve para cezası veriyorlar. Düşünce özgürlüğü nerde kaldı? Ben, senin düşünceni kabul etmek zorunda mıyım?

Fransa’daki “inkâr yasası” ilk midir? Hayır. İlk rezalet önce İsviçre’de başladı. Bu konuda kamuoyumuzda en sert, cesur ve akılcı tepkiyi Doğu Perinçek ve Talat Paşa Komitesi gösterdi. Perinçek’in İsviçre mahkemelerinde yargılanması bir insanlık ve demokrasi ayıbıdır. Böylesine saçma sapan bir yasayı Avrupa nezdinde mahkûm etmek için olağanüstü bir mücadele verildi. Perinçek’in İsviçre’ye karşı gösterdiği eylemsel davranış, ülkemizin çeşitli kesimlerini de birleştirdi. Farklı düşünceden kişiler Perinçek’e destek için Avrupa yollarına düştü. Bayraklarımızla ve Atatürk posterleriyle yürüyen yurtseverlerin İsviçre’ye başkaldırısı gurur vericiydi.

Ama biz ne yaptık? Perinçek’i ve Talat Paşa Komitesi’nin üyelerinin birçoğunu Silivri’ye hapsettik, seslerini kıstık. Onların Avrupa’ya önemli bir insanlık, vicdan ve demokrasi dersi vermelerini geciktirdik. Onları susturmaya çalışırken “Şişli’deki Talat Paşa İlköğretim Okulu’nun adı değiştirilsin.” diyenlere ise ekranları sonuna kadar açtık. “Soykırım yapılmıştır.” diyenler, hem de “inkâr yasası”nın görüşüldüğü gün beyin yıkamayı sürdürdüler “demokratik(!) ekranlarda. Bir bilim adamı sorumluluğu ve özeniyle Rusya’dan nerdeyse çuvallar dolusu belgeyle gelen Mehmet Perinçek’i Silivri’ye hapsetmek kimlerin çıkarına olmuştur? Amaç, Rus belgelerinin Türk ve dünya kamuoyunda tartışılmasını engellemekti. Böylece de halkımızın ve dünyanın gerçekleri öğrenme hakkı engellenmiş oldu.

Hamasi söylevlerle haksızlıkları engellemek olanaksızdır. Ülkemizin hukuku, ulusumuzun hakkı “gaz alma” konuşmalarıyla savunulamaz. Şimdi burada ceylan derisi koltuklarda uyuklayan siyasetçilere, ekranlarda, gazete köşelerinde demokrasi(?) dersleri veren aydınlara(!), bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olup bilim adamı görüntüsüyle Türk Ulusu’nu katliamcı ilan edenlere sesleniyorum. “İnkâr yasası” Sarkozy tarafından onaylandıktan sonra gelin hep birlikte Paris’e gidelim, “Soykırım yoktur!” diye bağıralım. Fransa’nın bu düşünce yasağı ayıbını mahkûm edelim, ne dersiniz? Var mı içinizde biraz cesareti, yüreği, ulusu için özverisi, yurtseverliği olan?

Adil Hacıömeroğlu
22 Aralık 2011
twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 26 Aralık 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

TRABZONSPOR NEDEN HEDEFTE?

Futbola ilgisiz değilim. Milyonlarca insanın peşinden koştuğu bazı ülkelerde hükümetlerin değişmesine neden olan, ekonomik büyüklüğü dudak uçuklatan bir spor dalını yok saymak yanlış olur. Bu nedenle de fırsat buldukça futbol maçlarını izlerim. Eğer koşullar uygunsa tribünde olmayı yeğlerim. Yoksa televizyondan izlerim maçları, tabi hepsini değil. Yaşamımda büyük yer tutmasına izin vermem futbolun.

Dün Fenerbahçe-Trabzonspor maçını izlemek için televizyon karşısında yerimi aldım. Neden televizyonda tribünlerde değil? Çünkü son yıllarda maçlar savaş havasında. Sanki ev sahibi takımı tutmayanlar kanlı bıçaklı düşmanlar. Spor, yarışma olmaktan çıkıp savaşa dönüştü nedense. Hiçbir toplumsal, kişisel sorununu çözemeyen yurttaşlarımız karşı takıma saldırıp küfrettiğinde, vurup kırdığında her şeyin hallolduğunu sanıyor. Sporda şiddeti çözemeyen devletimizin sorumlu sorumsuzları, çareyi tribünleri tek renkli yapmakta buldu. Zaten ülkemiz de tek renkli, tek sesli değil mi? İktidarı eleştirenler, farklı düşünenler hapislere tıkılmıyorlar mı?

Neyse sözü fazla uzatmadan maça dönelim. Maç küfürler arasında başladı. Binlerce kişinin bir takım nezdinde bir kente küfretmesi nasıl bir anlayıştır? Topluca küfretmek; hangi tinsel, sosyal hastalıkların dışavurumudur?

Trabzonspor golü yedi, ancak oyundan kopmadı. Maçın yirmi yedinci dakikasında sarı kartlı Gökhan Gönül, Trabzonlu Aykut’un kasığına tekmeyi yapıştırıyor. Bu hareket ceza gerektirir. Direk kırmızı ya da ikinci sarı. Sonuçta Fener on kişi kalacak. Ama o da ne? Hakem görmüyor tekmeyi. Görse maçın altmış üç dakikasını eksik oynayacak ev sahibi takım. Tabi ki işi zor. “Kara” gömleklinin imdat ipi, Fener’i kurtarıyor.

İkici yarı başlıyor. Trabzonspor başa baş mücadele ediyor. Atakları tehlikeli olmaya başlıyor. Tam da bu sırada yine “kara” gömlekli adam ortaya çıkıyor ve Aykut oyundan atılıyor. Fenerbahçeli Gökhan Gönül, kendisine faul yapılmadığını ve Aykut’a kırmızı kartın haksızlık olduğunu hakeme anlatmaya çalışıyor birkaç kez. Hem diliyle hem el, kol işaretiyle. Hakem görmüyor, işitmiyor. Gökhan’ı takım arkadaşı Mehmet Topuz çekip götürüyor hakemin yanından hem de ağzını kapatarak. Gerçek anlaşılmasın diye. Gökhan’ın vicdanı, ne olursa olsun kazan anlayışına yenik düşüyor. Yemyeşil çimlerde yitip gidiyor. Bir kez daha cüzdanlar, vicdanlara galip geliyor.

Son üç haftada İstanbul’un üç büyükleriyle art arda oynadı Trabzonspor. Üç maçı da on kişi tamamlayıp yenildi Anadolu Aslanı. Birileri sanki bir efsaneyi yok etmek için kolları sıvamış gibi. Neden acaba?

Bu sorunun yanıtı için biraz eskilere gitmeli. Birinci lige çıkan Trabzonspor, ikinci yılında şampiyon oldu. Bu bir Anadolu isyanıydı. Paranın, metropolün, gücün, yerleşik despotizmin egemenliğine bir isyandı bu. Amatör ruhun bu başarısı altı kez tekrarlandı. Kadrosunda yabancı futbolcu olmadan, hatta nerdeyse takımın tamamına yakını alt yapından yetişmiş Trabzonlu uşaklardan oluşmuştu efsane takım. Takımın büyük çoğunluğu üniversiteliydi. Eğitim düzeyi bakımından da alışılmamış bir durumdu bu. Futbol tarihimizde bu kadar çok yüksek öğrenimli gencin buluştuğu bir takım bundan sonra da kurulmaz sanırım.

Trabzonspor efsanesi yalnızca takımın oluşumundan mı ibaretti? Tabi ki hayır! Küçük, ama tarihi bu kentte o yıllarda dört tiyatro perde açıyordu. Kültür, sanat yaşamı da futbolu kadar canlıydı. O yıllar solun, muhalefetin, demokrasinin, örgütlenme özgürlüğünün yükseldiği dönemdi. Grevlerin çok, lokavtların az olduğu; çayın, fındığın para ettiği zamanlardı o zamanlar. İşte tam da bu koşullarda Trabzon kenti İstanbul dukalığına baş kaldırmıştı. Eskişehir’in, Göztepe’nin başarıya ulaşmamış Anadolu isyanının tamamlanmasıydı bu.

Az kalsın unutacaktım. O dönemde Trabzonspor’un başkan ve yöneticileri sermayedarlardan değil, futbol âşıklarından oluşmaktaydı. Çay ve fındık üreticilerinin küçük bağışlarıyla yürürdü mali işler. Yani halkın kulübüydü Trabzonspor. Halk parasıyla, emeğiyle, alın teriyle, ruhuyla sahipleniyordu takımını. Böylece de başarı geliyordu. Anadolu’nun tüm kentlerinin bordo maviye boyandığı yıllardı o zamanlar. Çünkü ezilenin ezene, emeğin sermayeye üstünlüğünün rengiydi bordo mavi.

Neden mi Trabzonspor hedefte? Halkın katılımıyla yaratılmış bir modeldir o. Tek boyutlu bir siyasal düzende yaşama hakkı, olanağı var mıdır acaba?

Adil Hacıömeroğlu
19 Aralık 2011
Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 21 Aralık 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

SOLUCANLI ZEMİN ETÜDÜ

Günümüz yapıları deprem, sel, heyelan gibi doğal olaylarla kolayca yıkılmakta. Bazı binaların çökmesi için doğa olayına bile gerek yok. Durup dururken kaşla göz arasında çökmekteler. Ne yazık ki her çöken yapının yapsatçısı, işin içinden sıyrılmak için kendince gerekçeler üretmekte. Olan canını ve malını yitiren yurttaşa oluyor sonunda.

Çocukluğumdan beri eski yapılara ilgi duyarım. Az da olsa tarihsel özelliği olan bir yapının yıkılması, yakılması, ortadan kaldırılması beni hüzünlendirir. Çünkü o yapıyla birlikte anılar, hayaller ve geçmişle geleceğin köprüsü de yok olmuş olur.

Günümüzün gelişmiş teknik olanaklarıyla yapılıp da ayakta duramayan binalara karşın yüzyıllara meydan okuyan eski yapıların dimdik ayakta durması çok ilginç. Mühendislik yok. Malzeme yetersiz. Gelişmiş teknik araçlar, makineler keşfedilmemiş bile. Bütün bu yoksunluklara karşın olağanüstü dayanıklılıkta yapıtlar ortaya çıkarılmaktaydı.

Bir yapının sağlam olması, öncelikle seçilen arsanın niteliğiyle başlar. Anadolu’nun neresine giderseniz gidin, köyler, kasabalar genellikle dağ eteklerinde kayaların üzerindedir. Bazıları kartal yuvalarını andırır. Günümüz insanı doğaya teslim olan yapıları, öncelikle bu düzeni değiştirerek yaptı. Dağ yerine ovalar, vadiler, su yatakları tercih edilir oldu. Adeta felakete davetiye çıkarıldı.

Tam da burada çocukluğumdan kalan bir gözlemimi paylaşmak isterim. Karadeniz Bölgemiz özellikle sel, çığ, heyelan gibi doğa olaylarının oldukça zararlı olduğu yöremizdir. Hele Doğu’ya gidildikçe yağışların artması işi daha da zorlaştırır. Genç kaya sistemi ise heyelanların bir başka nedenidir.

Evler genellikle iki katlıdır. Alt kat ahır olarak kullanılır, üstte de insanlar yaşar. Eğimli, yağışlı arazideki evler, büyük bir özen gerektirmektedir.

İşe önce arsanın seçimiyle başlanırdı. Köyün bilge adamları (ihtiyarları) toplanır, ev yapılacak araziyi incelerlerdi. İçlerinden biri eline bir çubuk alır, toprağı eşeler, bir şeyler ararmış gibi yanındakiler de dikkat kesilirdi. Eğer bu incelemelerde çubukla eşilen yerden solucan çıkarsa burası beğenilmezdi. Çünkü solucan gevşek toprakta yaşar. Doğaldır ki solucanlar orada tek başlarına yaşamazlardı. Hem onların beslendikleri hem de onlarla beslenenlerin yaşadığı yerdi buralar. Halkın “bol toprak” diye tabir ettiği böyle bir yere, ev yapılamazdı. Yapılan ev, olasıdır ki kuvvetli bir yağmurda kayıverirdi. İhtiyar heyeti, ellerindeki çubukla toprağı eşeleme işini sürdürür ve solucanların yaşamadığı, yuvalanmadığı sert kayalık bir yeri belirleyince rahat bir nefes alırlardı. Yanlarındaki birkaç gence direktifler verilir. Yeteri kadar küçük kazıklar, ince bir ip bulunur. Adımlama yoluyla inşaatın yapılacağı alan ölçülüp kazıklar çakılır, kazıklara ipler bağlanarak sınırlar belirlenirdi. Artık, evin temeli atılabilirdi.

Yüz yıllardır Anadolu halkı kendince bir zemin etüdü yaparak arsaları seçmekteydi. Basit bir toprak ve doğa gözlemiyle doğru yeri belirlemekteydiler. Birçok kuşak, aynı evde yaşlanmışsa bundandır. Yüz yılı aşan konutlar, ülkemiz coğrafyasında doğaya, her türlü yoksunluğa meydan okuyorsa bilgece bir gözlem nedeniyledir. Çünkü o insanlar, o evleri yalnızca yaşamak için yapmaktaydılar. Başlarına sokacak bir yuvaydı onlar için buralar. Onun içindi ki evlerin her malzemesi adeta bir sanat yapıtı gibi işlenir, süslenirdi. Her evin avlusunda dut, armut, kiraz, erik, elma, incir vazgeçilmez meyvelerdi. Evlerle yaşıt ağaçlar mutluluk kaynağıydı. İlkbaharın sonunda başlayan meyve ziyafeti, nerdeyse kışa kadar sürerdi. Hem ruhlar hem de mideler doyardı, doğa ananın cömert kucağında.

Oysa şimdi öyle mi? Evler yalnızca bir ailenin yaşam alanı değil. Yapsatçının çok kazanç elde edeceği bir kâr alanı. Böyle olunca da maliyet hesapları karışıyor işe. Zevki okşayan bir mimari, ruhu doyuracak bir avlu, malzemeye kişilik kazandıracak anlayış, geleceğe anıları taşıyacak bir mekân anlayışı yok. Dün değnekle özenle yapılan iş, gözleme dayalı bir zemin etüdüydü. Şimdilerde ise bunca teknik olanaklara karşın yapıların kurulacağı zemine bakan yok.

Teknoloji, gözünü para bürünmüş kişilerin elinde bir canavara dönüşüyor, hem de insan yiyen canavar. Para hırsı, teknolojik olanakları görmezden geliyor. İşte, bu nedenledir ki varlık denizi içinde yokluk okyanusunda çırpınıyoruz.

Adil Hacıömeroğlu
11 Aralık 2011
twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 14 Aralık 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

ATATÜRK KALELERİ

AKP’nin çiçeği burnunda gazeteci(!) milletvekili (vekil seçilmeden önce terör örgütüne ne pekaka ne de pekeke demeyip orta yolu bularak pekeka diyen), Sabiha Gökçen’den sonra Fevzi Çakmak ve Abdullah Alpdoğan’ı hedefe oturttu. TSK’nın bu iki kahraman, yurtsever komutanının adlarını Tunceli’deki yerleşim yeri ve parklardan silinmesini istiyor. Neden mi?

Nedeni şu: Kendince Dersim olaylarının simge adları bu kahramanlar. Ne yapmışlar? Ülkenin bütünlüğü, ulusun birliği, halkın çağdaşlaşması için feodaliteye karşı savaşım vermişler. Ulusumuzun, Osmanlı’nın çöküş dönemiyle başlayıp Cumhuriyet’in kuruluşuyla sonuçlanan aralıksız on yıllık savaş döneminde cepheden cepheye koşan bir kahraman kuşağın simge kişilerini halkın gözünden düşürme gayretleri emperyalizme hizmetten başka bir şey değil. Savaş alanlarının yorgunluğunu bir kenara bırakarak Cumhuriyet Devriminin yerleşmesi için olağanüstü çalışmaların içindedir Çakmak ve Alpdoğan paşalar.

Fevzi Çakmak adı, Cumhuriyet tarihiyle özdeşleşmiştir. Türkiye’nin Atatürk’ten sonra ikinci mareşalidir. Çanakkale destanında söz sahibidir. Suriye cephesinin ordu komutanlarındandır. En uzun süre genelkurmay başkanlığı yapmış muzaffer bir mareşaldir.

Dindarlıkla dinciliğin tartışıldığı günümüzde dindar bir muhafazakârın nasıl bir yurtsever olacağının en güzel örneğidir. Dindarlığı gönlünde, vicdanında yaşayan, Tanrı ile aracı kabul etmeyen, laikliği de gerekli gören bir Cumhuriyet subayı. Günümüz dincileri gibi emperyalist işbirlikçiliği, cüzdan şişirmeyi, halkı yoksullaştırmayı, ulusun değerlerini yabancılara pazarlamayı marifet saymadı Mareşal Çakmak. O, emperyalizme karşı savaşmanın bir Tanrı buyruğu olduğunu bilerek Mustafa Kemal’in yanında saf tuttu. Günümüz muhafazakârlarının anlayışına ters bir düşünce bu. O günün din bezirgânları İngiliz destekli cemiyetlerde vatan aleyhine örgütlenirken O, Anadolu bozkırında işgalcilere karşı yurtseverlerle kurtuluş mücadelesi örgütledi.

ABD emperyalistleriyle kardeş, komşu ülkelere “demokrasi(!)” operasyonları düzenleyenler; Mareşal Çakmak’ın mücadelesini anlayabilirler mi? Dindar olmanın, dindaşlarına ve tüm insanlığa hizmet etmek, onların sömürgeciler elinde ezilmelerine karşı çıkmak olduğunu bilmeyenler Fevzi Paşa’yı savunabilirler mi? Gündüz sarıklı, gece külahlı gezerek halkı kandırmayı, onun sırtından geçinmeyi meslek edinmiş zevata kahramanların öğreteceği hiçbir şey yok. Böylesi kişilerden halkın yanında olmalarını beklemek de saflıktır.

Abdullah (Hüseyin) Alpdoğan da Cumhuriyet Devrimini korumak için feodaliteye karşı durmuş. Anadolu’nun Ortaçağ karanlığından kurtulması için mücadele etmiş. Feodal ağaların türlü dinsel, geleneksel unvanlarla halkı köleleştirmelerine karşı Cumhuriyet yönetiminin komutanlığını yapmıştır. Bu görevler, Çakmak ve Alpdoğan’ın kişisel istekleriyle yaptıkları işler değildi. Onlar, devrimci cumhuriyetin aldığı kararları uygulamaları için sorumluluk verilen kişilerdi. Alpdoğan Paşa’nın göğsü Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde yaptığı üstün hizmetlerin madalya ve nişanlarıyla dolu. Askerlikten sonraki siyasal yaşamı da ülkesine hizmetle geçti. Fevzi Çakmak’ın sayfalara sığmayacak başarılarını anlatmaya gerek var mı?

Önce Sabiha Gökçen, ardından Ali Çetinkaya, şimdi de Fevzi Çakmak ve Abdullah Alpdoğan ve aylardır süren İsmet Paşa düşmanlığı. RTE’nin nerdeyse her sorunun kaynağı olarak gördüğü batı cephesi komutanı. Acaba sıra kime geliyor?

Atatürk’ün yıllarca birlikte çalıştığı, Cumhuriyet Devrimine hizmetleriyle ünlü simge adları halkın gözünden düşürmekteki asıl amaç nedir? Asıl hedefteki kişi, Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun kurduğu Cumhuriyet’tir.

Gökçen, Çetinkaya, Çakmak, Alpdoğan, İnönü’ye saldırarak Atatürk kalelerini yıkmaya çalışıyorlar. Sonra da Türkiye’nin her karış toprağına kök salmış Atatürk çınarını yok edecekler akıllarınca. Atatürk demek, Türkiye demek. Siz Türkiye’yi yıkmadıkça, Türk Ulusunu ortadan kaldırmadıkça Atatürk çınarını yıkabilir misiniz?

Adil Hacıömeroğlu
8 Aralık 2011
tawitter.com @AdilHaciomerogl
Not: 12 Aralık 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

NEDEN TIBBİYE?

Hükümetin çıkardığı tam gün yasasıyla özellikle Tıp Fakülteleri hastaneleri önemli ölçüde kan kaybına uğradı. Yıllarını eğitime, hastalarını otamaya adayan hocalar, üniversitelerden bir bir ayrılırken hastalar da perişan olmakta.

Tıp fakültesi hastanelerinde büyük bir karmaşa egemen olurken sağlık bakanlığı popülist bir yaklaşımla hekimleri (otacıları) halka hedef yapmakta. Onları “paragöz, halkı soyan” bir meslek grubuymuş gibi gösterme gayreti var iktidar sahiplerinde. Dünyanın en zor ve en uzun eğitimini almış, özveriyle çalışan bir meslek grubunu halkın önüne atmak, itibarlarını ayaklar altına almak ülkemizin geleceği açısından kaygı vericidir.

Ülkemizin birçok yerinde fakülte hastanelerine gittiğinizde bakımsızlıklar, ihmal edilmişlikler karşınıza çıkar. Binalar bakımsız, sıvalar dökülmüş, boyalar kalkmış, duvarlar çatlak, araç ve gereçler eksik… Hayırsever kişi ve kurumlar olmasa vay hallerine! Yardımcı personel yetersizliği hat safhada. Ödenek yetersizliği karşısında lime lime dökülen hastaneler var karşımızda… Son yıllarda yatırım nerdeyse yok. Bilinçli olarak Tıp Fakülteleri bitirilmek isteniyor. Tıpkı daha önce KİT’lere yapıldığı gibi. Yatırım yapma, yenileme, zarar ettir, sonra da “kurtulmak” için özelleştirip peşkeş çek. Fakülte hastaneleri kentlerin en güzel yerlerinde, arsaları çok değerli. Bu nedenle de kent rantiyecilerinin ağızlarının sularını akıtmakta. Bunun için de bahane hazır: “Buraları satıp kentin gelişmekte olan yoksul mahallerinde modern(!) hastaneler yapacağız.” Yoksulları kullanarak ülke kaynaklarını heba ederek yoksula kazık atmak… İşte Türk mucizesi bu.

Tam gün yasasıyla tıbbiye hocaları üniversiteleri terk ederken yurttaşların profesörlere muayene olma olasılığı da neredeyse yok gibi. Bir hoca düşünün, hastasını muayene edemiyor; en ağır, tehlikeli durumlarda bile ameliyata giremiyor. Ancak RTE’nin sağlığı söz konusu olunca yasalar tepetaklak oluyor. Başbakana ayrıcalık tanınırken yurttaşlar hastane koridorlarında sürünüyor, aylar sonrasına randevular veriliyor. Bunun da adı “ileri demokrasi” oluyor.

Tıp Fakültesi hastanelerini yalnızca otama yapılan yerler olarak düşünmek büyük hata. İktidarın böylesi bir düşünce taşıması tıp eğitimini yok eden bir anlayış. Buraların asıl amacı yeni hekimler yetiştirmek, eğitim vermek. Tıp eğitiminde uygulama, olmazsa olmaz. Yalnızca teorik bir eğitimden geçen bir adamdan otacı olmaz. Böylesi bir anlayış, halk sağlığını tamamen tehlikeye düşürür. Dünyanın gelişmiş ülkeleriyle boy ölçüşen tıp eğitimimiz, ortaçağ bilgisizliğine kurban edilir. Hele yabancı otacıların getirileceği görüşü son derece sakıncalıdır. Sen pırasa, badem, ceviz… mi ithal ediyorsun? Bu işin bir ruhu olmalı. Hastalıkların otanmasında biyolojik olduğu kadar psikolojik etkenler de var. Bu da otacı ile hastanın iletişimiyle olur.

Aklımıza şu sorular geliyor: Neden tıbbiye? Neden böylesine yaşamsal bir mesleği itibarsızlaştırma?

Nedeni çok basit. Ülkemizdeki tüm modernleşme, çağdaşlaşma ve demokratikleşme hareketleri tıbbiye ve harbiyeden gelmiştir. Hurafeyi, ortaçağ karanlığını yok ederek bilimsel düşünceyi egemen kılmada bu iki meslek grubunun öncülüğünü görmekteyiz. İttihat ve terakki Cemiyeti 1893’te, tıbbiyede kurucularının çoğunluğu doktorlardan oluşarak kuruldu. 1908 Meşrutiyet Devrimi’nde bu iki mesleği ön saflarda görmekteyiz. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşunda da yine karşımıza tıbbiyelilerle Harbiyeliler çıkıyor çoğunlukta. Sivas Kongresi’ndeki Tıbbiyeli Hikmeti unutmak olanaklı mıdır? Ülkemizin topraklarından sıtma, çiçek hastalığı, verem, frenginin sökülüp atılması kimlerin sayesindedir dersiniz? “Benim milletvekili olarak değil, doktor olarak vatanıma daha çok hizmetim olur.”sözü de Tıbbiyeli Hikmet’indir. Böylesine özverili sözleri anlamak, siyasette koltuk kapmak için her türlü değeri hiçe sayanların işi değildir.

Tıbbiye ve harbiye neden öncüdür? Bu iki mesleğin de bilimsel kurallara bağlı olması, bilimsel yenilikleri de günü gününe izlemesi gerekir. Tıbbiyeli çağdaş gelişmelere uymazsa hastasını öldürür, mesleğini de. Harbiyeli de aynı durumdadır. Bilimsel gelişmelere uyum gösteremeyen subay, savaşı kaybeder. Yönettiği askerler de, kendisi de, ülkesi de ölür. Ölümden sonra başka şansı var mıdır insanoğlunun? Bu nedenle bu mesleklerde hurafeye, dogmatizme, ilkelliğe, körü körüne inanmaya, geleneksel saplantılara yer yoktur.

Günümüz iktidarı, önce Harbiyelileri itibarsızlaştırma, güçsüzleştirme eyleminde bulundu. Şimdi de Tıbbiyelileri… Rastlantı mıdır acaba bu? Bence değil. 1908’in, 1919’un, 1923’ün intikamı alınmakta. Çanakkale’de tıbbiyelilerin kahramanlıkları hiçe sayılarak doğaüstü güçler öne çıkarılmakta. Amaç; ülkemizi bilimden uzaklaştırmak, halkımızı ortaçağın karanlığına gömmektir. Çağdaş eğitim kurumlarından doğan güneşin aydınlığı, iktidar sahiplerinin gözlerini kamaştırmakta. Yarasalar ışığı sevmez, çünkü onlar karanlıkta, herkes uykudayken kan emerler.

Adil Hacıömeroğlu
2 Aralık 2011
twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 5 Aralık 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

SABİHA GÖKÇEN VE ALİ ÇETİNKAYA

Gün geçmiyor ki AKP sözcülerinden biri, adı Cumhuriyet’le özdeşleşmiş ve tarihe mal olmuş birisine saldırmasınlar. Tek amaçları; dünyadan göçüp gitmiş, ama Türk Devrim tarihine altın harflerle yazılmış cesur yürekli yüce gönüllü bu insanları akıllarınca itibar kaybına uğratmak.

Dersim tartışmaları tam gaz sürerken AKP’nin çiçeği burnunda vekillerinden biri Sabiha Gökçen’i hedefe oturttu. Bu vekilimiz seçim öncesinde yandaş medyada köşe yazarlığı yapmış. Dolayısıyla da ekranların renkli ve vazgeçilmez simalarından. Terör örgütüne “pekeka” diyerek bu konuda orta yolu bulmuş bir mucit. Gerçi TBMM’ye girdikten sonra “pekaka” demeye başladı. Neden Sabiha Gökçen?

Gökçen, Atatürk’ün manevi kızı. Yaşamı tam bir başarı öyküsü. Ayrıntılara girmeye gerek yok. Türkiye’nin ilk kadın pilotu. Dünyanın ilk kadın savaş pilotu. Yurtiçi ve yurtdışında alıyor eğitimini. 16 Haziran 1938’de Yeşilköy’den uçağıyla havalanarak Balkan ülkelerini dolaşır. Sırasıyla Atina, Selanik (Atatürk’ün evini de ziyaret ediyor.), Sofya, Belgrat ve Bükreş’i ziyaret ederek İstanbul’a döner 22 Haziran’da. Ayrılışında olduğu gibi dönüşünde de coşku egemendir havaalanında. Coşkun kalabalık gururla karşılar onu. Gittiği her ülkede resmi törenlerle saygı ve hayranlıkla karşılanır. O günler Balkan Paktı’nın yaşama geçirildiği günlerdir. Mustafa Kemal’in dehası Balkan ülkelerini bir araya toplamakta. Savaş bulutları yok olup barış egemen olmakta bölgeye. Türkiye bölgenin ve dünyanın örnek ve saygın ülkesi.

Bu arada Gökçen’le ilgili önemli bir olayı anımsamadan geçmemeli. Yıl 1937, Hatay sorunu nedeniyle Fransa ile büyük bir satranç oynanmakta. Atatürk için Hatay, büyük bir ulusal dava ve onur sorunu. Gökçen, Atatürk’ün emriyle Fransız elçisinin önünde havaya üç el ateş ediyor ve şu sözleri haykırıyor: “Hatay'ın vatana katılması için gerekirse silahlanırız.” Bu ileti Fransızlarca alınıyor. Hatay’ın anavatana katılması süreci hızlanıyor.

Sabiha Gökçen, ne zaman başarıyor bu ilkleri? Dünyada havacılığın “h”sinin bilinmediği bir dönemde, hem de kadının esamisinin okunmadığı Ortaçağ’ın zifiri karanlığının bulutlarının Cumhuriyet aydınlığıyla dağılmakta olduğu bir zamanda. Bir kadın olarak erkeklerin bile başarmakta zorlandığı bir alanda dünya çapında başarılara imza atarak ilkleri başarmak… Feodal gericiliğin ezdiği, yok saydığı Türk kadınına örnek olup yol göstermek… Ona, en zor işleri bile başarabileceğini göstermek… Ortaçağ artığı kafaların kabul edebileceği bir şey midir bu? Böylesi büyük bir başarı öyküsü olan bir kadını eleştirmek mi, yoksa baş tacı etmek mi gerek? Dersim üzerinden Cumhuriyet’in örnek bir kadınını suçlu göstererek halkın gözünden düşürmenin kime, ne yararı var? Kime mi? Cumhuriyet’e, Türk Ulusu’na, Atatürk aydınlığında yeşeren kadın haklarına düşman olanlara.

* * *

22 Kasım günü RTE, Dersim’le ilgili kendince belgeleri açıklayan bir konuşma yaptı. Herkesin bildiği birtakım “belge”leri kamuoyuna açıkladı. O, konuşurken Türkiye’ye düşman bir ülkenin başbakanı konuşuyor sandım. Üslubu kin ve intikam doluydu. Kime mi? Cumhuriyet’in kurucu kadrosuna. Tabi ki Cumhuriyet’e.

Üçüncü belgeyi okuyor kendince, iyice coşmuş. Belgenin altındaki imzaya sıra geliyor: Nafia vekili, yani Bayındırlık Bakanı Kel Aliço, Ali Çetinkaya. Ali Çetinkaya, İskilipli Atıf Hoca'yı düzmece bir mahkemeyle, ‘kararın infazına, şahitlerin sonra dinlenmesine’ diyerek idam eden, kel Ali Lakaplı Hâkim. Bu CHP bu işte...” O kadar coşmuş ki Kel Ali’yle Kel Aliço’yu karıştırıyor (AKP’nin internet sitesindeki metinde burası düzeltilmiş.). Kel Aliço, Kırkpınarı yirmi yedi kez kazanmış bir başpehlivanımız. Olsun, kim bilecek? Dil sürçmesidir, deyip konumuza dönelim.

Neden Ali Çetinkaya’ya bu nefret ve öfke? Yirmi yaşında harp okulunu teğmen olarak bitirmiş, cepheden cepheye koşmuş bir yurtsever. Yüzbaşı oluncaya kadar geçen süre içerisinde Makedonya ve Arnavutluk dağlarında çetecilere karşı mücadele vermiş. Hareket ordusuyla İstanbul’a gelmiş, gerici kalkışmanın bastırılmasında rol oynamış. Trablusgarp’ta Mustafa Kemal ve diğer gönüllü subaylarla omuz omuza çarpıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkasya, Makedonya ve Irak cephelerinde savaştı. Kut’ül Ammare’de İngilizlerin teslim alınmasında önemli rol oynadı. Göğsü onur ve başarı madalyalarıyla dolu bir kahraman.

Mondros Anlaşması’ndan sonra Batı Anadolu’yu işgale başlayan Yunanlılar, Ayvalık’ta Çetinkaya’nın kumanda ettiği alayın ateşiyle karşılandı. Oysa, İstanbul’dan Türk birliklerine “Direnmeyin!” çağrıları yapılamaktaydı. İşte, Kurtuluş Savaşı’mızın ateşini yakan Ali Çetinkaya’dır. Daha kongreler toplanmamış, meclis açılmamış, Anadolu’da işgale karşı örgütlenme başlamamış. Ayvalık direnişi tüm yurtta Kuvayı Milliye direnişlerinin fitilini ateşledi. Böylesine bir yürekli adamdır o. Vatan ve millet söz konusu olunca tereddütsüz silaha sarılan örnek bir kahraman.

İstanbul’un işgalinden sonra meclis İngilizlerce dağıtılıp yurtsever milletvekilleri Malta’ya sürülünce Ali Çetinkaya da bundan nasibini alıyor. Sürgün bitince Ankara’ya gelip TBMM’de görevini sürdürüyor. Gazi meclisin kararlı bir üyesi oluyor. İstiklal Mahkemelerindeki görevleri sırasında Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet düşmanlarının yargılanmalarında bulunuyor. Bir devrimci olarak gereğini yapıp Cumhuriyet Devrimini, ülkenin bütünlüğünü savunuyor. Nafıa (Bayındırlık) bakanlığı sırasında başta Ankara olmak üzere Türkiye’nin imarı hareketinde harikalar yaratıyor. Bugün bakanlıkların kullandığı sağlam, taş yapıların hemen hepsi O’nun yapıtı. Cumhuriyet’e, ulusuna adanmış bir yaşam.

Düşmana ilk kurşunu atarak direnişi başlatan, Ortaçağa karşı Türk Devrimi’nin savunucusu olmuş yürekli bir yurtseveri hedef tahtasına oturtmanın kime, ne yararı olur ki?

Ali Çetinkaya ve Sabiha Gökçen… Türk Devrimi’nin önemli iki siması. Böylesine önemli iki Cumhuriyet değerine saldırmaktaki asıl amaç, Atatürk’ü hedef tahtasına oturtmaktır. Cumhuriyet kalelerini bir bir devirerek Atatürk kalesini yıkma çabasıdır bu. Bu değirmene su taşıyanlar, acaba ne yaptıklarının farkındalar mı?

Not: Arşivleri açmaya meraklı başbakan İngiliz Muhipler ve Kürt Teali cemiyetlerinin belgelerini heyecan ve coşkuyla okusa da bilgilensek.

Adil Hacıömeroğlu
25 Kasım 2011
Not: 28 Kasım 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

NEYİN BEDELİ?

Son günlerde deprem, Kozinoğlu’nun ölümü, Suriye’ye açık düşmanlık, İsrail’e gizli dostlukla iyice köşeye sıkışan iktidarın imdadına yine gündem değişikliği yetişti. Dersim sorunu ve bedelli askerlik yasasının çıkarılması tartışmaları, iktidar partisini düştüğü çukurdan yine çıkardı. Muhalefetin asıl gündemi kamuoyunda yeterince tartışmaması, zaman zaman da bazı sorumsuz açıklamalar AKP’nin ekmeğine yağ sürmekte.

Bedelli askerliğin ardından vicdani reddin de gündeme getirilmesi, kamuoyunu bu konuda hazır hale getirmek için olağanüstü bir çaba var medyada. Bedelli askerlik düşüncesi, profesyonel orduya geçişin bir aşaması olarak görülmekte. Böylece de zorunlu askerlik ortadan kaldırılmak istenmekte. Giderek ısınan ve karmaşıklaşan Ortadoğu coğrafyasında Türkiye’nin zorunlu askerlik uygulamasından vazgeçmesi, büyük güvenlik sorunlarına yol açacağı gibi ulusal birliğimizin parçalanması konusunda zafiyetler yaratır. Ekranları işgal eden, askerlik ve bilgisinden yoksun zevat, profesyonel ordunun becerilerini övmek için yarışmaktalar. Dünyanın en büyük profesyonel ordusu ABD’dedir. Bu ordunun tarihi yenilgilerle doludur: Kore, Vietnam, Somali, Afganistan, Irak… Yenilgilerinin yanı sıra savaş kurallarına uymayan insanlık dışı muamelelerini de görmezden gelemeyiz.

Zorunlu askerlik birçok kişinin düşündüğü gibi hem bizde hem de dünyada çok eski bir uygulama değil. İlk olarak Fransız Devrimi’yle uygulanmış. Amerika’daki kuzey-güney savaşında zorunlu askerliğe başvurulmuş. Bizde ise ilk kez 1916’da uygulama başlatılmıştır. Zorunlu askerliğin ülkemizde sistematik duruma gelmesi ise Cumhuriyet’ten sonra olmuştur. Çünkü Cumhuriyet, eşit yurttaşlardan oluşmuştu. Kulluğun olduğu padişahlıkta zorunlu askerlik düşünülemezdi. Yeniçerilerin askeri başarıları vardı ve padişahın kuluydular. Ancak Osmanlı ordusunun tarih boyunca en kalabalık kısmını tımarlı sipahiler oluşturmuştu. Yeniçeriler, savaş ganimeti karşılığında savaşırlardı. İstanbul halkı kimi zaman Kapıkullarının baskı ve soygunları karşısında isyan etmek zorunda kalmıştır. Yine Osmanlı tarihi Kapıkullarının isyanlarıyla ve devirdikleri padişahlarla doludur.

Paralı asker hem savaştığı ülke halklarına hem de kendi halkına zulmeder. Para karşılığında hizmette bulunduğundan parayı kim verirse onun hizmetindedir. Paralı askerlikle diğer maaşlı meslekleri birbirine karıştırmamak gerek. Asker yaptığı işin sonunda ölümün de olabileceğini bilir. Hiç kimse para karşılığında ölmez. Zaten ölürse para ne işe yarar ki? İnsan, ancak vatan için ölümü göze alabilir.

İmparatorların, kralların, diktatörlerin tarih boyunca hep paralı askerleri oldu, bugün de olmakta. Tiranlar, paralı askerleri öncelikle kendi halklarını susturmak için kulandılar. Sonra da emperyalist amaçlarını gerçekleştirmek için. Bu ikisi de zorbalıkla yapılır. İnsan hakları gözetilmez. Dünya tarihi paralı askerlerin, lejyonerlerin, kapıkullarının, devşirmelerin katliamlarıyla doludur. Oysa zorunlu askerlik sonucu oluşturulmuş ulusal ordular halkın içinden çıktıklarından kendi halkına silah çekmez.

Cumhuriyetle birlikte zorunlu askerliğin olması demokratik bir anlam da taşır. Ülkenin nimetlerini eşit olarak paylaşan yurttaşlar, külfetleri de eşit olarak paylaşırlar zorunlu askerlikle. Eğer vatan hepimize yaşama olanağı sunuyorsa onu da savunmak hepimizin görevi olmalı.

Bedelli askerlikle parası olan bedel ödeyecek, yoksullar ise vatan için ölecek. Toplumu ayrıştıran bir durum bu. Yoksula ölümü reva gören bir düzenin adı demokrasi olur mu? Böyle bir durumda adaletten hakkaniyetten söz edilebilir mi?

Zorunlu askerliğin ortadan kaldırılması hem Cumhuriyet’imize hem de demokrasimize indirilen önemli bir darbedir. Bu bağlamda vicdani reddi tartışmıyorum bile. Bir ülke kendi savunma stratejilerini, kendi olanakları, koşulları, çıkarları doğrultusunda belirler. AB ve ABD’nin istekleri ve koşullarına göre belirlemez. Zorunlu askerlik yapan Mehmetçik sadece kendi yurdunu savunmak için görevdedir. Birilerinin telkinleriyle oluşturulacak profesyonel ordu, kim bilir hangi güç odaklarının profesyonel hizmetleri için kullanılacak? Acaba bedelli askerlik uygulamasıyla neyin bedeli ödeniyor?

Adil Hacıömeroğlu
19 Kasım 2011
Not: 22 Kasım 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

CHP’SİZ BİR TÜRKİYE Mİ?

AB, ABD sözcüleriyle AKP yöneticileri fırsat buldukça Atatürk ve Cumhuriyet’imizin kuruluş tarihiyle ilgili eleştiri adı altında karalama kampanyaları açarlar. Atatürk’ü diktatör, Cumhuriyeti de halka karşı bir yönetimmiş gibi gösterme çabaları var. “Tarihimizle yüzleşelim!” adı altında şanlı bir tarihi karalama gayretleri sinsice sürdürülmekte.

“Tarihle yüzleşme”nin sınırı nedir? Nereye kadardır? “Tarihimizle yüzleşeceğiz.” diye tarihe mal olmuş konuları deşerek yeni düşmanlıklar yaratmanın kime, ne yararı vardır?

Atatürk ve Cumhuriyet’e karşı saldırı kampanyasının zamanlaması ilginçtir. RTE’nin Suriye seferine hazırlandığı, Van depremiyle hükümetin enkaz altında kaldığı, Silivri tutuklularının ani ölümlerinin olduğu bir dönemde “Dersim” imdada yetişti. Böyle bir dönemde iktidar partisinin gündemi değiştirmek adına farklı konuları dile getirmesi olağandır. Kamuoyu, AKP’nin gündem saptırma taktiklerini çok iyi biliyor. Ancak bir CHP milletvekilinin Dersim konusunu gündeme taşıması AKP’ye can simidi olmuştur. Ama en önemlisi, açıklamanın içeriğinde yer alan sözlerdir.

“Dersim katliamının sorumlusunun devlet ve o dönemin CHP iktidarı olduğunu” söylüyor CHP’li vekil. Sonrasında da şöyle sürdürüyor sözlerini: “Mustafa Kemal Atatürk'ün katliamdan haberdar olmamasının mümkün olmadığını da dile getiren Aygün, ‘Bu dönem boyunca izlenen bütün politikalarda Atatürk devletin başındadır.’ (Zaman Gazetesi)” Nedense Cumhuriyet’in kuruluş dönemiyle ilgili konuşan CHP’liler, hep Zaman Gazetesi’nde manşet oluyorlar, dikkat çekici değil mi? Hem de 10 Kasım’da bu sözler söyleniyor. Bir CHP’li milletvekilinden 10 Kasım’da beklenen; Atatürk’le ilgili saygı çerçevesinde, onun hizmetlerini anlatan konuşmalar yapmasıydı. Hatta gerici çevrelerden Atatürk’e yapılacak karalama ve çamur atmalara karşı durmaktı.

Dersim olayları bir katliam değil, isyanın bastırılmasıdır. Anti emperyalist, anti feodal bir siyasal anlayışla kurulmuş ve modernleşmeyi amaçlamış genç Cumhuriyet’e neden isyan edilir? 1937 öncesi Tunceli’nin ekonomisi neye dayalıydı, halkın asıl geçim kaynağı neydi? Aşiretlerin modernleşmeye karşı tepkilerinin sosyolojik nedenleri nelerdi? 1937 öncesi bölgeye yabancıların ilgisi hangi düzeydeydi? Amacı bağcıyı dövmek değil de üzüm yemek olan sorumlu siyasetçilerin, yurttaşların üzerinde düşünmesi gereken bu ve benzer soruların yanıtlarıdır.

Yine aynı konuşmada Aygün’ün başbakana atfen söylediği elli bin kişinin öldürüldüğü yolundaki sözlerse bilgisizliğin insanı nasıl bir duruma getirdiğinin resmidir. Rahmetli Uğur Mumcu’nun dediği gibi “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” Bir şeyler söylemeden önce sağlam, belge niteliği taşıyan bilgiler edinilmelidir. Birçoğu abartmalara dayanan duyumlardan, söylencelerden hareketle düşünceler ortaya atmak bilgisizliktir. Tunceli’de 1937’de ölen kişi sayısı 1737 (bin yedi yüz otuz yedi)’dir. 1938’de ise 6868 (altı bin sekiz yüz altmış sekiz)’dir. İsyanın olduğu iki yılda toplam 8605 kişi yaşamını yitirmiştir. Bunların büyük bölümü de hastalıklardandır (İçişleri Bakanlığı verilerine göre). Çocuk ölümleri bu rakamın önemli bir bölümünü oluşturmakta. Kısacası, ölümlerin büyük bir bölümü doğal yollarla olmuştur. Tunceli’nin 1935’te nüfusu 101.099’dur. 1940’ta 94.039, 1945’te ise 90.446’dır. Nüfusun eksilmesinde yurtiçi göçlerin (zorunlu iskânın) önemli bir etkisi bulunmakta. Kamuoyuna yanlış bilgiler vererek yanlış yönlendirmeler yapmak bizi iyi bir sonuca götürmez.

Aygün’ün bu açıklamalarına Atatürkçü yurttaşlarımız tepki gösterdi. Tepkiden öte hayret ve şaşkınlık içinde söylenenlere inanamadılar. Cumhuriyet’in kurucusu olan bir partinin içinden Atatürk’e ve O’nun eserine karşı yapılan bu hücumun ne anlamı olabilirdi? Ardından CHP’li on iki milletvekilinin açıklaması geldi. Bu milletvekillerinin; Atatürk’e, Cumhuriyet’e ve CHP’ye sahip çıkmaları umut verici ve takdire değerdir. Aygün’e en önemli desteği ise RTE, Bitlis’teki konuşmasında verdi. Bir olayın sonucuna bakarak o olayın kimlere hizmet ettiğini anlayabiliriz. Eğer RTE bu olayın arkasında durmuşsa, var gücüyle de destekliyorsa başka yoruma gerek var mı?

CHP tarihsel misyonu olan önemli bir Cumhuriyet kurumudur. Bu parti, Türk tarihinin en büyük projesi olan Cumhuriyet Devrimini (Türk Devrimi) Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirdi. İşgal günlerinin umutsuzluğundan doğup umut oldu, Kurtuluş Savaşı ile büyüyüp gelişti. Tüm ezilen uluslara örnek oluşturdu. Bu nedenle CHP’de görev yapan kişiler bu tarihsel sorumluluğu taşıyacak nitelikte olmalılar. CHP’nin misyonuyla, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesiyle, Atatürk’le ve Türk Devrimi ile çatışacak kişilerin bulunması gereken yer, burası değildir. Atatürk’ün, Cumhuriyet’in, devrimlerin ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin CHP’liler eliyle yok ettirilme oyununun bozulması gerekir.

Bir kısım medyanın AB, ABD ve AKP eliyle “CHP’de değişim” adı altında uyguladığı baskıya boyun eğilmemeli. Değişimin olması doğal bir süreçtir. Ancak bu, emperyalist projelerin yedek aktörü olmak değildir. Öncelikle CHP yönetimi; Atatürk, Cumhuriyet, devrimler ve partinin tarihi konusundaki görüşlerini açıkça kamuoyuyla paylaşmalı. Ayrıca ABD ve AB ile ilişkiler, Türkiye’nin Ortadoğu’daki politikasının nasıl olması gerektiği konusunda görüşlerini açıklamalılar.

Atatürk’ten, CHP’nin tarihinden utanan siyasetçilerin CHP’de yerlerinin olmadığını söylememe gerek var mı acaba? CHP’siz bir Türkiye oluşturma gayretlerine, parti içinden destek verilmesi çok acıklı bir durum değil mi?

Her kademedeki CHP’linin önünde iki seçenek var: ya emperyalist bir baskının dayattığı değişime boyun eğip BOP’ un destekçisi olacaklar; ya da Sivas Kongresi’nin bağımsızlıkçı, devrimci ruhuyla tüm ezilen uluslara örnek oluşturacak bir biçimde köklerine sahip çıkacaklar. Unutulmamalıdır ki köklerinden koparılan ulu ağaçlar kurumaya mahkûmdur.

Adil Hacıömeroğlu
19 Kasım 2011
Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

ÖLÜMSÜZ DEVRİMCİ

“Atatürk, başı dumanlı doruklarda yüce bir dağ tepesidir. Siz O'na yaklaştıkça o yükselir ve aranızdaki mesafe sonsuza değin aynı
kalır. Devirlerinde büyük gözüken, zamanla küçülen benzerlerinden farkı budur, böyle kalacaktır. (Arriba Gazetesi, Portekiz, 1938)” Atatürk’ün ölümünden sonra bir Portekiz gazetesi duygu ve düşüncelerini böyle anlatıyor.

Sıradan devlet yöneticilerinin ölümü sonrası nezaket gereği yayımlanan diplomatik mesajlarla benzer bir yanı var mı bu sözlerin? Üstelik bu belki de ömründe Atatürk’ü hiç görmemiş; ancak Türk devriminin aydınlatıcı ışığını Atlas Okyanusu kıyılarından duyumsamış bir gazetecinin sözleri. Türkiye ile ticari ilişkisi yok. Atatürk’ün ölümü sonrası sağlayacağı bir çıkarı da yok. Üstelik eskinin sömürgeci ülkesi Portekiz, Atatürk’ün başlattığı antiemperyalist savaşın örnek olduğu Afrikalı mazlum ulusların yıllardır kanını emen bir ülke. Mustafa Kemal’in Anadolu’da yaktığı bağımsızlık ateşinin hızla yayıldığı dünya coğrafyasındaki sömürü alanlarını yitiren Portekiz’de bir gazetenin düşündürücü sözleri bunlar. Ne kadar içten, ne kadar doğru bir değerlendirme…

Bir insana sağlığında ya da öldükten sonra dostlarının sevgi, saygı duyması olağandır. Düşmanlarının sevgi ve saygı duyması ise olağanüstüdür. Düşmanının saygı duyup şapka çıkardığı, hakkını teslim ettiği insanlar ise ölümsüzdür. Dünyanın en büyük devrimcisine savaş meydanlarında yendiği düşmanlarının bile saygıyla yaklaşmaları, ölümünün ardından onurlandırıcı sözler söylemeleri çok önemlidir. En başta savaş meydanlarında yendiği, iktidardan ettiği İngiliz, Fransız ve Yunan devlet adamlarının Atatürk hakkındaki sözleri, O’nun büyüklüğünün altına atılan imzalardır. Dünyanın dört bir yanındaki devlet adamlarının yayımladığı mesajlarda usulen söylenmiş sözcükler, ifadeler göremezsiniz.

Yetmiş üç yıl sonra dünyanın Atatürk’le ilgili görüşlerinde değişiklik var mı acaba? Yer, Avrupa’nın genç ülkelerinden Letonya’nın başkenti Riga. Üniversitede konferans veren Egemen Bağış’ı dinleyen Letonyalılar birden saygı duruşuna geçiyor 10 Kasım’da. Dünyanın büyük aydınlanmacı devrimcisine saygı gösteriyor öğretim üyeleri ve öğrenciler. Baltık’ın soğuk havası birden ısınıveriyor.

“Kemalizm Atatürk'ün ortaya attığı ve ürettiği bir ideoloji değildir. Kemalizm içerisinde bizzat Atatürk'e ait hiçbir şey bulunmayan yapay bir ideolojidir ve sistemi elinde tutmak isteyenler tarafından Türk demokrasisinin üzerinde Demokles'in kılıcı gibi bir görüntü vermiştir." Letonyalılar Atatürk’ü ayağa kalkıp saygı duruşunda anarken aynı salonda konuşan Egemen Bağış’ın ağzından bu sözler dökülmekte. El âlemin ayakta andığı bir liderin ideolojisini, kurduğu devletin bir bakanı eleştirmekte. Hem de yabancı bir ülkede. Eloğlu övüyor, biz yeriyoruz. Ne yaman çelişki değil mi? İktidar partisi temsilcilerinin kafası o kadar takıntılı ki Atatürk’e, Cumhuriyet’e, Kemalizm’e zaman ve mekân dinlemiyor intikam hırsları. Tam da bu noktada halkımızın bir sözü aklıma geldi: “Allah’tan korkmuyorsan, kuldan utan!” Binlerce kilometre uzaktaki insanlar överken sen yerme!

Arriba Gazetesi’nin yıllar önce söylediği gibi Atatürk, “başı dumanlı doruklarda yüce bir dağ tepesidir”. Kimileri yüce dağların zirvesini hayranlıkla izlerken kimilerine de korku verir bu görkem.

Dağ eteklerindeki deliklerde fareler yaşar. Sinsi, korkak, kemirgendirler. Onların var olmaları da dağ sayesindedir. Dağın nimetlerinden yararlanıp yaşamlarını sürdürürler. Fare, dağa küsse ne olur? Dağın haberi olur mu bundan? Fareler kemirerek bir dağı yok edebilir mi acaba?

Adil Hacıömeroğlu
12 Kasım 2011
Not: 14 Kasım 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

DOĞAL AFET Mİ, CİNAYET Mİ?

23 Ekim günü Van’da büyük bir deprem yaşandı. Başta Erciş olmak üzere çevre il ve ilçelerde can ve mal kaybına neden oldu. Depremlerde yıkıma uğramak ulusumuzun yazgısı mı? Her felaket sonrası yardım kampanyaları düzenlenmekte, siyasilerimiz yapamayacakları birçok söz vermekteler… Bu yıkımların bir doğal afet olduğunu söyleyerek çaresizliklerini, beceriksizliklerini örtmeye çalışır ilgili ilgisizler.

Bir kez “doğal afet” sözü yanlış, “doğa afeti” demek daha doğru. Doğal olan deprem, afetse tamamen insan hatasından olan bir yıkım. Her doğa olayında olduğu gibi depremin de birçok yararı var. Ancak ilkel kafalarla yönetilen yerlerde doğal bir olay, felaket haline gelebiliyor. Son yıllarda ülkemizin neredeyse her yerinde kuvvetli yağışlar sele dönüşmekte. Evler, insanlar, hayvanlar, ağaçlar sularla sürüklenmekte. Köyleri bıraktık, kentler bile yaşanmaz duruma gelmekte. Doğal olayları felakete çevirme konusunda elimize su dökecek başka bir ülke yok sanırım.

Van depremindeki görünüm, daha öncekilerden farksızdı. Yıkılan evler, çaresiz insanlar, beceriksiz yöneticiler, enkazda can çekişen insanlar, bir türlü organize edilemeyen yardımlar, halka güven vermeyen siyasetçiler, afetten servet edinmeye çalışan insansı canlılar… Tabi canı gönülden, özveriyle yardıma koşan vicdan ve insanlık timsali yurttaşlarımızı unutmamak gerek.

Depremin bir Pazar günü, gündüz olması büyük şanstı. Bu durum, can kaybının daha az olmasına neden oldu. Kamu binaları önceki depremlerde olduğu gibi yerle bir. Siyasetçinin koruması altındaki kamu müteahhitliği, Erciş’te yıkılan okul binasıyla yerlere serildi. İktidar yanlısı, hiçbir becerisi olmayan yandaşa kamu ihalesi vererek zengin etme anlayışı, halkın canı, kanı pahasına yıllardır sürmekte. Yapsatçıların inşa ettikleri yapıların denetimsiz ve kalitesiz olması insanımıza yıkıntılar altında can verdiriyor. Ne yazık ki hızla zenginleşmek isteyenler; servetlerini halkın alın teri, canı, kanı üzerinden kazanmaktalar. Bunun da yolu siyasetçinin desteğini almaktan geçmekte.

Van depreminde ilk fiyasko depremin büyüklüğünün ölçümünde oldu. Kandilli 6.6, ABD 7.2 dedi. İlerleyen saatlerde bizimkiler de 7.2’yi kabul ettiler. AKP iktidarının üniversiteleri kimliksizleştirip bilimden soyutlama, onları sıradan devlet daireleri durumuna getirme anlayışı bu kurumlarımızı çökertmektedir.

Devlet kurumlarının her alanda çöküşü Van depreminde gözlenmekte. Yardımları doğru düzgün halka ulaştırabilecek bir devlet aygıtını ne yazık ki göremedik. Köylere ulaşamayan, kentlerde yağmacıları durduramayan yöneticiler, halkın sorunlarını çözmede yetersiz kaldılar. Her türlü saldırıya karşın ayakta kalan TSK, yardımların ulaşmasında, kurtarma çalışmalarında en öndeydi.

Hükümetin ilk gün uluslararası yardımları (İran ve Azerbaycan hariç) reddetmesi tam bir duyarsızlık örneğiydi. Bu böbürlenme, afra tafra sonraki günlerde yardım istekleriyle balon gibi söndü. Kendi halkının can güvenliğinin söz konusu olduğu, yaşamla ölümün saniyelere bağlandığı bir anda bile dünya ülkelerinin yardım isteklerini geri çevirmenin insani ölçüleri zorladığı söylenebilir. Gururun, kibrin, olaylara din açısından bakmanın bir yöneticiyi nasıl büyük yanlışlara sürüklediğini bu tavırda görmekteyiz.

Bazı aklı evvellerin böylesine büyük bir felaketten siyasal çıkar sağlama peşinde olduklarını görmek insanı kahrediyor. Yine bir kısım medyanın depremi etnik ayrımcılığı körükleme fırsatı olarak görmesi dikkatlerden kaçmadı. Sorumsuzca ve bilinçsizce söylenmiş bir takım sözleri abartarak Türk Ulusu’nun birliğine yönelik propagandaya alet etmek ise anlaşılır gibi değil.

Etnik ayrımcılıktan başka bir şey bilmeyen halka hizmeti, yalnızca bölücü söylemler üretmek olarak gören bölgedeki yerel yönetimlerin durumu ise içler acısı. Bir köşede konuk gibi oturan, koskoca bir kenti yönetmenin ne demek olduğunu fark edemeyen bir yöneticinin olması ne acı değil mi? Çeteleşerek depremzedelere giden yardımları canlı yayınlarda yağmalayan, sonra da bunları kar altında yaşam savaşımı veren çaresiz yurttaşa satan vicdan yoksunlarına ne demeli? Böylesi bir durumun oluşmasında devlet otoritesine, kurumlarına savaş açmış olan AKP ve PKK’nın hiç mi sorumluluğu yok?

Mehmetçik bir yandan karakışla, enkazla, yağmacılarla savaşarak depremzedenin yanında olurken bir yandan da bölücü örgütün hain pusularında can vermede Van ilinde.

Tüm olumsuzluklara karşın yurdun dört bir yanından yardım yağmakta Van’a, Erciş’e. Ulusal bütünlüğün bundan daha güzel ifadesi olur mu? Din ve ırk temelinde siyaset yapanlara bundan daha büyük bir insanlık, vicdan ve siyaset dersi verilebilir mi?

RTE, ekranlara çıkmış bağırıyor, “Kaçak yapıları yıkacağım.” diye. Adama “Günaydın!” derler. Bugüne kadar niye yıkmadın. Eğer bu söylediklerinde samimiyse önce kendi kaçak evini yıkmalı ki kamuoyunu inandırsın. Boğaz’daki kaçak yapıları yıkabilecek mi? Türkiye’nin ilk kaçak yapılarla oluşan ilçesi olan Sultanbeyli’yi ne yapacak? Kaçak yapılarla mücadele edeceğini söyleyen biri, 2b arazilerindeki talana, kaçak yapılaşmaya af çıkarmak için yıllarca uğraşır mı? 1994’ten beri İstanbul’u yöneten AKP yönetimlerince ne kadar kaçak yapıya göz yumulmuştur. Öncelikle başta RTE olmak üzere kaçak yapılaşmaya göz yuman tüm AKP’li belediyeler halktan özür dilemeli. Belki o zaman inandırıcı olurlar.

Van depreminde din ticareti yapanlarla etnik ayrışmayı kaşıyanlar duvara toslamıştır. Halkın masum duygularını sömürerek siyasal güç kazanıp bunu ekonomik getiriye dönüştürenlerin anlayışı Erciş’in yıkıntılarının altında kalmıştır. Her felakette olduğu gibi Van depremi de ulusal bütünlüğümüze güç katmıştır.

Bile bile kalitesiz inşaatlara izin veren belediye yöneticileri, bu düzenin sürmesine göz yuman hükümet üyeleri, ölmüş mühendislere imza attıran müteahhitler, görevini savsaklayan bürokratlar depremlerdeki can kayıplarının sorumlularıdır. O zaman birileri şu sorumuza yanıt versin: Depremde can verenler kaza kurbanı mı; yoksa bilerek, planlanarak işlenen bir cinayetin mağdurları mı?

Adil Hacıömeroğlu
28 Ekim 2011
Not: 4 Kasım 2011 Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarıma http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

CUMHURİYET’E YASAK OLUR MU HİÇ?

Bugün Cumhuriyet’imizin 88. yıldönümü. Apartmanların pencerelerinde, arabaların camlarında bayrağımız dalgalanmakta. Okullardaki, devlet dairelerindeki, meydanlardaki bayrakların boynu bükük bu yıl. Okul bahçelerinde en güzel giysileri giymiş, bayraklar sallayarak dolaşan çocuklar yok. Sessiz, hüzünlü bahçelerde dünyanın en güzel müziği olan çocuk cıvıltıları, bağrışmalarına hasretiz.

Kent meydanlarını doldurup gür sesleriyle ve tüm vakarlarıyla İstiklal Marşı’mızı okuyan nineler, dedeler, anneler, babalar, çocuklar gözden ırak. Bu yıl kentlerin meydanları, stadyumlar İstiklal Marşı dinlemedikleri için öksüz. Atatürk ve şehitler gök kubbeyi marşlarla inletemediğimiz için rahatsız. Cumhuriyet’imizin 88. yıldönümü ne yazık ki bu yıl topraklarımız üstünde kutlanması yasaklanmış hem de adı, “Cumhuriyet hükümeti” olan kimselerce.

Biz Cumhuriyet’e emperyalizme karşı kazandığımız Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kavuştuk. Bu nedenle de Cumhuriyet’imiz antiemperyalist, antifeodal bir ruh taşır. Emperyalizmin tüm dünyaya kan kusturduğu günümüzde Cumhuriyet’i savunmak, onun erdemlerini yükseltmek daha da anlam kazanır. Feodalitenin ve ortaçağ üst yapı kurumlarının küresel güçlerce hortlatıldığı ülkemizde, özgür birey olmanın mutluluğunu yaşadığımız Cumhuriyet’i, önceki yıllara göre daha görkemli kutlamak gerekmez mi?

Bizi kul olmaktan kurtarıp birey, yurttaş yapan bir büyük devrimi yok saymak kimin haddine? Her türlü dinsel, ırksal, sınıfsal, bölgesel farklılığı ortadan kaldırarak cinsiyet ayrımcılığını yok ederek eşit yurttaşlar olmamız Cumhuriyet Devrimi ile sağlanmıştır. Askerlikte, vergide, seçme ve seçilmedeki eşitliğimiz bu devrimin sonucudur. Ülkenin nimetini de külfetini de birlikte paylaşmak demektir Cumhuriyet. Ümmetten, ulusa erişmenin adıdır. Etrak-ı bi idrakten Türk Ulusu olmanın onurudur.

Kul olmayı yaşam biçimi olarak benimsemiş, birilerinin hizmetinde bulunmaktan keyif duyan, güce tapınmayı beceri sananların Cumhuriyet’in erdemini anlamaları olanaksızdır. Emperyalist çıkarlar uğruna kendi ulusunun, yurttaşının, dindaşının, komşularının çıkarlarını hiçe sayanların anlayabileceği bir şey midir heyecan içinde İstiklal Marşı söylemek, Atatürk anıtlarında saygı duruşunda bulunmak. Uşaklığı, hizmetkârlığı uyanıklık sanan; halkını soydurmayı, soymayı başarı olarak gören birileri için özgür birey olmak, vatan için özveride bulunmak anlaşılabilir bir şey midir?

Tarihi evliyalardan, doğaüstü güçlerden, asılsız uyduruk masallardan ibaret sananların, milletin yarattığı büyük destanlara, başarılara, utkulara inanması beklenebilir mi? Kendi ulusuna değil de küresel güçlere bel bağlayanlara bayrağın öksüz kalması anlatılabilir mi?

Van depremindeki can kayıpları nedeniyle Cumhuriyet Bayramı törenleri iptal edilmiş! Yas tutacakmışız öyle mi? Depremin acısını yüreğimiz derinliklerinde duyumsuyoruz; ancak depremi, bilinçsiz uygulamaları, yönetimleriyle felakete dönüştürenleri de kınıyoruz. Kaçak, imarsız binalara izin veren, insanımızı para hırsına kurban eden anlayıştan da nefret ediyoruz. Cumhuriyet ahlak yerine, küresel-feodal ahlak anlayışını benimseyerek kentlerimizi, köylerimizi, akarsularımızı, denizlerimizi, emeğimizi, alın terimizi, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızı yağmalayıp yağmalatanları da kınıyoruz. Cumhuriyet ahlak ve erdem rejimidir, bilmeyenlere anımsatalım istedik.

Ulusal bayramları çalgılı çengili eğlence sananların bu topraklara, milli duygulara ne kadar yabancı oldukları ortada. Kurtuluş Savaşı ile sömürgeci hevesleri kursaklarında kalanlar ulusal bayramlarımıza saygı gösterir mi? Hele onlara işbirlikçiliği görev bilip kendi halkına, değerlerine, düşman olanlardan Cumhuriyet’e saygı, sevgi ve bağlılık beklemek mümkün mü?

Ülkemizin yangın yerine döndüğü bir anda Kurtuluş Savaşı vererek Cumhuriyet’i kurduk. Bu topraklarda yaşayan herkes, Cumhuriyet’in birleştirici değerleriyle bir ulus oldu. Terör saldırılarıyla her gün şehitler verdiğimiz, Van’da büyük bir felaketi yaşadığımız ve bunun sonucunda da yurttaşlarımızın morallerinin bozuk, umutlarının yok olmakta olduğu bir dönemde Cumhuriyet’imizin birleştiriciliğine, sıcaklığına o kadar çok gereksinmemiz var ki… Van’da donmamak için çabalayan yurttaşı, ancak Cumhuriyet güneşi ısıtır.

Tam da bayram törenlerinin iptal edildiğinin duyurulduğu bir günde bir televizyon kanalımızda bir cemaat sözcüsünün Güneydoğu’yla ilgili projelerini anlatması rastlantı olmasa gerek. Cumhuriyet’in birleştirici gücünü yok ederek cemaatlerden, tarikatlardan medet umanlar, ulusumuzu nasıl parçaladıklarını görmüyorlar mı?
“Ekime söyleyin bundan böyle yirmi sekiz çeksin, Kasım dokuz çeksin, Nisan yirmi iki, Ağustos yirmi dokuz çeksin. Çünkü birileri bizi çekemiyor.” Bu sözler, büyük usta Müjdat Gezen’e ait. Yoruma gerek var mı?
Birileri Cumhuriyet’i Van’daki deprem enkazına gömmek istiyor. Cumhuriyet Çanakkale’nin, Sarıkamış’ın, İnönü’nün, Sakarya’nın, Dumlupınar’ın yangınlarından doğdu. Kökleri yangınlara dayanıklıdır. Böylesine görkemli bir çınar; iş bilmez, küresel güçlere yaslanmış, feodal safsatalarla beslenmiş tufeyli takımının enkazı altında kalır mı? Söyleyin bakalım, Cumhuriyet hiç yasaklanır mı?
Adil Hacıömeroğlu
29 Ekim 2011
Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

ŞEHİTLERİMİZİ UĞURLARKEN

19 Ekim günü Çukurca’da yirmi dört vatan evladı hain tuzakta can verdikten sonra basın organlarının büyük çoğunluğundaki yayınlar, ulusumuzun moralini oldukça bozdu. Hemen hemen her gün şehit verdiğimiz son bir ayda hala PKK’ya övgüler düzen kimi yorumcuların varlığı halkımız arasında öfke birikimine neden olmakta. Ben de öfkemi içime gömüp şehitlerimizin acısını yüreğimin orta yerinde duyumsayarak televizyon ekranlarındaki saçmalıkları izlememeyi yeğledim. Burada yapılmak istenen, dünyanın en eli kanlı örgütünü aklama çabasında.

Uykusuz geçen bir gecenin sabahında birkaç gazete (Ne yazık ki iktidar güdümünde olmayıp gerçekleri yazan gazete sayısı çok az.) alarak yollara düştüm. Trafik çilesini hafifletmenin en iyi yolu, yolculukta bir şeyler okumak. Gazetelerde şehitlerimizin ilginç yaşam öyküleri var. Hepsinin benzer,hüzün dolu kısa geçmişleri. Sanırım en acıklısı da Şehit Çavuş Birol Elmas’ın Adapazarı’nda yaşayan ailesinin yürek burkan yaşamı. Elektriği kesik bir barakada biri özürlü üç çocukla verilen bir yaşam kavgası. Devlete meydan okuyanların kaçak elektrik kullanım bedelleri, tüm Türkiye’deki tüketicilerin faturalarına yansıtılırken Çukurca’da hain pusuda bölücü örgütün kurşunlarına hedef olan Birol’un barakası kapkaranlık. Tüm yoksulluğa ve olanaksızlığa karşın isyan yolu yerine, vatan hizmetini seçen kocaman yürekli canların ışıldattığı derme çatma barakada yaşama tutunuş.

Gazetelere dalmış gitmişken Bakırköy’e geliyorum. Birkaç arkadaşla ayaküstü sohbet ediyoruz. Zaman hızlı akmakta. Geç kalacağım kaygısı... Saat on bir olmadan hızlı adımlarla uçarcasına Ataköy 5. Kısım Camisine ulaşıyorum. Yoğun güvenlik önlemleri alınmış. Cami avlusuna girmek yasak. Arka kapıdan caminin ağaçlıklı bahçesine giriyoruz. Her yaştan, her sınıftan insanlar, çok geçmeden her yanı dolduruyor. Herkeste üzüntüyle karışık bir öfke. Ancak cami avlusunda yurttaşın cenaze namazı kılması yasak. Şehit cenazelerinin muhalif gösterilere dönüşmemesi için özel bir gayret gösterilmekte. Hele cuma ve cenaze namazını kıldıran imamların “alkış yapılmaması ve slogan atılmaması” yolundaki telkinleri dikkat çekici. Cami avlusunda şehit aileleri ile protokole mensup kişiler var. Şehit cenazelerinde AKP yöneticileri halkla temastan özellikle kaçınmaktalar.

Cami avlusundaki kadınların sayısı, neredeyse erkeklerden çok. Protestolarda kadınlar daha etkin. Anneler, eşler, yavuklular… Mehmetçikleri bağırlarına basıyorlar. Hemen herkesin elinde al bayraklar.

Şehitlerin cenazesinde en ilgi çekici katılım liselilerden. Çoğu okul üniformalarıyla gelmişler. Bir ağacın altında bir kız öğrenci grubu dikkatimi çekiyor. Telaşla geri dönüş paralarını denkleştirmekteler. Avcılar’dan gelmişler. Ailelerinin haberi yok, okul idaresi izin vermemiş. Çok heyecanlılar. Ayaküstü söyleşiyoruz. Atatürk’e ve Cumhuriyet’e bağlılıkları göğsümü kabartıyor. Az ötedeki liseli erkek öğrenci grubuna yaklaşıyorum. Onlar, Kocasinan’dan yürüyerek gelmişler. Harçlıkları olmadığından yine yürüyerek dönecekler evlerine. Bakırköy’ün çeşitli liselerinden öğrenciler doldurmuş her yanı. Hepsi pırıl pırıl, yurt sevgisiyle dolular.

Liseliler cenaze bitiminde toplanarak “Anne üzülme, evlatların yanında!” sloganını haykırıyorlar; saf, temiz, taze sesleriyle yürekten.

Yakamda Şehit Asteğmen Bilal Özcan’ın ve Şehit Er Eyüp Çolakoğlu’nun fotoğrafları durmakta. Gencecikler… Cennet bahçesindeki melekler gibi temiz yüzlerinden, insan bakışlarından ayıramıyorum gözlerimi. İçim öfke ve isyanla dolu. Böylesine güzel insanlara nasıl kıydınız kör olasıcalar, diyorum. Gözümde Bilal ve Eyüp’ün bakışları, kulaklarımda liselilerin haykırışlarıyla eve dönüş yolundayım. “Acaba!”, diyorum kendi kendime: “Adapazarı’ndaki şehit Birol’un barakasındaki elektrik, borca takılmadan ne kadar daha yanacak?” Ortadoğu’daki petrol savaşı ve ülkemiz siyasetçisinin gafleti önümüzdeki günlerde kaç tane daha fidanımızı toprağımızdan söküp götürecek?

Kadınların, gencecik liselilerin her yaşta yurttaşın sahip çıktığı şehitlerin koruduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak o kadar kolay mı sanıyorsunuz?

Adil Hacıömeroğlu
21 Ekim 2011
Not: 24 Ekim 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com’dan okuyabilirsiniz.

ARAP ZEMHERİSİ

Libya’nın devrik lideri Muammer Kaddafi, 20 Ekim’de doğum yeri Sirte’de yakalanarak öldürüldü. Televizyon ekranlarından izlediğimiz görüntülerde linç edilme söz konusu. Hem de vahşice bir linç…

Kaddafi’nin nasıl ve nerede, kimlerce yakalandığı meçhul. Böyle bir ölüm özellikle planlanmış gibi. Ülkesine ihanet eden işbirlikçi liderler, diktatörler zoru gördüklerinde zaman geçirmeden pılısını pırtısını, hazinesini, ailesini, en yakın hizmetkârlarını toplayarak kendisini koruyan bir ülkeye kaçıverir. Genellikle bu ülkeler; dünyadan soyutlanmış, diktatörlükle yönetilen yerlerdir. Bazen de hizmet ettiği efendinin ülkesine kaçarlar.

Kaddafi, ülkesinden kaçmadı. Ülkesini sömürgeleştirmek isteyen güçlere ve onların işbirlikçilerine karşı mücadeleyi yeğledi. Demokrat bir lider değildi; ama yurtseverdi. Ülkesinin yer altı kaynaklarını yabancılara peşkeş çekmek yerine, millileştirmeyi seçti. Bu nedenle de Batılı sömürgecilerin boy hedefi oldu.

Neden böylesi bir ölüm? Libya, aşiretlerden oluşan bir ülke. Kaddafi de büyük aşiretlerden birisinin üyesi. Aşiret yasaları, gelenekleri kesin kurallara bağlıdır ve çağdaş dünyanın anlayışına uymaz. Bunu en iyi bilenler de sömürgecilerdir. Aşiretlerin uzlaşması, ulusal bütünlük oluşturmaları sömürgecilerin işine gelmez. Ulusal bütünlük olursa, emperyalistlerin kullanacağı gruplar da olmaz. Bu nedenle de aşiretler uzlaşmamalı ve sürekli düşmanlıklar yaratılmalı. Düşmanlıklarda da sömürgeci ülke bir aşireti diğerine karşı kullanmalı.

Kaddafi’nin öldürülme biçimi hem Kaddaf hem de müttefikleri olan diğer büyük aşiretler tarafından kabul edilecek cinsten değil. Bu nedenle de isyancı aşiretlere karşı düşmanlık besleyecekleri kesin. Bu da intikam ateşini tutuşturacak. Böylece de Libya’nın ulusal bütünlüğü parçalanacak. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi (Sünni, Şii, Kürt ayrışması ulusal bütünlükte onulmaz bir gedik açmıştır.). Halkı parçalanmış, düşmanlıkların diz boyu olduğu bir ülke asıl düşmanını fark edip ona karşı savaş verebilir mi? Kendi kanını emen, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömüren asalakları görebilir mi?

Libya, görünürde UGK’ nın (Ulusal Geçiş Konseyi) kontrolündeymiş gibi görünse de asıl egemenler ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın oluşturduğu emperyalist güç birliğidir. Kaddafi’nin infazının bu ülkelerin bilgisi dışında olduğunu kim söyleyebilir? Ya da UGK, kendi iradesiyle böyle bir infazı gerçekleştirebilir mi?

UGK’ dan söz açılmışken önemli bir konuya değinmeden geçemeyeceğim. Çünkü UGK’ nın anlayışını anlamak açısından bu çok önemli. “İtalyan sömürgecilik yılları Libya için bir kalkınma dönemi oldu. İtalyan sömürgeciliği ülkemize yolları getirdi, Trablus'ta, Derna'da ve Bin gazi’de bugün bile ayakta duran güzel binalar inşa etti. İtalyanlar, Libya halkına tarımsal kalkınmayı, adil yasaları ve adil yargılamaları armağan etti. İtalyan sömürgeciliğinin Libya'ya kazandırdıklarını tüm halkımız çok iyi biliyor. Buna karşılık Kaddafi, İtalyan kolonyalizminin tam tersi bir çizgide yürüdü. Ülkemizin kalkınması için hiçbir şey yapmadı. Libya'nın zenginliklerini halkı için kullanmadı. (20 Ekim 2011, Aydınlık)” Bu sözler, UGK Başkanı Mustafa Abdülcelil’e ait. Sözlerini şöyle sürdürüyor demokrasi kahramanı(!) başkan: “Avrupa'nın sömürgecilik tarihini kara sayfaları dâhil iyi biliyoruz. Ama İtalya, Libya'dan ayrılırken ardında dostluk simgeleri bıraktı.” Hem de nasıl bir dostluk… Mussolini, Libya’nın büyük bağımsızlık önderi ve ulusal kahramanı Ömer Muhtar’ı asarak dostluğunu gösterdi. Şimdi de Abdülcelil, Mussolini’nin ardılı, fikirdaşı olan dışişleri bakanının huzurunda aşkla sömürgeci uşaklığını ilan ediyor.
Bir “Arap Baharı” sözü tutturuldu gidiyor. Araplara demokrasi getireceğini söyleyen emperyalistler tarafından. Hem de öyle bir demokrasi ki yargılanmasından korkulan bir lider linç ettiriliyor sokaklarda. Demokrasi(!) için yola çıkan aşiretler, karşıtlarını sokaklarda infaz ediyor. Efendilerinin eskiden işledikleri cinayetlere, ülkelerini sömürmelerine övgüler düzüyorlar. Bu demokrasiye RTE'nin elden gönderdiği üç yüz milyonluk bir katkı söz konusu. Anlayacağınız bu demokrasi çorbasında bizim de tuzumuz var.
Emperyalizmin kucağına oturmuş ortaçağ feodalleriyle bir ülkeye demokrasi gelir mi? Böylesi bir durumda o ülkenin bağımsızlığından, dirliğinden, düzeninden söz edilebilir mi? Halkı bölünmüş, sokaklarında yargısız infazların yapıldığı, sömürgeciliğin göklere çıkarıldığı bir coğrafyada bahar yaşanır mı? Böylesi bir duruma verilecek ad “ Arap Zemherisi”dir. Karakışın bahara dönüşmesi için o topraklarda Atatürk çiçeklerinin açması, Ömer Muhtarların doğması gerek.
Not 1: Libya ile ilgili daha önce yazdığım iki yazı, bugünleri anlamak için tekrar okunabilir: 1-http://adiladalet.blogspot.com/2011/03/libya-bolunmeye-dogru-mu.html 2-http://adiladalet.blogspot.com/2011/03/trablusgarptan-libyaya.html
Adil Hacıömeroğlu
23 Ekim 2011
Not 2: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

VATANIN BAĞRINA DÜŞMAN DAYAMIŞ HANÇERİNİ

19 Ekim sabahı ulusumuz yirmi dört şehidin acı haberiyle güne başladı. Kahpe kurşunlarla vurulup yere düşen Mehmetçiklerin acısı, yurdun dört bir yanını yasa boğdu. Bölücü örgütün eyleminin zamanlaması dikkat çekicidir.

Çukurca’daki terörist saldırı, zamanlama açısından önemlidir. Saldırının, Habur rezaletinin yıldönümüne rastlaması anlamlıdır. Terörle nasıl mücadele edeceğini bilmeyen iktidarın Habur’da terörle el sıkışmasının bedelini, Mehmetçik kanıyla ödüyor. Dünyanın hiçbir yerinde teröristle kol kola girerek terörün bitirildiği görülmemiştir.

Hakkâri’deki saldırının, Cumhurbaşkanı’nın bölgeye yaptığı gezinin hemen ardından gerçekleşmesi de ilginçtir. Bölücü örgüt, devletin en yüksek makamına meydan okuyor. Bu saldırıyı bir gün önce de yapabilirdim, diyor. Bu yolla da sempatizanlarına güven ve cesaret aşılarken iktidar kanadını da şaşkınlığa sürüklüyor.

2002’de bitme noktasına gelen terör, dokuz yıllık AKP iktidarı döneminde neden hızlı bir yükselişe girmiştir? Bunun nedeni terörün ulusal bütünlüğümüze verdiği zararın bir türlü kavranamamasıdır. AKP yönetiminin izlemekte olduğu yanlış Ortadoğu politikası iflas ederken terörün hızla tırmanması rastlantı değildir. Ortadoğu’da uzak, yakın nerdeyse tüm komşularımızla yapay sorunların ortaya çıkarılması, bu ülkelerin içişlerine müdahale edilerek onlara “ayar verilmek” istenmesi terörün yükselmesindeki etkenlerdendir. Hükümetin, Ortadoğu politikası tamamen ABD eksenine yerleşince de bunun bedeli ağır oluyor. Suriye ve İran’la gerilen ilişkiler, İsrail’le anlamsız çekişmeler Mehmetçiğin kanının dökülmesine neden oluyor.

“Yoksa İsrail kendi iradesiyle bunları serbest bırakmış olmazdı. Bu anlaşmayla birlikte o geçmiş işlendiği iddia edilen suçlar ki biz bunları suç olarak görürüz görmeyiz bu ayrı bir tartışma böyle bir şey varsa dahi İsrail tek taraflı bu serbest bırakma işlemini kendine yakın kılmış oluyor. Türkiye açısından bu noktada bağlayıcı bir durum yoktur.” Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, Hamas militanlarından bazılarının ülkemize getirilmesiyle ilgili yaptığı açıklamasında bunları söylüyor. Hamas militanlarının suçlu olup olmadığına karar veren Bakan Bey, ülkemiz topraklarını kana bulayan PKK ile ilgili söz etmiyor nedense. Eğer sen, başka ülkelerin terörist saydığı örgütü aklamaya çalışırsan, onlar da senin terörist saydığını “özgürlük savaşçısı” ilan eder. Hamas’ın hamiliğine soyunan iktidar, kendi ülkesini kana bulayan terör örgütünü görmüyor.

Suriye ve İran konusunda ABD politikalarının sözcüsü durumuna gelen RTE, terörü de Irak’taki işgalcilerle çözmeye çalışıyor. ABD ise Ortadoğu’nun ateş kazanına durmadan odun atarak yangının büyümesine neden oluyor. Şimdi anlı şanlı basınımız, İran ve Suriye’nin son saldırıların arkasında olduğunu yazacak. Böylece de ABD ve İsrail’in bu ülkelere yapacağı saldırılara kamuoyu nezdinde haklılık kazandıracaklar kendilerince. Saldırılarda kullanılan ağır silahlar ve teknoloji Suriye ve İran’ın sahip olduğu cinsten değil. Bu olanaklar bölgede iki ülkede var: ABD ve İsrail. Bu saldırılar provakatiftir. Türk kamuoyunu İran ve İsrail’e düşmanlaştırma amacı taşımakta.

Saldırıdan sonra yapılan açıklamalar ise ibret vericidir. Hele RTE’nin, işi getirip “internet andıcı”na bağlaması büyük beceri. Nerdeyse bunu Ergenekon yaptı, diyecekti. Bu da gösteriyor ki, sorumlu makamların gündeminde terör yok, Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesi var. Siyasal parti liderlerinin açıklamaları gösteriyor ki ülkemizin iktidarı ve muhalefeti terörün önlenmesiyle ilgili düşünceler, projeler üretememişler. Böyle olunca da terör örgütü kan dökmeyi sürdürür.

En çarpıcı açıklama ise hükümetin ağlak bakanından geldi. “Bu acıları yaşatanları Allah en kısa sürede helak etsin.” Evet, tüm işlerimizde olduğu gibi bu işi de Allah’a havale ettik, sorumluluk bizden gitti.

Terörü bitirmek için, teröristle savaşmak gerekir. Bölücü örgütü destekleyen ülkelerle ilişkileri yeniden düzenlemeli. Ülkemize saldırlar, ABD işgali altındaki Irak topraklarından yapılmakta. Irak’ın kuzeyinde Amerika istemediği sürece kuş dahi uçmaz. Müttefikimiz olan(?) bir ülkenin vatanımızı bölme amacını hala göremiyorsak kusur kimdedir?
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini / Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?” Namık Kemal’in yıllar önce söylediği bu dizeleri yanıtlayacak Mustafa Kemallerin haykırışlarını duyar gibiyim. Gaflet içinde, kişisel çıkarından başka bir şeyi göremeyen; işbirlikçi olmayı, onurlu yurtsever olmaya yeğleyen politikacılarla vatanın bağrına saplanmış hançeri çekip çıkarmak olanaksız. Mustafa Kemal’in bağımsızlıkçı ateşini tüm yurt sathında yakmaktan başka çözümümüz var mı?
Adil Hacıömeroğlu
20 Ekim 2011

KÖLECİ DÜZENE DOĞRU

Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın çalışma saatlerinin yeniden düzenlenmesi ile ilgili önerileri ilginç. Sekiz saatlik çalışma süresi neredeyse terk edildi ülkemizde. Asgari ücrete mahkûm edilen milyonlarca insan, şimdi de haftanın altı günü çalıştırılmak istenmekte.
“Bazı ülkeler gün ışığına bakarak çalışıyor. Biz de böyle çalışsak yaz saati ayarlamasına gerek kalmayacaktı. Yaz saatiyle 600 milyon kilovatsaat tasarruf sağlıyoruz. İnsanların üzerinde bıraktığı psikolojik etki ve verimlilik açısından mesai saatlerinin erkene alınmasından yanayım. Bu dönem gün ağarması 06.20’de ise saat 07.30’da mesai başlamalı. Amerikalı aynı saatte işe başlıyor da bizde neden olmasın? Kültürümüzde de bu tür şeyler var; bakkal 06.00’da dükkânı açar. Ağrı’da seçimlerde sandığı bir saat erken açıyorsam, niye işyerini de açmayayım. Bunu Bakanlar Kurulu’na önereceğim. Yılda üç milyar kilovatsaat, altı yüz milyon lira tasarrufumuz olur.” Her fırsatta AB değerlerinden söz eden iktidar partisi, çalışma saatleri söz konusu olunca ABD’yi örnek alıyor. Eskiyle kavga etmeyi, önceki iktidarların yaptıklarını kötülemeyi şiar edinen AKP sözcüleri, nedense bu konuda eski uygulamaları savunmaktalar.
Günlük çalışma sürelerinin sekiz saate düşürülmesi çalışanların demokratik kazanımıdır; insanca yaşamak için hakkıdır. Köleci, feodal toplumlar ile kapitalizmin vahşi sömürü ağını ördüğü yıllarda çalışma sürelerinin bir standardı yoktu. Gün doğumuyla başlayan günlük çalışma, gün batımıyla sona ererdi. Çalışanların sosyal ve insani gereksinmeleri göz önüne alınmazdı. Çünkü çalışan; bedeniyle, ruhuyla, emeğiyle işverenin malıydı. Gelenek denilen de budur. Gelenekler demokratik bir yaşamın ölçüsü olamaz. Toplumların modernleşmesi, insanın çağdaş bir yaşam düzeyine ulaşması geleneksel toplum yapısının değişmesiyle olur.
Çalışanların, iş yaşamları dışında da bir yaşamlarının olduğu kabul edilmeli. İnsanın sosyal bir varlık olarak gezme, eğlenme, dinlenme, okuma, sosyal etkinliklere katılma haklarının olduğu yok sayılamaz. Yaşamı iş ve ev arasına hapsetmek despotik bir düzenin işaretidir.
Dört yılda bir yapılan seçimlerde erken oy kullanmayı örnek olarak göstermek de tam bir bilgisizlik örneğidir. Erken mesai, büyük kentlerde büyük sorunlar yaratır. Hem çalışanlar hem de hizmetten yararlananlar açısından zorluklar ortaya çıkar. Bir kişinin gün doğumundaki mesaisine yetişmesi için neredeyse gece yarısı kalkması gerekecektir. Uyandıktan sonra yapılacak bir kahvaltı, alınacak bir duş işin verimi açısından önemlidir. İnsanları yatağından kalktığı gibi işe göndermek ilkelliktir.

Sözlerini şöyle sürdürüyor Sayın Bakan: “70’lerde cumartesi çalışma uygulaması vardı, sonra kaldırıldı ve Türkiye hak etmediği refah seviyesini peşin satın almış oldu. Bu doğru bir yaklaşım değil. Biz niye daha çok çalışmayalım?” 1970’lerdeki uygulamayı örnek gösteriyor Hazret. Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlayan bir süreçte yurttaşına insanca yaşam hakları tanıdı. Giderek daha iyi bir çalışma ortamı sağlandı. 1970’lerdeki refahı biz neden hak etmemişiz? Bu refahı halkımız, Cumhuriyet’le başlayan sanayiye dayalı kalkınmayla sağlamıştı. Üstelik biz o günlerde dışarıdan tarım ürünü alan değil, dışarıya tarım ürünlerimizi satan bir ülkeydik. Üstelik dünyanın en demokratik anayasasıyla da yönetiliyorduk. Hani kimi sağcı siyasetçilerin yurttaşımıza bol geldiğini söylediği 61 anayasası. Kalkınmadaki gerçeği görmek istemeyenlerin aklına hemen halkını köle gibi çalıştırmak geliyor.
Taşeron sistemiyle çalışma süreleri zaten uzatılmış ve emek ucuzlamış durumda. Bu sistemle toplumun örgütlenmesi de rafa kalktı.
Bakan Bey’in bu söyledikleri, AKP yönetiminin asıl ne istediğini de ortaya koymakta. Güneş doğarken kalk, işe git; gün batımında eve dön. Yemeğini ye, televizyonun karşısına geç, yalan rüzgârlarını izle, sonrasında uyu. Tüm yaşamın böylesine bir kısır döngü içinde geçiversin. Düşünme, yorum yapma, katılımcı ve sorgulayıcı olma, dayanışmayı, yardımlaşmayı unut. Tiyatroya, sinemaya gitme; gazete, dergi, kitap okuma. Okusan da okumak için değil, bakılmak için gazeteleri seç; çünkü zamanın ancak buna yeter. Eşi, dostu, akrabayı, arkadaşı görme. Ülkende ne olup bittiği de seni ilgilendirmez, nasıl olsa küresel tekellerle onların işbirlikçileri gerekeni yapıyorlar. Kendini özgür hisseden kafese kapatılmış evcil bir kuş gibi yaşamını sürdür. Çünkü sen, artık köleci bir düzenin esamisi okunmayan emek makinesisin.
Adil Hacıömeroğlu
15 Ekim 2011
Not: 17 Ekim 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştr.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.