CHP NE YAPMALI?

        Son yıllarda farklı toplum kesimlerinden CHP’ye eleştiriler yapılmakta ve CHP’nin müzmin muhalefet hastalığının nedenleri araştırılmakta. Bu konuda birçok öneri ve çözüm yolu ortaya atılıyor. Bu eleştiri ve önerilerin birçoğu günü kurtarmaya ve kişisel çekişmeleri, düşmanlıkları kamuoyunun gündemine taşımaktan ibaret. Bazıları ise yalnızca eleştiri yüklü, çözümlerden uzak. Çok azında ise çözüm yolları da önerilmekte. CHP yönetimleri ise yıllardır bu eleştiri ve öneriler karşısında günlük birtakım önlemlerle ve daha çok kişilere odaklı değişimlerle durumu idare etmeye çalışıyor. Kamuoyunda isim yapmış farklı kesimlerden kişileri aday listelerinin ilk sıralarına koyarak halka değiştiğini, eleştirileri ciddiye aldığını göstermeye çalışmakta ve kamuoyunu savuşturmakta parti yönetimi.

         CHP gerçekten yenileşmek, değişmek ve halkın isteklerine yanıt vererek ülkenin çığ gibi büyüyen sorunlarına çözüm bulmak istiyorsa öncelikle kişi odaklı politikalardan vazgeçmeli. Önemli olan sistem ve bu sistemi oluşturan anlayış. Eğer sistemi doğru temeller üzerine oturtursanız, doğru kişiler de bu sistem içinde yerini alır. Kişilere odaklı particilik anlayışı, CHP’nin halktan kopmasının önemli nedenlerinden. Bu durum hizipçiliği geliştirdiğinden parti içindeki yetkiyi halktan değil de hizipten alma durumu ortaya çıktı. Böylece parti örgütü hiziplere açılırken halka kapanmakta. Halkın geniş katılımının olmadığı, farklı görüşlere tahammülün gösterilmediği parti örgütlerinin yenileşip gelişmesi de olanaksızlaşıyor. Parti örgütleri halkın istekleri yerine, hizip mensuplarının isteklerini karşılamak durumunda kalıyor.

         CHP değişmek, yenileşmek, halkla bütünleşerek iktidara yürümek için ne yapmalı? Bu konudaki çözüm, kendi geçmişinde var. Menderes döneminin baskıcı, dışa bağımlılığa dayalı, yandaş kayırmaları yoluyla yeni milyonerler yaratma uygulamaları halkın adalet duygusunu zedelemişti. İşte, bu koşullarda iktidara karşı gelişen halk (özellikle de gençlik) muhalefetinin en önünde CHP’yi görüyoruz. Basının türlü bahane ve baskılarla susturulduğu, yayınlarının yasaklandığı dönemde genç CHP’lilerin (Bunların başında Bülent Ecevit ve Altan Öymen gelmekte.) Ulus Gazetesi’ni halka, elden dağıtmaları övgüye değer.

     Demokrat Parti’nin antidemokratik uygulamalarına karşı CHP, halkın demokratik isteklerinin sesi ve öncüsü oldu. Özgürlüğü savunan CHP, tüm hile ve entrikalara karşın 1957 seçimlerinde % 41,12 oy almayı başardı. Çocukluğumuzda Demokrat Partili bazı yakınlarımız, gurbette bulundukları İstanbul’da Menderes’e birden çok oy vermelerini ballandırarak anlatırlardı. Seçimlerde yapılan hileler övünçle anlatılır; bunun bir uyanıklık, kurnazlık olarak vurgularlardı. Her şeye karşın toplumun özgürlük ve adalet isteklerini sahiplenen CHP için bu seçim sonuçları önemli bir başarı.

         CHP’nin en çok oy aldığı seçim 1977’dir. Oy oranı, % 41,39’... Halkla bütünleşen bir CHP ve lideri burada ilgi çekicidir. 1977’ye gelen süreç, 1965 Kurultayı’yla başlayıp 12 Mart muhtırasıyla sürer. 1965 Kurultayı’nda CHP, ortanın solunda olduğunu açıklar. Partinin sola kaymasını sağlayan ekibin lideri Ecevit, Kemal Satır’ın yerine genel sekreter seçilir. Böylece gençlik ve dinamizm, durağanlığa galip gelir.

         12 Mart hareketi toplumsal muhalefeti, özellikle de solu bastırmaya yönelikti. Muhtıra verildiğinde Bülent Ecevit, CHP genel sekreteriydi. Askeri darbeye “Muhtıra bana verildi.” diyerek ilk karşı çıkan siyasetçi Ecevit’ti. Muhtıra sonrası kurulan Erim (CHP üyesiydi.) hükümetine CHP’nin destek vermesine de karşı çıktı Ecevit. Bu nedenle de genel sekreterlik görevinden ayrıldı. Bu davranışı, Ecevit’i darbeye karşı demokrasiyi savunan lider konumuna yükseltti. 14 Mayıs 1972’de ise CHP genel başkanı oldu. 1973 seçimlerine gidilirken darbecilere karşı demokrasi ve özgürlük bayrağı CHP’nin elindeydi.

         CHP’nin, “Ne ezen ne ezilen; insanca, hakça bir düzen! Toprak işleyenin, su kullanın.” sloganlarında ifadesini bulan ve simgeleşen sol programı liderini de “Halkçı Ecevit” yapmıştı. Bu solcu söylem, geniş halk kitlelerini CHP’ye yönelterek halkın solu benimsemesini sağladı. Ayrıca emekçi kesimlerin politize olması da ilgi çekici. Bu yükseliş ve değişimde CHP’nin daha solunda gelişen sol hareketlerin de önemli etkisi, katkısı olduğunu söylemek gerek.

         Yine bu dönemde parti kadrolarındaki gençleşme önemli. Yıllardır milletvekili olan ve partinin yönetim kadrolarını işgal eden, halktan kopuk, üretkenliğini, mücadele azmini yitirmiş kişilerin yerine heyecanlı gençlerin gelmesi örgütsel bir devinim yarattı.

         1973 seçimleri sonrası kurduğu koalisyon hükümetinde Kıbrıs, haşhaş ve kıta sahanlığı gibi konularda ulusal çıkarları savunan kararlı tutum, CHP’ye güç kattı.

         Kısacası; 1977’ye uzanan süreçte darbeye karşı demokrasiyi, sağcı sömürü düzenine karşı solculuğu, durukluğa karşı devingenliği, emperyalizme karşı ulusalcılığı savunan CHP halkın ezici siyasal desteğini alarak iktidara yürüdü.

         Bu süreçte bir dikkat çekici durumu da paylaşmamız gerekiyor. 1973 seçimlerinde din sömürüsünü politik merkezine oturtan bir MSP vardı. Bu seçimlerde % 11,8 oy alarak koalisyon hükümetlerinin değişmez ortağı oldu. Bu hükümetler döneminde imam hatip okulları kuruluyor, devlet içinde irticacıların kadrolaşmaları da sistemli olarak sürüyordu. 1977’de MSP’nin oyları % 8,57’ye gerilerken CHP’nin oyları % 41,39’a yükseldi. Din sömürüsüne dayalı siyasal anlayış; ulusalcı, solcu, özgürlükçü, emeği savunan siyasal anlayış karşısında yenilip geriledi.

         Bugün siyasal değişimi dinsel iletilerde arayan bazı CHP’lilerin bu tarihsel durumu göz önüne almaları gerekmez mi? Çözüm, CHP’nin tarihindedir, popülist politikalarda değil.

                                                                             Adil Hacıömeroğlu

                                                                             28 Ekim 2010

         Not: 1 Kasım 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

         Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

 

CUMHURİYET BAYRAMI

Bugün Cumhuriyet’imizin 87. yılını kutluyoruz. Türk tarihinin en büyük uygarlık projesi, atılımı olan Cumhuriyet devrimidir. Bugünlerde bazı art niyetli siyasetçilerimiz her türlü siyasal ve toplumsal sorunun ortaya çıkışının nedenlerini, Cumhuriyet’e ve kurucusu M. Kemal Atatürk’e bağlamaktalar. Her türlü sorunu (Bunlrın birçoğu yapay ve özellikle gündeme getirilmiştir.) Cumhuriyet Devrimi’ne bağlama hastalığı sağlıklı bir ruh hali değildir. Bu durum; bitmez bir kinin, tükenmez bir intikam duygusunun açığa vuruluşudur. Türk Devrimi ile çıkarları zedelenen, geri feodal bir toplumsal düzenin kaaranlığından beslenen bir güruh hiçbir zaman Atatürk ve Cumhuriyet’i içine sindirmemiştir.

Kendine aydın diyen birçok kişi, Cumhuriyet Devrimi’nin erken ve tepeden inme olduğunu söylüyorlar. Bu iddia yersiz, yanlış ve Cumhuriyet’e giden süreci anlayamamaktır. 1923’e kadar Türk toplumu türlü modernleşme atılımları yaşamıştır. Türk Devrimi’ne karşı çıkanların en büyük savları ise yapılan devrimlerin yeniliklerin toplumumuzun dokusuyla uyuşmadığı düşüncesidir. Gerçek böyle midir? Bu sav gerçek dışıdır. Neden?

Türk toplumu tarihinin hiçbir döneminde katı din kurallarıyla yönetilmedi. Toplumumuzun geleneklerine, yaşam biçimine baktığımızda bu gerçeği yakından görürüz. Her bölgemizin, ilimizin, hatta ilçemizin kendine özgü halk oyunları vardır. Bunlar, bu toprakların binlerce yıllık geçmişini bize anlatan en önemli belgeler, göstergelerdir. Bu oyunlarımıza bakıldığında büyük çoğunluğunun kadın, erkek birlikte oynandığını görmekteyiz. Binlerce yıl, bu toprağın kadını ve erkeği el ele tutuşmuş birlikte halay çekmiş, horon tepmiş, ata barı oynamış; karşılıklı göbek atmış, zeybekte birlikte gururlanmış.

Yine tarihin derinliklerinden gelen türkülerimize baktığımızda kadınla erkeği birlikte görürüz. Birçok yöremizde var olan kadın ve erkeğin atışma geleneği bize her şeyi anlatmıyor mu? Sevda türkülerimizde kadına karşı incelik başka nerede vardır?

Geleneksel kadın kıyafetlerine bakıldığında bugün Cumhuriyet karşıtlarının savlarının temelsizliği anlaşılmaktadır. Yörelerin doğal koşullarına göre değişen başörtülerinin nasıl bir sanat ortaya çıkardığını görmemek olanaksızdır.

Köylerimizdeki tarımsal faaliyetlere komşuların kadın, erkek ayrımı olmadan imece yapmaları bizlere bir şeyler öğretmiyor mu? Yine nişan, düğün, bayram gibi toplu kutlamalarda aynı şeyi görmekteyiz. Düğünlere cinsiyet ayrımı yapılmadan herkes katılır, birlikte eğlenilirdi.

Bu topraklarda tarihimizin hiçbir döneminde “kaçgöç” yaşanmamıştır. Kadınla erkek arasına duvarlar örülmemiş, kadın evine hapsedilmemiş, yaşamın her alanında erkeğiyle omuz omuza olmuştur.

“Geçmişte Ulus'ta günün kıyafetine uygun değil diye kasketli köylünün oraya girişi, yasaklandı. Sakal yasaklandı, bıyık yasaklandı.” Bu sözler başbakana ait. Cumhuriyetçi görünerek Türk Devrimi’ne yükleniyor partisinin grup toplantısında RTE. Kılık kıyafet devrimini eleştiriyor kendince. Tarihsel dayanağı olmayan birtakım iddialarla Türk Devrimi’ni eleştirmek, onun getirdiği modernleşmeyi halkın gözünde küçük düşürmeye yönelik bir anlayışı anlamak olanaksız. RTE’nin söz ettiği o köylünün kasketinin şapka devriminin bir sonucu olduğunu da bilmemek ayrıca izaha muhtaç. Köylümüzün fes ve sarık yerine kasketi benimsemesi devrimlerimizin bir başarısı değil mi?

Ankara Ulus’ta kasketli köylülerin gezdirilmediğini söyleyen başbakan, o yıllarda Ulus Meydanı’nda Atatürk heykelinin yanında bir halk kürsüsünün olduğunu bilir mi acaba? Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen yurttaşlar ve Ankaralılar, o kürsüden her türlü istek, eleştiri ve düşüncelerini söylerlerdi. Bu düşünce özgürlüğünün tek parti dönemi olmasına karşın vardığı düzeyi gösterir. Bu kürsüler, ülkemizin tüm kent meydanlarında kuruluydu. Bu, Halkevlerinin öncülüğünde gerçekleşirdi. Günümüzde bir kent meydanına kurulacak bir kürsüden yurttaşın görüşlerini haykırması olanaklı mıdır?

Yıllarca ulusal bayramlarımızı davul zurnayla kadın, erkek kutlayan halkımızın devrimleri benimsemediği söylenebilir mi? Cumhuriyet Devrimi’nin halkımızca benimsenmediğini söyleyenler, geçmişte fener alaylarının görkemini, bayram geceleri yurdumuzun dört bir tarafında düzenlenen gecelerdeki kalabalık katılımları anımsamalarını isterim. İl, ilçe, bucak merkezlerinde ve okulu olan köylerimizdeki bu gecelere, en uzak köylerden insanlarımızın çoluk çocuk nasıl coşkuyla katıldıklarını bilmemek cehalettir. Hele bunu bilip de inkâr etmek kötü niyettir.

Bugün ülkemizin neresine giderseniz gidin, en ücra köşedeki evlerde, kahvelerde, lokantalarda, köy odalarında, işyerlerinde Atatürk’ün fotoğraflarının başköşede olduğunu görürsünüz. Türk Ulusu, Atatürk’ü hem kurtarıcısı hem de devrimlerinin mimarı olarak bağrına basmıştır. Halkın gönlünün derinliklerinde yer etmiş bir önderi ve O’nun devrimlerini toplumsal dokumuzdan söküp atmak kolay mıdır?

1919’da başlayan Türk’ün devrimci uyanışına o zaman da karşı çıkanlar vardı. Sırtını işgalci emperyalistlerle işbirliği yapan saltanat yardakçıları, tatlı su liberalleri, irticacılar ve bölücüler ittifak halinde Kurtuluş Savaşı’na da Cumhuriyet Devrimi’ne hep karşı çıktılar. Her fırsatta ortaya çıkarak ellerinden geleni yaptılar. Bugün de bu ittifak işbaşındadır. Küresel güçlerin sonsuz desteğiyle Atatürk’e, Cumhuriyet Devrimi’ne saldırmaktalar.

Cumhuriyet, toprağımıza kök salmış büyük bir çınardır. Bu çınarı söküp atmak kolay değildir. Şu anda yapılan çınarın dallarını budamaktır. Bahar geldiğinde budanan dalları eskisinden daha yeşil, daha göğermiş göreceğiz. Her dalda binlerce filizin, bir biriyle yarışırcasına boy attığına tanık olacağız.

Adil Hacıömeroğlu
29 Ekim 2010

SEÇİMLER RÜŞVETLE Mİ KAZANILIR?

Öteden beri genel ve yerel seçimleri kaybeden partiler, seçimlerde adaletsizlik yapıldığını söyler. Hep kazananın, hileyle kazandığı iddia edilir. Bugüne kadar tanık olduğum her seçim sonrası aynı itirazları farklı perdelerden hep işittim.

Peki, gerçekten durum böyle midir? Her seçimde iktidar partisinin baskısı ve devlet olanaklarını kullanması söz konusudur. Feodalizmin varlığını koruduğu küçük alanlarda egemen derebeylerin baskılarını da görmek olanaklıdır. Bugüne kadar yapılan her seçim öncesinde halka dağıtılan yiyecek, giyecek, yakacak … hatta para gibi nesnelerin yanı sıra vaat edilen hizmetler seçmene rüşvettir. Buraya, çok partili yaşama geçişimizden bu yana seçmene verilen ve vaat edilen rüşvetleri sayıp sığdırmamız olanaksızdır. Ancak seçimlerin bu rüşvetlerle kazanıldığını ya da yitirildiğini söylemek de halka haksızlıktır. Bu seçim rüşvetleri, seçmen sayısının az olduğu alanlarda kısmen etkilidir. Özellikle yerel seçimlerde küçük yerleşim yerleri, daha çok hizmet alırım düşüncesiyle iktidar partilerine yönelir. Buna, safça bir uyanıklık diyebiliriz.

Son birkaç seçimdir AKP’nin halka erzak dağıtarak seçimlerden galip çıktığı iddia edilmekte. Doğrudur, AKP halka erzak dağıtıyor. Peki, bu seçimleri kazanmanın asıl nedeni midir? Bence hayır! Her seçim öncesinde çeşitli kesimlerden yurttaşlarla siyaset konuşurum. Kime, neden oy vereceğini sorarım karşımdakine. O da kendince gerekçelerle ve bakış açısıyla sorumu yanıtlar. Bu nedenledir ki seçim tahminlerim hep doğru çıkar. AKP’ye oy vereceğini söyleyen yurttaşların birçoğuna “Neden?” sorusunu yönelttiğimde: “Başka parti mi var, kime oy vereyim ki?” yanıtını alırım. AKP hükümetinin adaletsizliklerini, yolsuzluklarını, dış politikadaki yanlışlık ve teslimiyetlerini anlattığımda ise karşımdakinin de beni desteklediğini görürüm. Burada muhalefet partilerinin düşünmesi gerekir. Halka güven verememelerinin nedenlerini cesaretle ve akılcı olarak ele almalarında yarar var. Sorunu yalnızca liderlerde aramak çözümü zorlaştırır. Parti denildiğinde liderden en küçük birimdeki yöneticiye, üyeye kadar uzanan ve bütünlük gösteren bir örgütlenmedir.. Bu zincirin halkaları birbiriyle uyumsuzsa güvensizlik ortaya çıkar.

Gerçekten birine erzak vererek oyu satın alınabilir mi? ALINAMAZ. Neden mi? Bunu söyleyenlerin çevrelerinde yoksul ve ihtiyaç sahibi birisi varsa bunu denesinler. Seçimlere epey zaman var. Bu kişiye şimdiden erzak yardımına başlasınlar ve seçim günü hayal kırıklığına uğradıklarını görecekler. Bunu neden mi söylüyorum? Benzer örnekleri görüp yaşadığım için.

Halkımız seçimi sever. Oyunu çok önemser ve bunun kendisine verilmiş bir yönetme, ülkenin geleceğine karar verme fırsatı olduğunu düşünür. Politikacıları iyi dinler, propaganda çalışmalarını kaçırmaz. Siyasetçinin diliyle yüreği arasındaki kopukluğu kolay fark eder. Politikacıda öncelikle aradığı içtenliktir. Kendisine değer verilmesini ister. Yukarıdan bakan siyasetçinin halk karşısında şansı yoktur.

Eğer muhalefet partileri gelecek seçimde iktidar olmak istiyorlarsa öncelikle seçmenle ilgili söylemlerini değiştirmeli. “Seçmen makarnaya, bulgura, kömüre oy veriyor.” diyerek iktidar olunmaz. Bu tür söylemler seçmene, halka hakaret değil midir? Hakaret ettiğiniz, bu tür söylemlerle iradesini aşağıladığınız kişi, size oy verir mi?

Bir diğer konu da HSYK seçimleri. Seçimleri iktidar yanlısı liste açık ara kazanınca “hükümet baskısından” söz edilmeye başlandı. Ancak kimse işin gerçek yanını dile getirmek istemiyor. Savcı ve yargıçlar üniversite mezunudurlar. Bu nedenle de az çok neyin, ne olduğunu kavrayacak, anlayacak düzeydedirler. Peki, işin gerçeği nedir?

Birincisi; cemaat lideri yıllardır, “mülkiye, adliye, harbiye” yi ele geçirmekten söz ediyor ve bunun kendileri için asıl amaç olduğunu belirtiyor. Son yıllarda hukuk fakültesi mezunu cemaat mensupları savcı ve yargıçlığı yeğlerken; laik cumhuriyetçi kişiler avukatlığa yöneliyor. Cemaatçiler kendi idealleri için devlet kademelerinde görev alıyorlar ve kendilerince mevzi kazanıyorlar. HSYK seçimleri ve anayasa değişiklikleriyle ilgili televizyon tartışmalarında laik kesimin sözcüleri genellikle yaşlı kesimden, cemaatçilerse gençlerden oluşuyor. Bu durum dikkat çekicidir. Cemaatlerin, kendi yurtlarında yetiştirdikleri öğrencileri iyi okullara yerleştirme gayretleri herkesçe bilinir. Bu konu iyi bir örgütlenme gerektirir. Laik kesimin her konuda olduğu gibi bu konulardaki örgütlenmesi zayıftır.

İkinci olarak bürokratlar genellikle iktidara oynar. Burada sadece mevcut iktidarı mı kastettik? Tabi ki hayır! Muhalefette iktidar olma ışığı gören bürokrat, cesur davranarak mevcut iktidara karşı tavır alabilir. Muhalefet partilerinde iktidar ışığı göremeyen bürokrat, kendini yalnızlaşmış görür. Bu nedenle de mücadele azmi zayıflar. Bu da teslimiyete varır. İşin gerçeğini kabul etmekte yarar var. Devlet çalışanları, muhalefet partilerinin iktidara geleceğine inanmıyorlar. O zaman yapılacak şey muhalefetin kısır çekişmeleri bırakarak iktidar olma mücadelesini vermesidir.

Seçimler karşısındaki tavrımız, yaşamın diğer alanlarında da aynıdır. Tuttuğumuz takım yenildiğinde suç hakemindir. Hakem taraf tutmasaydı biz kazanırdık, deriz. Kurallar apaçık belli olmasına karşın, rakibine bilerek tekme atarak oyundan atılan oyuncumuza değil de kuralları uygulayan hakeme kızarız.

Başarısızlığının nedenlerini hep kendi dışındaki etkenlere bağlayan kişi ve kurumlar hiçbir zaman başarılı olamaz. Özeleştiri, kişilerin ve kurumların doğruyu arayıp bulmaları için en güzel yoldur. Önce aynadaki görüntümüzü iyi görmeli. “İğneyi kendine, çuvaldızı ele batır.” sözünü sık sık anımsamakta yarar var.

Adil Hacıömeroğlu
23 Ekim 2010
Not: 25 Ekim 2010 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

CUMHURİYET RESEPSİYONU

2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına seçilişinden bu yana CHP, Çankaya’da yapılan Cumhuriyet resepsiyonlarına katılmıyor. CHP’de genel başkan değişimi sonucu bu konudaki tavrın değişip değişmeyeceği konusu kamuoyunca merak edilmeye başlandı. Tam da Kılıçdaroğlu’nun medya yöneticileriyle toplantısı öncesi konu, partinin grup başkanvekillerinden birine soruldu. O da geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da resepsiyona katılmayacaklarını açıkladı. Bu açıklamadan sonra Kılıçdaroğlu’nun bu konuda henüz karar vermediklerini söylemesi, ortalığı toz duman etti.

Basın yayın kuruluşlarının yöneticileriyle yapılan toplantıya da bu açıklamalar damgasını vurdu. Partinin kamuoyuna ülkenin temel sorunlarıyla ilgili düşüncelerine açıklayabileceği önemli bir toplantı, yapay ve gereksiz bir tartışma yüzünden bir işe yaramadı. Üstelik CHP sözcülerinin farklı ve kişiselliği ön plana çıkaran açıklamalarıyla biraz aleyhine de dönmüş oldu. Öteden beri CHP’de açıkça görülen ortak aklı kullanamama, kurumsal tavır gösterememe zaafı bu konuda da kendini gösterdi.

Cumhuriyet resepsiyonunda CHP’nin tavrının ne olması gerektiğini söylemeden, yıllar öncesi yaşanan bir olayı anımsamakta yarar var. “Atatürk sağ iken, Büyük İslam Kongrelerinden birine biz de çağrılmıştık. Kongre Mekke'de toplanacaktı. Atatürk'ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk.
Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl Türklerin bundan manevi bir hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri, ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı?
Biliyordu ki Mekke'ye şapka ile gidilemez. Fakat daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştireceğini zanneden bir cemiyette ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör'ü çağırdı:
- Mekke'ye gidip beni temsil edeceksin, dedi. Türk’sün ve Müslüman’sın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Müslüman milletleri medenileşmekten alıkoyan batıl itikatları yıkmak için Mekke'ye şapka ile gireceksin. Kara taassup seni parçalamağa bile kalksa, başını vereceksin, fakat eğilmeyeceksin.
Edip Servet Tör, Mekke'ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerinin en fazla itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye’yi efendice temsil etti. (Behçet Kemal Çağlar, Atatürk Denizinden Damlalar)”

Cumhuriyet’imizin henüz çiçeği burnunda, halifelik yeni kaldırılmış, laik devlet kurumları bir bir oluşturuluyor. İslam dünyasında büyük bir çağdaşlaşma ışığı, Türkiye’de parlıyor. Dünyanın bütün ülkeleri gibi Müslüman ülkeler de Türkiye’yi ve kurucusu Mustafa Kemal’i özel bir merakla izliyor. Bu arada yeni çağdaş Türkiye’nin bu atılımlarını engellemek için emperyalistler ve onların gerici işbirlikçileri de var güçleriyle çalışıyorlar. Böyle bir ortamda Atatürk, Mekke’ye temsilci gönderiyor. Hem de şapkayla…

Cumhuriyet, Türk Ulusu’nun tarihi boyunca yaşama geçirdiği en büyük uygarlık projesidir. Bunun mimarı da Atatürk ve kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Hangi nedenle olursa olsun bir Cumhuriyet kutlamasının protesto edilmesi yanlıştır. Hele de CHP’nin bunu yapması büyük hatadır.

Çankaya ise Cumhuriyetin simgesidir. Anadolu bozkırında yanan aydınlanma meşalesidir. İstanbul’un görkemli saraylarına; Anadolu’nun derme çatma, kerpiçten bağ evlerini yeğleyen Atatürk ve arkadaşlarının simgeleştirdiği Cumhuriyet karargâhıdır. Cumhuriyet ve Çankaya sözcükleri birbirinden ayrılmaz. Hele ki anayasamızın değişmez maddelerinin tartışıldığı, Osmanlı özleminin had safhaya ulaştığı, birçok devlet kurumunu İstanbul’a kaydırarak Ankara’nın başkentliğinin içinin boşaltılmaya çalışıldığı bir dönemde bu iki sözcük daha da anlam kazanmaktadır.

Abdullah Gül’ün Çankaya’ya seçilme biçimi tartışılabilir. Atatürk ve Cumhuriyet’le uyuşmayan bir zihniyetin Çankaya’da olması içimizi yakabilir. Tüm devlet kurumlarında olduğu gibi bu yüce orunda da Cumhuriyet karşıtı bir anlayışın egemenliği çok acıdır. Bu durum karşısında yapılacak iş, siyasal alanda çok çalışarak bu kurumları temizlemektir. Eğer, bugün Cumhuriyet kurumları çağdışı bir siyasal görüşün yönetimindeyse bunda biz cumhuriyetçilerin de sorumluluğu vardır. Öncelikle CHP bu konudaki siyasal sorumluluklarını anımsamalı ve bunları açık yüreklilikle tartışmalıdır.

Cumhuriyet resepsiyonuna CHP, tam kadro katılmalı. Hem de herkes eşleriyle. Tıpkı Atatürk dönemindeki gibi. Pırıl pırıl giysilerle. Öyle ışıltılı olmalı ki bu katılım, Çankaya’daki gerici anlayışı gölgelemeli. Herkes, erkekle kadının yan yana, omuz omuza yaşamın her alanında nasıl yer alabileceğini görmeli. Son yıllarda davetlere, toplantılara eşsiz gelme tavrı neredeyse alışkanlık oldu. Bu vesileyle bu anlayış, bu Cumhuriyet Bayramı’nda yıkılmalı. Unutulmamalı ki kadın ve erkeğin sosyal yaşama birlikte katılması önemli bir cumhuriyet kazanımıdır. Cumhuriyet aydınlığının Mekke’de ışıl ışıl parlamasını sağlayan Atatürk bu konuda örnek alınmalı.

Yapay ve gereksiz tartışmalarla gündem yaratmak, ülkemizin yaşamsal sorunlarının göz ardı edilmesine neden oluyor. Bu kadar iç ve dış sorunun olduğu ülkemizde gerçek gündemleri, ulusun sorunlarını tartışmanın zamanı gelmedi mi?

Çankaya’yı yeniden kazanmak için mücadele etmek her CHP’linin görevi olmalı. Bunun için de Çankaya’ya sırtımızı değil, yüzümüzü dönmeliyiz. Cumhuriyet Bayramı’nın adına, niteliğine, önemine yakışır bir biçimde kutlanması Cumhuriyet kuşaklarının başlıca ödevidir. Kimsenin Atatürk’ün Çankaya’sını öksüz bırakmaya, Cumhuriyet ışığının orada parlamasını engellemeye hakkı yoktur.

Adil Hacıömeroğlu
21 Ekim 2010

“EVET”ÇİLERİN PİŞMANLIĞI

12 Eylül’de yapılan anayasa değişikliğiyle ilgili halkoylaması öncesi hemen hemen her gün televizyon ekranlarından, halkın “Evet” oyu vermesi için cansiperane propaganda yapan bazı “demokrat”larımız hayal kırıklığına uğramış görünüyorlar. 12 Eylül anayasasının değiştirilmesinin amaçlandığını halka anlatmak için ellerinden gelen tüm çabaları gösteren bu kişiler, AKP’nin “demokrasi ve özgürlük” derken nasıl bir diktatörlük kurmakta olduğunu fark edemediler.

Aydın kişi, halkı aydınlatarak yönlendiren kişi olmalı. Herkesin göremediği tehlikeleri hissetmeli, başkalarının göremediği tuzakları görmeli ve bu konuda da halkı uyarmalı, aydınlatmalıdır. Ülkemiz aydınının en büyük hatası, tarihten ders çıkarmaması ve ülkemize özgü politikalar üretememesidir. Ayrıca olaylara ideolojik önyargılarla bakış da gerçekleri görmeyi zorlaştırıyor. Hele siyasal popülizmin çekiciliğine kapılarak demokrasicilik oyununu fark edememesi önemlidir.

İlk olarak “Evet”çiliğin bayraktarı olmuş bir yargı derneğinin eş başkanının açıklamaları kamuoyunu şaşırttı. Bu hukukçumuz; HSYK seçimi nedeniyle Adalet Bakanlığı’na ağır suçlamalar yöneltti. Cemaatler ve hükümet yanlısı avukatların hâkim ve savcıları etkilemeye çalıştığını ileri sürdü. “Yaklaşık iki bin kişi sahada bakanlık için çalışıyor. 12 Eylül’deki halkoylamasına kadar sivilleşme, demokratikleşme diyen adamlar şimdi bürokratları eliyle bu sivilleşme ve demokratikleşme adımlarını boğmaya çalışıyorlar ve bu yaklaşık iki aydır devam ediyor. Ne yazık ki bu kamuoyuna duyurulmadı, basında da yer almadı.” diyerek isyanını dile getiriyor.

Hani, anayasa değişikliğiyle her şey demokratik olacaktı? Yine aynı derneğin genel sekreteri de hayal kırıklığını şöyle açıklıyor: “Bugün birçok yerde yargı camiası şunu biliyor ki, Adana, Mersin, Antalya, Bursa gibi şehirlerde yüzlerce hâkim, savcının katıldığı yemekler düzenleniyor. Bunu çoğunlukla komisyon başkanları ve başsavcılar düzenliyor. Bu yemekler bakanlık bürokratlarını desteklemek için yapılıyor. Bakanlık serbestçe propaganda yapıyor; ama diğer adaylar konuşamıyor.”

Halkoylaması öncesi AKP’nin kurnazlığını sezen birçok kişi, yargının yürütmenin denetimine gireceğini ısrarla anlattı. Demokrasinin olmazsa olmazı olan güçler ayrılığının ortadan kaldırıldığı konusu sık sık gündeme geldi. Ancak bu uyarılar dikkate alınmadı.

HSYK seçimleri sonrası ikinci hayal kırıklığını yaşayansa bir gazetemizin başörtülü yazarı. Bu bayan yazarımız, aynı zamanda televizyon programlarının da vazgeçilmezi. Anayasa değişikliğiyle ilgili her tartışmada hararetle “Evet” oyu verilmesini savunan bu köşe yazarımız, 20 Ekim günkü yazısında gerçeği görüp uyanıyor. “HSYK seçimleri, referandumda ‘evet’ diyenlerin ve ‘evet’ savunanların dönüp ‘evet’lerini şöyle bir sorgulamalarına neden oldu. ‘Hayır’ cephesi dilediği kadar nadanlık edebilir şimdi, dudak kenarlarına iliştirdikleri kıldan tüyden gülümsemeleriyle ‘Biz dememiş miydik?’ yapabilirler. Şahsım adına itiraf edeyim, yetmez ama evet derken, yetip de artacağını hiç düşünmemiştim.” Kişinin hatasını anlaması ve bunu itiraf etmesi erdemdir. Böyle birisinin iyi niyetinden de şüphe edilemez. Ancak bir kişi aynı hatayı bir daha tekrarlamamak kaydıyla.

Yine aynı yazının son paragrafı ise demokrasicilik oyununun anlaşılması açısından ilginçtir. “Anayasa değişikliklerinin en çok HSYK'yı oluşturacak üyelerin demokratik yollarla seçilmesi kısmını önemsemiş biri olarak hayal kırıklığına uğradığımı belirtmek isterim. Biz, devlet bütün birimleriyle halkın olsun istemiştik. Egemenlik kayıtsız şartsız millette ait ise yargı da bundan azade değildir demiştik. Halkın içindeki çoğulluk, çeşitlilik yargıya da yansırsa yargıdaki seçkinci, kibirli, statükocu yapı değişir dedik. Kastettiğimiz şey, bu yapıların militarizm etkisi altında kalmış atanmışların otoriterliğinden, seçilmişlerin ‘tahakkümü’ altına transferi değildi.” Değerli yazarımıza şunu anımsatmalıyım ki, seçilmişlerin “tahakkümünü” önümüzdeki günlerde daha çok hissedecek. Yargının olmadığı, susturulduğu yerde keyfiyetin nasıl kol gezdiğini ibretle izleyeceğiz.

Halkoylaması öncesi yazdığım “NEDEN HAYIR?” başlıklı yazımın bir bölümünü anımsatmak istiyorum: “12 Eylül darbecileri, özgürlük ve demokrasiden yana tüm kurumları tasfiye ederken bazı köklü kurumları ortadan kaldıramadı. Bunların başında da yargı gelmekte. İşte, bu anayasa değişikliğiyle yargı tasfiye edilerek yürütmenin emrine sokulacak. Yani, 12 Eylül darbesinin yargı alanındaki darbeci anlayışındaki eksikliği giderilecek. AKP anayasası ile bir nevi 12 Eylül darbesi, yine bir 12 Eylül günü tamamlanacak. Böylece demokrasinin olmazsa olmazı kuvvetler ayrılığı ilkesi yok edilecek. Devletin tüm yönetim erkleri bir elde, bir kişide toplanacak. Bunun adı da demokratikleşmek olacak, öyle mi? (Ulus Gazetesi, 6 Eylül 2010)” Burada biz de dilimiz döndüğünce uyarılarımızı yaptık. Demokrasinin, “Demokrasi!” diye diye yok edildiğine aylardır tanıklık ediyoruz. Önümüzdeki günlerde bu süreç hızlanacak. Çünkü cumhuriyetimiz ve ulus devletimiz küresel güçlerin bölgemizdeki çıkarlarına ters düşmekte. Bu nedenle de Atlantik ötesinin acelesi var. Halkı susturulmuş, kurumları çökertilmiş bir ülkenin direnme gücü de yok olur.

Önümüzdeki günlerde birçok “Evet”çinin pişmanlığını göreceğiz Kimi cesaret ve dürüstlükle pişmanlığını açıklayacak; kimileri de korkaklıklarına, çıkarcılıklarına yeni “demokrat” kılıflar uyduracaklar.

Ülkemizin büyük bir siyasal kuşatma altında olduğu şu günlerde namuslu aydınların cesur yüreklerine o kadar çok gereksinmemiz var ki… Devletin kurucu ilkelerinden sapmanın, bizi hangi körkuyulara iteceğini şimdiden görmek gerekli.

Dünyanın hiçbir yerinde gelişmekte olan bir ülkedeki diktatörlük; tek başına, küresel büyük bir gücün desteği olmadan ayakta duramaz. Böyle bir destek de büyük tavizler karşılığındadır. Ülkemizde kurulmakta olan otokratik yönetim de bu düzlemde yol almakta. Halk, kısır tartışmalarla, yapay gündemlerle meşgul edilirken ayağının altından toprağın kaydını fark edemiyor bile.

Adil Hacıömeroğlu
20 Ekim 2010

KÖŞE YAZARLARININ GELECEĞİ

Son günlerde köşe yazarlarının geleceğinin ne olacağı konusu tartışılmaya başlandı. Tartışmayı başlatan Ertuğrul Özkök,  önemli bir gazetemizin (Hürriyet'in) yıllarca yöneticiliğini yapan bir gazeteci. Bu tartışma önemlidir, ancak çok geç kalınmıştır. Çünkü ülkemizde, köşe yazarlığı kamuoyu nezdinde saygınlığını ve güvenirliğini epeyce yitirmiştir.

Benim kuşağım ve bizden önceki cumhuriyet kuşakları, gazete köşe yazılarını okuyarak büyüdü. Gazeteler ve onların saygın yazarları toplum bilincinin oluşmasında önemli rol oynadılar yıllarca. Mütareke basınının olumsuz tavrı, bir süre toplumda basına karşı güvensizliği yaratmışsa da daha sonra basının kendi içindeki yenilenme bu güven eksikliğini gidermiştir.

Çocukluğum, Doğu Karadeniz’in küçük bir kasabasında geçti. Babam yaşadığımız kasabada öğretmendi. Yaz dinlencelerinde çok yakında bulunan köyümüze gider, bağ bahçe işleriyle uğraşır, kışlık yiyeceğimizin bir bölümünü ve yakacak odunumuzu hazırlardık. Aile içi imeceyle işlerimizi hallettiğimizden kitap, gazete okuyacak ve oyun oynayacak zamanı da böylece yaratmış olurduk. Babam, köy enstitülü bir öğretmen olduğundan gazete ve kitap okuma alışkanlığı üst düzeydeydi. Küçük ve çok zaruri gereksinimlerimizi karşılayan eşyalarımızın yanı sıra evimizin önemli bir köşesini kitap, dergi ve gazeteler kaplardı. Okunan dergiler asla atılmaz, gazetelerinse önemli bulunanları saklanırdı. Hasan Ali Yücel’in (Bugün saygıyla anıyorum.) kültür yaşamımıza kattığı Doğu ve Batı klasikleri hayranlıkla okuduğum ilk kitaplardı. Ne yazık ki 12 Eylül döneminde bir arşiv denilebilecek bu hazine, elimizden uçtu, gitti. İlkokulun üçüncü sınıfından itibaren gazetelerle sıkı tanışıklığım başladı. Kısıtlı bütçemize karşın her gün kesinlikle bir gazete alırdık. Bazen bunun, ikiye üçe çıktığı da olurdu. Genellikle Ulus, Akşam, Cumhuriyet, daha sonraları da Yeni Ortam evimizin vazgeçilmezleriydi. Ara sıra da Milliyet alırdı babam. Bu gazetelerin yanı sıra birçok dergi de girerdi evimize. Bulunduğumuz yerde elektrik yoktu. Gazeteler daha çok ikindi vakti gelirdi. Kışın çok geciktiği, hatta gelmediği günler de olurdu. Ben okuldan çabucak gelir, kıyafetimi değiştirip ilçeden gelecek dolmuşların yolunu gözlerdim. Dolmuştan gazeteler indirilirken yardım ederdim ki bir an önce gazeteme kavuşayım. Genellikle küçük yerlerde gazeteler abonelere gelirdi. Bazen on, bazen on dört numara gaz lambasının loş ışığında oturur, babama ve komşularımıza gazete okurdum. Anlaşılmayan yerler tekrar ettirilir, köşe yazılarında anlatılanlar derin bir tartışmaya neden olurdu. Tartışma bitince de bir diğer yazarın yazısını okurdum. Şu anda adlarını saygıyla andığım onlarca kişi bu tartışmaların kahramanları olmuşlardı.

Yazın köye gittiğimizde iş daha da renklenirdi. Birbirinden güzel roman, öykü, şiirlerle yeşil bir cennetin ortasında hayal evrenim uçar giderdi. Ayrıca burada gazeteler de çeşitlenirdi. Köyümüzün minibüsçüsü Ali Amca (Bektaş) düzenli olarak Milliyet okurdu, “demokrat” lakaplı Mahmut Amca (Albayrak) ise Tercüman, bazen de Son Havadis. Minibüs gelince gazeteler sahiplerine ulaşırdı. Ben de biraz çekingen, görünür bir yerde durur, çağrılmayı beklerdim. Çok geçmeden çağrılır, koşa koşa giderdim. Çay ocağının önünde bir sandalyeye oturur, gazeteleri okumaya başlardım. Böylece farklı düşüncedeki köşe yazarlarını okuma olanağı bulurdum. Bu, benim yaşamım boyunca farklı görüşlere hoşgörü göstermemin nedenlerindendir.

Hele bu gazete okumalarım sırasında büyüklerin beni de bir arkadaş gibi görüp çay ısmarlamaları var ya, işte onun zevki burada anlatılmaz. Sahi, ne kadar lezzetliydi o çaylar…

Hem kasabada hem de köyde gazete okurken beğenilen yazılar özenle kesilerek saklanırdı. Cüzdanlar, gömlek ve ceket cepleri bu yazılarla dolardı. Bu yazılar yıllarca terli ceplerde, nemli bir iklimde saklandığından ve çok fazla okunduğundan silinir, zamanla okunmaz olurdu. Evimizde kitapların arası, çekmeceler bu yazılarla dolar, taşardı.

Neden bu yazılar yıllarca saklanırdı? Çünkü o günkü yazarlara güvenilir, bilgilerine saygı duyulur, yaptıkları tahliller önemsenirdi. Gazetelerde haberlerden önce köşe yazarlarının okunması da bundandı.

Şimdi, günümüzde böyle mi? Anlı şanlı köşe yazarlarına bakıyoruz, mevsime, rüzgâra göre yön ve renk değiştiriyorlar. Dün ak dedikleri kara, kara dedikleri ak oluyor bugün. Kimi iş takibi yapıyor, kimi ise iktidarların tetikçiliğini. Çoğunda bilgiden eser yok, birçoğunda ise merak edilecek bir tahlil. Saldırgan olmak; gidene ağam, gelene paşam demek moda. Karşıtına saygı duyma, onun düşüncesini önemsemek hak getire. Özel yaşamlar mezatta. Karşıtını linç etme, hedef gösterme maharetlerinden. İnsanlığın binlerce yılda oluşturduğu erdemler, tozlu raflarda. Yazılarda ve konuşmalarda hep saldırganlık, hep olumsuzluk. Toplumsal değerlere sahip çıkmak, tarihsel başarılardan gururlanmak eleştiri konusu.

Yapılan kamuoyu araştırmalarında en güvenilmez kurumların başında medya geliyor. O zaman yazımızın başında sözünü ettiğimiz gazeteci ve basınımızın birçok yazarı basının geleceğini sınır ötelerindeki tartışmalarda aramasınlar. Birazcık aynaya bakmaları yeter. Bakınca köşe yazarlarının geleceği orada açık bir biçimde görülecektir.

Geçen şeker bayramında annemi ziyarete gitmiştim. Akşam yemeğini yiyip bilgisayarın başına oturdum. Biraz bir şeyler okuyup yazayım diye. Az sonra anacığımın elinde bir tomar gazete parçası. Okuduğu gazete ve dergilerden beğendiği yazıları kesip benim için biriktirmiş. “Al oğlum bunları, okursun içlerinde beğeneceklerin olabilir.” diyerek beni yıllar öncesine götürdü. Tüm anılarım, geçmişim; bakkal, berber, terzi, manifaturacı dükkânları önünde ve çay ocaklarında yüksek sesle okuduğum köşe yazılarını ve onların yazarlarını düşündüm uzun uzun.

Bugün gazetelere baktığımızda yazısı kesilip cüzdanlarda saklanarak eşe, dosta, arkadaşa, akrabaya okutulacak kaç yazar kaldı acaba?

Adil Hacıömeroğlu
14 Ekim 2010
Not:18 Ekim 2010 tarihi Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

İNSANIN DEĞERİ

Şili’de 5 Ağustos’tan beri yerin yedi yüz metre altındaki maden ocağında mahsur kalan otuz üç madenci en sonunda, sağ salim kurtarıldı. Günlerdir bütün dünyanın merakla bekleyip izlediği kurtarma çalışmaları büyük bir başarıyla sona erdi.

Kazadan sonra işçilerin sağ oldukları öğrenildiğinde akılcı bir kurtarma yöntemi izlendi. Öncelikle yer altıyla iletişim kuruldu. Onların kurtarılacağına dair güvence verildi. İşçilerin yer altında beslenmesi, hava alması, moral güçlerinin diri tutulması, temizlikleri, giyimleri iyi bir planlamayla yerine getirildi. Tüm Şili, ardından Güney Amerika kıtası, sonrasında ise dünyanın dört yanındaki insanlar madencilerin kurtulacağına inandı. Şili, sorunu ulusal bir dava haline getirdi. Devlet başkanı, halkına işçileri kurtaracaklarına dair söz verdi.

Nihayet, 13 Ekim günü işçiler kurtarıldılar. İşçilerin, yakınlarının ve tüm Şili halkının sevinci görülmeye değerdi. Şili Devlet Başkanı Pinyera, çıkarılan her madenciyle tek tek kucaklaştı. Sözünü tutan bir insanın haklı gururunu duydu. İçimden, işte siyasetçi böyle olmalı, dedim. Halkına yalan söylememeli, dediğini yapmalı.

Birden aklıma göçük altında çaresizce ölüme terk edilen madencilerimiz geldi. Televizyonda, Şili’deki kurtarma çalışmalarını izlerken kameralar Zonguldak’ta göçük altından çıkarılamayan işçimizin ailesini göstermeye başladı. İşçilerimizden birinin eşi, çaresiz ve umutsuz bir halde ağlamaktan bitip tükenmiş bedeninden hıçkırıkla çıkan bir sesle acısını dile getirmeye çalışıyor. Bir yanda toprak altından günler sonra çıkan eşine sevgiyle sarılan bir kadın; diğer yanda ise ağlamaktan tükenmiş, yetim çocuğunun eline sıkıca sarılmış Zonguldaklı bir anne.

Her kazada, her afette, her türlü olumsuzlukta gözyaşı dökmemiz makûs talihimiz midir acaba? Zonguldak’ta en son meydana gelen göçük sonrası yaşamını yitiren işçilerimiz için “Güzel öldüler.” dememiş miydi ilgili(!) bakanımız? Yine kaza yerine giden başbakanımız, halkın tüm acılarına aldırış etmeden ve herkesin gözünün içine baka baka “madenlerde ölmenin kader olduğunu” söylemedi mi? İşte bu anlayıştır ki insanın dirisini bırakın, ölüsünü bile yerin altından çıkaramıyor.

Şili’deki kurtarma çalışmalarıyla ilgili Çalışma Bakanımız, bir televizyon kanalına yaptığı açıklamada “Zonguldak’ta grizu patlaması ile kazaya uğradık. Şili'de ise göçük oldu. Şayet Zonguldak’ta grizu patlaması yerine, göçük olsaydı, işçilerimizden hayatını kaybeden olmayacaktı ve işçilerimizi beş yüz altmış metreden üç günde çıkarırdık." diyor. Sekiz yıllık hükümetleriniz döneminde kaç maden kazasından, kaç kişiyi kurtardınız Bakan Bey? Bunca kazadan sonra ders çıkarıp gerekli önlemleri aldık mı acaba? Hamasi söylevlerden başka ne yapar bizim politikacılarımız?

Tam da yazıyı yazmaya oturmuştum ki ekranlarda bir haber: “Aşırı yağışlar nedeniyle Bursa’da okullar bir gün tatil edildi.” Ardından Vali’nin açılaması geliyor. Tehlikeli yerlerdeki yurttaşlarımızın, yakınlarının evlerine gitmesi konusunda uyarıyor. O zaman sormazlar mı adama: Tehlikeli yerlere neden bu insanların yerleşmesine izin verildi?

Yağmurun başlamasıyla İstanbul’da trafik kilitleniyor, insanlar çaresiz. Koca kent, her yağışta olduğu gibi Allah’a emanet. Yöneticiler mi? Bu kentin bir yöneticisinin olup olmadığını düşünmeden alıkoyamıyorum kendimi.

Deprem, göçük, sel, çığ, trafik kazası… her türlü doğal felakette, kazada çaresiz bir toplumuz. Her şeyi “kader” deyip geçiştiriyoruz. İnsanımızın beş paralık değeri yok. Değeri olsa, canını kurtarmak için önceden önlemler alınır, can güvenlikleri sağlanır.

Şili’de göçükten her çıkarılan işçiden sonra herkesin gururla haykırdığı “Yaşasın Şili! Yaşasın madenciler!” sözleri her yanı inletirken göçük altından çıkarılamayan Zonguldaklı madencimizin eşinin gözyaşları ciğerimizi dağlıyor.

Ulusal birliği korumanın en iyi yolu yurttaşını korumak değil midir?

Adil Hacıömeroğlu
14 Ekim 2010

Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

DEMOKRATLIK LAFLA OLMAZ

Geçen hafta biri İsveç’ten, diğeri de Avusturya’dan iki haber gazetelerimizde yer aldı. Önemsizmiş gibi gazetelerin kuytu köşelerinde yer alan bu haberle, bazı televizyonlarımızın da dikkatinden kaçmadı. Öncelikle bu haberleri anımsamakta yarar var.

“İsveç’te Başbakan Fredrik Reinfeldt tarafından dün açıklanan yeni kabinede Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na getirilen Hillevi Engström, kız kardeşi Karin Hübinette’nin devlet televizyonundaki sunuculuğu bırakmasına neden oldu. İsveç devlet televizyonu SVT’de ana haber programı ile birlikte tartışma programı ‘Agenda"nın beğenilen sunucusu Karin Hübinette’nın, ortaya çıkan son durumun ‘tarafsızlık ilkesine aykırı olduğu’ için sunuculuktan ayrılmaya zorlandığı bildirildi. Konu ile ilgili geçen hafta kendisine bilgi verildiğini bildiren Hübinette, ablası Hillevi Engström’un dün bakanlığa getirilmesinden sonra sunuculuktan ayrılmak durumunda kaldığını kaydetti. Sunuculuktan ayrılmasına karar verilmesi nedeniyle çok üzgün olduğunu açıklayan Hübinette, sorunu çözmenin başka yolu bulunmadığını, bakanlığa getirilen kardeşinin görevi gereği televizyon programları ile ilişkisinin fazla olacağını ve kendisinin de aynı ortamda bulunmasının ‘sakıncalı bulunduğunu’ kaydetti. Tarafsızlık ilkesine aykırı bulduğu için televizyon kanalının da bu riske girmesine izin vermek istemediğini kaydeden Karin Hübinette, televizyondaki sunuculuk görevini bıraktığını açıkladı.”

İsveç, dünyanın en gelişmiş demokrasine sahip bir ülke. Kişi başına düşen ulusal geliri ve halkına sağladığı yaşam standardıyla göz kamaştırıyor. Zenginlik sıralamasında üst sıralarda. Bir kişi bakan olarak görevlendiriyor ve kız kardeşi devlet televizyonundaki görevinden ayrılıyor. Gerekçesi; tarafsızlığını koruyamamak. Çünkü bakanlık orunu siyasal bir görev. Devlet televizyonunda çalışmak ise bir kamu görevi. Her siyasal gruba aynı uzaklıkta olmayı gerektiriyor.

Biz de böyle mi? Bizim de bir devlet televizyonumuz var. Adı, TRT. Hem de birçok kanalı var. İktidarlar değiştiğinde öncelikle “arpalık” tabir edilen bu tür kurumlara eş, dost, akraba, yandaşlar atanır. Hele TRT gibi ücretleri, diğer kurumlara göre biraz daha yüksek olan yerler, partizanlıkta asıl hedeftir. Buralar, ideolojik propaganda için kullanılır. Çok seslilik hak getire, tek seslilik neyimize yetmiyor? Kurumun dışarıdan satın aldığı hizmetlerde yakınlara verilmeli ki tablo tamamlansın.

Bu İsveçliler de bir âlem! Tarafsızlık da ne demek? “Taraf olmayanın bertaraf olacağını” bilmiyorlar sanırım.

Gelelim, ikinci habere: Avusturya Başbakan Yardımcısı, Maliye Bakanı ve Koalisyon Ortağı Halk Partisi'nin Genel Başkanı Jozef Pröll, Viyana'da, Avusturya İçişleri ve Maliye bakanlıklarından diplomatların da hazır bulunduğu yemekli bir sohbet toplantısında yaptığı açıklamadan bir bölümü çok ilginç. "Ben kilolarım nedeniyle rejim yapıyorum. Ama mercimek çorbası ve Adana kebabına dayanamadım. Mükemmeldi. Zaten devamlı tattığım yemekler bunlar. Benim oğlum iki aydır Türkiye'de işçi olarak çalışıyordu. Bu hafta geri döndü. Belek'te bir tatil köyünde animatörlük yapıyor. Tatil sezonu açıldığında tekrar gidecek. Burada Türk işçileri var ama Türkiye'de bir Başbakan Yardımcısının oğlu çalışıyor. Bunlar güzel şeyler."

Avusturya ulusal geliri otuz bin doların üzerinde bir ülke. Demokrasisi oturmuş. Dünya’nın zengin ülkelerinden birisi. Başbakan yardımcısının oğlu Antalya’da bir tatil köyünde çalışıyor. Bize ne kadar acayip geliyor değil mi?

Bir de bizimkilere bakalım. Cumhurbaşkanımızın on sekiz yaşını doldurmamış, yani reşit olmamış, oğlunun ticari yaşamı tam gaz gidiyor. Başbakanın oğlunun gemisi deryalarda yüzüyor. Damadının yönetici olduğu holding, kamu ihalelerinin baş aktörü. Hele eski maliye bakanının çocukları birer ticaret dehası(!). İş yaşamındaki yaratıcılıkları(!) sınır tanımıyor. Bu listeyi uzatırsak sayfalar yetmez. Devlet kuruluşlarında, belediyelerde eğer yandaş değilseniz, vay oldu halinize! Burada parti ayrımı yapmıyorum. Çünkü bizde demokrasinin en büyük nimeti, devlet olanaklarını adil(!)olarak yandaşa peşkeş çekmektir.

Bu Avusturyalı politikacı bizim ülkemizde olsa bir daha hiçbir yere seçilemez. “Kendi oğluna hayrı dokunmayanın bize ne hayrı dokunur.” diyerek ona oy vermeyiz. Adamı beceriksizlikle suçlayıp bir de “enayi” damgasını vurduk mu işi tamamdır.

İsveç ve Avusturya iki AB ülkesi. Biz de yıllardır AB’ye girmek için bir taraflarımızı yırtıp halkımıza umut dağıtıyoruz. Bu ülkelerde “Bal tutan parmağını yalar. Devlet malı deniz, yemeyen domuz.” atasözlerinin olmadığını biliyor muyuz acaba?

Demokrasiyi, yalnızca türban özgürlüğü ve cumhuriyet kurumlarının çökertilmesi olarak algılayan/algılatan kafaların bu önekleri anlayıp kavraması zordur. Çok partili yaşama geçtiğimizden bu yana, demokrasi dendiğinde hep aklımıza devlet olanaklarını nasıl hortumlanacağının hesabı yapılamadı mı?

Demokrasinin temel koşullarından biri ekonomik açıklıktır. Yolsuzluğun, adaletsizliğin ve yoksulluğun olduğu bir yerde demokrasi olur mu?

Adil Hacıömeroğlu
12 Ekim 2010

TÜRBAN

Yıllardır bitmeyen türban sorunu son günlerde yeniden nüksetti. Uzun süredir gündemden düşen bir sorunun, yeniden gündeme gelmesi öncekileri aratır nitelikte.

Halkoylaması öncesindeki propaganda sürecinde bu sorun, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu tarafından dile getirildi. Türban gündeme gelir de RTE sessiz kalır mı? İşe balıklama daldı. “Özgürlük ve demokrasi(!)” sevdalısı kimi liberallerle yandaş medya da konuyu hemen her gün bıkmadan gündemde tutmak için özel bir çaba göstermekte.

Anayasa Mahkemesi ve AİHM’in bağlayıcı ve kesin kararları varken konunun tekrar gündeme gelmesi önemli bir yanlıştır. Ardından YÖK’ün iç ve dış yüksek yargı organlarının kararlarına karşı fiili durum yaratması ise hiçbir hukuk devletinde görülmeyecek bir durumdur. Kimse, YÖK’ün üniversitelere gönderdiği yazının, Başkan Y. Ziya Özcan’ın kişisel eylemi olduğunu sanmasın. Bu yazı iktidar partisi yöneticilerinin bilgisi dışında olamaz. Daha göreve başladığı ilk günlerde siyasal azarlamalarla neler yapacağı belli olan birisinden farklı bir tavır da beklenemez.

Türban konusunda AKP çevresinden tek ses çıkarken CHP cephesinden ise farklı yaklaşımlar kamuoyunun kafasını karıştırmakta. Özellikle genel seçimlerin yaklaştığı şu günlerde, nedense politikacılarda kendini gösterme anlayışı egemen oluyor. Yeniden milletvekili olmak isteyen eski, yeni siyasetçiler medyada görünmek ve liderlerin gözüne girmek için olağanüstü bir gayret göstermekteler. Böyle bir durumda kamuoyuna çelişik, farklı yaklaşımlar sunulmuş oluyor. Böylece de tartışmalar alevlenerek CHP’yi zor durumda bırakıyor. Bu konuda önlem alınmalı, parti adına konuşacak kişiler özenle seçilmelidir. Gündeme getirilecek konular önceden yetkili kurullarda tartışılıp olgunlaştırılarak kamuoyuna aktarılmalıdır.

Türban konusunda ok yaydan çıkmıştır. Bu işin geriye dönüşü yok gibi. Cumhuriyet karşıtları ne yazık ki yeni bir mevzi daha kazandılar. Rejim açısından önemli bir kriz yaşamaktayız. Özellikle CHP’nin, bu krizi bundan sonra iyi yönetmesi gerekir ki laik rejim daha çok zarar görmesin.

Peki, bu sorun en zararsız biçimde nasıl çözümlenebilir? Türbanın biçimini tartışmak şu anda gülünçtür. Ancak birçok din adamının farklı yorumlar getirdiği başörtüsü, kurban gibi konuları ilahiyatçıların tartışmaya açarak halka doğruları anlatması olumlu olur. Türban konusunda anayasayı zorlamak, yeni yanlışlara kapı açar. CHP’nin, YÖK’ün kaldırılarak özerk üniversiteye geçme önerisi uzun vadede gerçekleşebilecek akılcı bir önlemdir; ancak bu sorunun, şu anda halli için çıkar yol değildir. Kısa vadede yapılacak iş YÖK mevzuatında esneklik sağlamaktır. Bu da işin uzmanı hukukçular tarafından iyi araştırılıp kamuoyu ile paylaşılabilir. Yani YÖK’ün fiili durumuna yasal zemin hazırlamak çözümün en kestirme yolu. Bu konuyu geciktirmek, uzatmak, daha çok tartıştırmak; yeni sorunların ortaya çıkmasına neden olur.

Türban olayını YÖK’ün yasal çerçevesinin dışına taşması önlenmeli. Devlet kurumları ile ilk ve ortaöğretim kurumları bu işin dışında tutulmalı. Eğer konunun sınırları iyi çizilmezse sorun bir ahtapota dönüşür.

Özgürlük ve demokrasi sevdalısı geçinenlerin birçoğu, bunun kişisel özgürlükten kaynaklanan bir hak olduğunu şiddetle savunmaktalar. Konuyu bu bağlamda ele almak, kontrolsüz bir uçuruma sürüklenmemize neden olabilir. Hele türbanlı kızların “Ben Allah’ın emirlerine uyarak örtünüyorum.” demeleri tam bir bölücülük ve türbansız kadınlara ithamdır. Bu yolla başı açık kadınları din dışı gibi gösterme gayreti vardır. Yine yarın birileri de çıkıp “Rabbim bana kara çarşaf giymeyi emrediyor.” dediğinde bu da kişisel özgürlük bağlamında düşünülecek ve savunulacak. Hiçbir zaman da bu işin ölçüsü, sınırı olmayacak.

Türbanı savunanların, bu konuda batılı demokratik ülkeleri örnek göstermeleri ise ilginç. Bu ülkelerde rejime en küçük bir tehdit olduğunda nasıl davrandıklarını zaman zaman gördük. ABD’nin bir Hıristiyan tarikatının mensuplarını nasıl tankla ezerek toptan yok ettiğini tüm dünya gördü. Yine 11 Eylül’den sonra giriştiği insanlık dışı uygulamaları, hangi “özgürlük” anlayışıyla açıklanabilir. AB’nin, Avusturya’da seçimlerde birinci olmuş ırkçı partiyi iktidara getirmemek için gösterdiği “demokratik(?)” çabalar unutuldu mu? Burada sözünü ettiğim hem ABD’nin hem de AB’nin tavırlarını asla onaylamıyorum; yalnızca küçük bir anımsatma yaptım.

AKP, türban sorununun daha çok tartışarak gündemde tutmaktan yana. Çünkü sorunu çözümsüz, CHP’yi de uzlaşmaz ve sözünde durmaz göstererek anayasa konusunda yeni bir halkoylamasının, kamuoyu nezdinde hazırlığını yapmakta. Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri, böylesi bir tartışma ortamıyla tehlikeye girebilir. Laik cumhuriyetin temel nitelikleriyle ilgili konuların tartışılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine zarar vereceği unutulmamalı. Türban konusu gündemden düşürülmeli.

Devlete anayasal düzeyde dinsel kuralların egemen olması, ulusumuzu geri dönülemez girdaplara sokabilir. RTE’nin ikide bir konuyu ulemaya sormak istemesi bilinçli bir oyundur. Bu tavrıyla dinsel hukukun yerleşmesi konusunda halkta algı yaratma peşinde. Toplumun dinsel kurallarla yönetilmesi büyük çatışma ve hukuksuzluklara neden olur. Afganistan; İran örneklerinde de görüldüğü gibi dinsel yorumlar, din adına savaştığını ve siyaset yaptığını söyleyen gruplar arasında derin düşmanlıklar yaratmakta. En küçük farklı düşünüş bile o grubun dinden ayrılmakla suçlanmasına neden olmakta. Geçen aylarda Güneydoğu illerimizden birinde emniyet güçleri, bir uyuşturucu şüphelisinin yolun keserek arabasını polis köpeğiyle aramak istiyor. Şüpheli, Şafi olduğunu ve inancına göre de köpeğin haram olduğunu söyleyerek aramaya direniyor. Sonunda uyuşturucu bulunuyor tabi ki. İşte, hukuku dinsel kurallara uydurmanın ortaya çıkaracağı küçük bir sorun.

CHP, AKP’nin yarattığı yapay gündem tuzaklarına düşmemeli; halkın yaşamsal sorunlarını tartışmaya açarak gerçek gündemler oluşturmalı. Bunu yapmak için de partide ortak aklı kullanmak gerekli.

Adil Hacıömeroğlu
7 Ekim 2010
Not: 11 Ekim 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

ALMANYA’YA NEDEN YENİLDİK?

8 Ekim Cuma günü gecesi Ulusal Futbol Takımımız Almanya’yla Berlin’de karşılaştı. Maç öncesi medyamız ve futbol yorumcularımız genellikle gerçekçilikten uzak, hamasi yorumlarla ulusumuzu havaya sokmaya (kendilerince) çalıştılar. Ulusal maçlar öncesi gazetelerin birçoğunda atılan başlıklar kışkırtıcı nitelikte.

Maç sonrasında ise yorumcularımızın birçoğu yenilginin faturasını teknik heyete keserek işin içinden sıyrıldılar. Yaşamımızın her alanında aynı şeyi yapmıyor muyuz? Sorunları yaratan asıl nedenleri görmezden gelerek başarısızlıkları, olumsuzlukları, hüsranları hep bir günah keçisinin sırtına yüklemiyor muyuz? “Efendim, teknik direktör kadroyu iyi kuramamış. Arda sakatlanmasaydı, her şey çok farklı olurdu. Tribünleri dolduran binlerce Türk görevini yapmış, ancak oyuncularımız buna layık olamamış. Hakemler rakibe daha hoşgörülüydü.” Bu tür söylemler uzayıp gidiyor. Maç öncesi var olan şişinme, sonrasında hayal kırıklığına dönüşüyor.

Ülkemizde futbol çok seviliyor. Hafta sonları futbolla ilgili yayın yapmayan televizyon kanalı yok gibi. Günlük söyleşilerde en çok konuşulan konuların başında gelir futbol. Neredeyse futbolla yatar, futbolla kalkarız. Bir takımın taraftarı olmamak çoğu kişi tarafında acayip karşılanır.

Ulusal takımımız, genellikle süper ligde oynayan takımlarımızın oyuncularından seçiliyor. Birkaç tanesi ise yurtdışında oynayan gurbetçilerimizden. Şu da denilebilir ki süper ligimizdeki kalite, ulusal takımımıza yansır. Ligde atılan gollerin doksan bir tanesi yabancı oyuncularca, altmış üçü de yerliler tarafından atılmış. Bu yerli oyuncularımızın birçoğu da gurbetçilerden oluşuyor. Yani yurt dışında çalışan işçilerimizin orada doğup büyüyen ve orada yetişen futbolcu çocukları. Yetişmelerinde bizim katkımız yok. Gol krallığında ilk onda bir yerli futbolcumuz (o da onuncu sırada) var. İlk yirmide ise yanlıca üç oyuncumuz. Bu üç oyuncumuzun ikisinin de doğum yeri yurtdışı. Demek ki onları da biz yetiştirmemişiz. Futbol demek gol demek değil mi? Yani daha çok gol atanın kazandığı bir oyunda, bizim oyuncularımız bu işi başaramamış. Milyon dolarlarla kurulan takımlarımızda yabancılar golleri atarken bizimkiler izliyor. Ligin gözde oyuncularının hemen hepsi yabancılar.

Şimdi durum çok açık değil mi? Yabancı oyuncuların ulusal takımımızda oynama olasılıkları olmadığından takımımızın durumu ortada. Kendi ligimizdeki geçici başarılarla çok seviniyoruz. Hiçbir zaman bu kadar çok sevdiğimiz bir spor dalının altyapısında, sabırla ve bilimsel kurallarla oyuncu yetiştirmeyi düşünmüyoruz. Futbolcu ithalatı, kestirmeden kolaycı yol. Toplumsal yaşamımızın her alanında böyle değil miyiz? Bu anlayışla üretime dayalı ekonomimizi bitirmedik mi?

Ülkemizin bin bir emekle kazandığı paralar, futbolcu transferiyle heba ediliyor. Yetiştirip yurtdışına gönderdiğimiz ve dünya yıldızı olan bir kişi yok. Birkaç kişi hariç, gidenlerin hepsi hüsrana uğrayıp geri döndü. Kısacası, futbolcu ihracatımız sıfır. İthalatımız tavan yapmış durumda. Bazı kulüplerimizin yöneticilerine kalsa takımlarını tamamen yabancılardan oluşturacaklar. Dünya futbolunun bir numarası sayılan Brezilya’nın yetiştirdiği futbolcular dünyanın dört bir köşesinde, neredeyse oynamadıkları ülke yok. “
Fenerbahçe’nin son transferleri Andre Santos ve Cristian Oliveira ile Türkiye’de mücadele eden Brezilyalı futbolcu sayısı otuzu buldu. Türkiye, bu transferlerle Brezilyalı futbolcu transferinde dünya dördüncüsü oldu. Her yıl yüzlerce futbolcusunu yurtdışına gönderen Brezilyalı kulüpler, bu transferlerden yılda yaklaşık 150 milyon dolar kazanıyor. (25 Temmuz 2009, Hürriyet)” Sadece kulüplerin kazancı verilmiş burada. Bir de futbolcuların kazançları var. Fenerbahçe’nin 2009’da kadrosundaki sekiz Brezilyalının toplam değeri kırk beş milyon avro değerinde.

Almanya maçı öncesi en çok konuşulan Mesut Özil’in ne yapacağıydı. Mesut, Almanya’da yetişmiş bir futbol yıldızı. Ulusal takımımız yerine Alman ulusal takımında oynadığı için hayıflanıyoruz ona. Emeksiz yemeye, hazıra konmaya alışmışız ya. Yetmiş milyonluk bir ülkeden bir tane Mesut çıkaramıyoruz. Elin adamı iki buçuk milyon gurbetçiden Mesut gibi nicelerini çıkarıyor, bunu sorgulamak işimize gelmiyor tabi ki. Çalışmadan, kazanmadan, üretmeden yalnızca tüketmeye alıştırılmış, koşullandırılmış bir toplumun duygusal tepkileriyle olaylara yaklaşıyoruz. Sanki ulusal takımımızda oynayanlar bedava oynayıp askerlik görevi gibi vatan aşkıyla bu işi yapıyorlar. Oysa, hepsi birer profesyonel, ekmek paraları futboldan. Bu arada Mesut’u oynadığı güzel oyundan, işini namuslu bir profesyonel olarak yaptığından, duygularıyla sorumluluğunu karıştırmadığından kutluyorum.

Seksen milyonluk Almanya’da, altı milyon yedi yüz bin lisanslı futbolcu bulunuyor ve nüfusa oranı on ikide bir kişi. Türkiye’de yetmiş milyon nüfustan sadece üç yüz elli bini lisanslı futbolcu. Yani Türkiye’de iki yüz kişiden biri lisanslı olarak sahalarda boy gösteriyor. Bu veriler ışığında davranmalı, ülke gerçeklerimizin farkına varmalıyız. Hükümet ve yerel yönetimler hamasi söylemleri bırakarak göstermelik işlerden vazgeçmeli; doğru bir spor politikasıyla altyapı yatırımlarını ivedi olarak yaşama geçirmelidir.

Kimse, gittikçe muhafazakârlaşan bir ülkede binlerce seyircinin; bir hakemin, beğenilmeyen bir futbolcunun, bir yöneticinin ya da bir spor yazarının anasına koro halinde küfredilmesinin sosyal, psikolojik nedenleri üzerinde durmaz. Üstelik bu toplum, “Cennet anaların ayakları altındadır.” diyen bir Peygamber’e de inanıyorsa.

Tüm alanlarda olduğu gibi futbolda da başarılı değiliz. Yapılması gereken her şeyde olduğu gibi futbolda da altyapı oluşturmak, günlük başarılarla yetinmemek. Genç nüfusuyla övünen bir ülkenin, sporda başarısız olması, gençlerine spor yaptıramaması acı bir gerçek. Spor, kültür, bilim, sanat gibi gençlik erkesine gereksinim duyan alanlarda başarısızlık; ülkenin geleceği açısından umut kırıcıdır. Gençlerini bu alanlara yöneltemeyen toplumlar, birçok sosyal, siyasal sorunla da boğuşmak zorunda kalıyor.

Amaç; balık yemek değil, balık yetiştirmek olmalı.

Adil Hacıömeroğlu
9 Ekim 2010
Not: 18 Ekim tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

KIRMIZI HAT

“Abdullah Öcalan, PKK’nın tasfiyesinde örgüte daha iyi hâkim olmak için İmralı-Kandil arasında telefon hattı açılması talebinde bulundu.” Bu haberi ilk duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Sonra internette gazetelerin sitelerine girince birçoğunda aynı haberi okudum. Bölücü örgüt kurarak binlerce insanın ölümüne neden olan ve müebbet hapisle cezalandırılan bir kişinin böylesine bir istekte bulunması benim gibi milyonlarca yurttaşımızda da şaşkınlık yarattığını düşünüyorum.

“Öcalan, İmralı’yı barış görüşmelerini yürüttüğü bir ofise dönüştürmek ve ileride kendisini de kapsayacak bir affın siyasi zeminini hazırlıyor. Telefon talebi kabul edilirse, örgüt üzerindeki gücünü her an hem devlete hem de örgüte gösterme şansına erişecek.(Vatan)” Adı açıklanmayan ve Kürt siyasetinde etkin olduğu belirtilen bir kişinin bu açıklaması, her şeyi ne güzel de ortaya koymuş. Açılımla başlayan sürecin, bölücü başının affına giden bir yol olduğunu birçok kişi defalarca dile getirdi. Bunu anlamak için de kâhin olmaya gerek yok; yalnızca biraz saf olmayalım, yeter.

“Kırmızı hat” olarak tabir edilen özel hatlar, dünyada devletlerin üst düzey hükümet görevlileri arasında uluslararası görüşmeler için kullanılır. Böyle bir istek, bölücü başının kendisini bir devletin üst düzey sorumlusu olarak görmesi anlayışından kaynaklanmakta. Böylesi bir talebi dile getirme cüreti ise işin başka bir yönü. Bu kişiye bu tür isteklerde bulunma cesaretini kimler verdi. Yapıldığı söylenen gizli görüşmelerin içeriği nelerdir acaba? Bu görüşmelerdeki tavırlar, konuşmalar nasıl bir düzeydedir ki bölücü başı sınırsız isteklerini fütursuzca sıralayabiliyor.

Daha önceleri de PKK liderinin ilginç istekleri basına yansımıştı. Sürekli ve planlı bir biçimde gündemi belirleme ve bölücü başı üzerinden yeni gündemler oluşturma etkinliği aralıksız devam ediyor. Aylarca İmralı’daki koğuşun darlığıyla meşgul oldu kamuoyu. Herkes Öcalan’ın koğuşunun ölçülerini neredeyse milimi milimine bilir olmuştu. Bu konuda bölücü örgüt yandaşları büyük gürültü kopardılar. Avrupalı bazı sözde “özgürlük savaşçıları(!)” da işe müdahil oldular. Lozan’da kapitülasyonları kaldırdık. Ancak ulusal bağımsızlığın ne demek olduğunu bir türlü anlayamayan bazı politikacılarımız, yeni kapitülasyonlar yaratma peşindeler. Bunun için de iç işlerimize burnunu sokan yabancılara ses çıkartamıyorlar, aksine bu işten memnunmuş gibi de görünüyorlar. Sanırım, Osmanlı hayranı bu siyasetçilerimiz, en çok Osmanlı’nın kapitülasyonlarını seviyorlar.

Geçen aylarda bölücü başı ile ilgili istekler o kadar çığırından çıktı ki, iş İmralı sakinine seks izni verilmesine kadar vardırıldı. Amaç, bölücü başının normal, özgür bir kişiymiş gibi iç ve dış kamuoylarında algı yaratmak. Bu tür isteklerle mağduriyet ve masumiyet oluşturmak. Bölücü örgüt ve lideri de bunu iyi anlamış. Çünkü şu anki iktidar partisi yöneticileri de aynı taktiği kullanarak iktidara yürüdüler.

Son günlerde İmralı sakinini kahramanlaştırma kampanyası yürütülüyor. Ne yazık ki bu işin başını da medya çekiyor. Gazete ve televizyonlarda Öcalan’la ilgili ve onu masum gösteren yayınları ibretle izliyoruz. Bu kişinin muhatap alınması konusunda yoğun bir propaganda var. Bir taraftan da Kandil’deki terörist sözcülerinin sözleri manşetlerde yer buluyor.

Hükümetle PKK liderinin görüşmesi kamuoyundan tepki görünce AKP’nin imdadına bölücü başı yetişiyor. “Devlet AKP’den ibaret değil. Kimse korkmasın, görüşmeler devlet adına.” sözleri Öcalan’ın. Bu açıklamadaki düşünce ve dil özellikleriyle Başbakan’ınki aynı. Bu hükümet, Türkiye’yi yönetmiyor sanki. Devlet görevlileri hükümetin izni olmadan İmralı’ya gidebilirler mi?

Bölücülerle irticacıların 1919’da başlayan dostlukları, ittifakları yıllardır kesintisiz sürüyor. Uluslar arası bir komplonun aktörleri olarak rollerini iyi oynuyorlar. Aznavurlar, Şeyh Saitler, Delibaşlar ve daha niceleri kol kolalar. Peki, Müdafaa-i Hukukçular neredeler? İşte, bütün sorun burada.

Adil Hacıömeroğlu
2 Ekim 2010
Not: 4 Ekim 2010 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com da okuyabilirsiniz.

DEVLET ADAMI OLMAK

4 Ekim 2010 tarihli Sözcü Gazetesi’nde bir haber dikkatimi çekti. Sıradan bir siyasetçi ile devlet adamı arasındaki farkı anlamak açısından önemli bir tavrı, bakış açısını yansıtıyor bu haber.

Eski ABD Başkanı Bill Clinton ülkemize gelerek bir dizi temasta bulundu. Bir özel üniversitemizde de konuşma yaptı. Bu arada Clinton’un bilekliği dikkat çekti. Ne yazık ki gazetecilerimizin çoğunluğunun konuya ilgisizliği ilginç. Çünkü bileklikte ileti, dedikodu üretecek tarzda bir özellik taşımıyordu. Eğer o bileklikte özel yaşamla ilgili bir yazı olsaydı, günlerce manşetlerden inmezdi.

Sözcü Gazetesi, Clinton’un Türkiye gezisiyle ilgili haberi verirken şu ayrıntıyı öne çıkarıyor. “Bu arada Clinton’un kolundaki asker bilekliği dikkatlerden kaçmadı. Clinton, ‘Irak’a Özgürlük Operasyonu’ sırasında 4 Haziran 2008’de düşman ateşi sonucu ölen Çavuş Shane Padraig Duffy’in künyesini bileğinde taşıyor. 2004 Yılında on ay boyunca Irak’ta görev yapan yirmi iki yaşındaki Duffy, ölümünden kısa bir süre önce Irak’tan izinli olarak ABD’nin Massahusetts Eyaleti, Taunton kentindeki evine dönmüştü. Ziyareti sırasında kendi onuruna eskiden okuduğu lisede bir beyzbol maçını karısı ve birkaç aylık bir bebek olan kızıyla izleyen Çavuş Duffy, yirmi üçüncü yaş gününden sadece dört gün önce hayatını kaybetti. (Sözcü)”

ABD, kendi çıkarlarını korumak için Irak’ı işgal ediyor. O günkü ABD Başkanı George W. Bush Cumhuriyetçi Parti’den. Clinton, Demokrat Parti’nin unutulmaz, çok başarılı başkanı. Yani biri iktidar, diğeri muhalefet. Ancak ikisinin de bir amacı var: ülkelerine hizmet etmek. Ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda kenetleniyorlar. Sistemle, devletle, kurumlarla kavga etmek yok.

Irak’ta ölen bir ABD’li askerin künyesinin Clinton’un bileğinde olması halkına bir ileti. Ölene sahip çıkma, uğruna ölünen davayı sahiplenme, ulusal davalarda birlik olma davranışı. En önemlisi de ölene saygı göstermek. Bu, bir devlet adamı tavrıdır.

Clinton ABD başkanlığına aday olduğunda en sert eleştiriyi, Vietnam Savaşı sırasında geri hizmette olması nedeniyle aldı. Yine ABD’nin bir suikast sonucu öldürülen, unutulmaz başkanlarından John Kennedy, İkinci Dünya Savaşında ağır yaralanmıştı. Kennedy ailesinin büyük oğlu Joe aynı savaşta yaşamını yitirmişti. Her iki dünya savaşına da baktığımızda Amerika’nın ünlü zengin ailelerinin çocuklarını savaş meydanlarında görürüz.

Bizde öyle mi? Biz vatanı uğruna ölene şehit demişiz, ordumuza da Peygamber Ocağı. Hem dinsel hem de ulusal anlamda en büyük orun, şehitlerimizin. Sonra gazilerimiz gelir.


Siz bir bayram günü şehitliklere giden bir politikacı gördünüz mü? Bir gün olsun televizyonlarda, gazetelerde Kurtuluş Savaşımız ya da Güneydoğu’da şehit olan kahramanlarımız için övgü, saygı içeren haberlere rastladınız mı? Emperyalizmle işbirliği yaparak ülkesinin ulusal güçlerine silah çekenlerin nasıl yüceltildiğini, sahte kahramanlara dönüştürüldüğünü acı içinde izlemiyor muyuz?

Büyük devlet olmanın yolu, tarihine, ulusuna, değerlerine sahip çıkmakla olur.

Herkes terörün nasıl biteceğini tartışıp dursun. Bizim önerimiz basittir, ne zaman ki iktidarda ve muhalefette yer alan siyasetçilerimiz terör şehitlerimizin künyelerini bileklerinde taşırlar; işte o zaman terör biter. Bir dava ya da sorun ulus olarak sahiplenilmediği sürece üstesinden gelinemez.

Adil Hacıömeroğlu
4 Ekim 2010

ÖCALAN’A AF MI?

Hükümet, anayasa değişikliğiyle ilgili halkoylamasından istediği sonucu aldıktan sonra terör konusunda hızlı adımlar atmaya başladı. İçerde ve dışarıda yapılan yoğun görüşmeler dikkat çekici boyutlara ulaştı. Peki, bu yoğunluğun ve hızlılığın nedeni ne?

İç politika açısından bakıldığında tüm koşullar hükümetin manevra yapmasına uygun. Referandumdaki yüzde elli sekizlik halk desteği, iktidar partisine birçok konuda olduğu gibi terör konusunda da cüretkâr adımları atması için cesaret vermekte. Ana muhalefet partisi liderinin halkoylaması kampanyası sırasında genel aftan söz etmesi, daha sonra bazı parti sözcülerinin düzeltme yapmasına rağmen, “terörle mücadele(!)” konusunda iktidarın elini güçlendirmiştir.

MHP’nin halkoylaması sonuçlarıyla yaşadığı şaşkınlık henüz geçmiş değil. Ülkücü tabanın bir kısmının AKP’nin anayasa değişikliğine evet demesi, yönetimi parti içine dönük politika yapmaya yöneltebilir. Bu da kısa bir süre de olsa bocalamaya neden olabilir. Öyle görülüyor ki MHP, önümüzdeki günlerde dinsel kimliği biraz daha öne çıkaran bir politik süreci yaşayacağa benziyor. Bu nedenle TBMM’deki iki muhalefet partisinin, RTE’nin planlarını bozacak, onu engelleyecek manevraları yapması biraz zor.

Ayrıca türban konusunun yeniden gündeme oturması ve yüksek perdeden tartışmaya açılması da ülkenin asıl, yaşamsal konularının kamuoyunun dikkatinden kaçmasına neden oluyor. Bu da AKP’nin manevra alanını genişletiyor. Her zaman olduğu gibi iktidar partisi, gündemi saptırarak asıl konuyu ulusun dikkatinden kaçırmakta.

BDP ise bölücü örgütün taleplerini sürekli dile getirerek İmralı’nın muhatap alınması konusundaki ısrarlı tutumundan vazgeçmiyor. Olanaksız gibi görünen isteklerini usanmadan dile getirmeleri, tartışmaya açmaları ve bunun sonucunda da birtakım tavizler koparmaları cesaretlerini daha da artırmakta.

Hükümet kanadı ne kadar inkâr etse da devlet/hükümet yetkililerinin İmralı ile görüştüğü apaçık. Yani bölücü başı, ister istemez sürece dahil edilerek muhatap alınmıştır. Bu durum, PKK’nın birçok talebinin kabul edileceğinin bir işareti olarak görülmelidir. Bölücülerin istekleri nelerdir?

Her fırsatta istedikleri genel aftır. Hem dağdaki teröristlerin hem de İmralı sakininin affedilmeleri asıl istekleridir. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi, terör örgütünün zaferi demektir. Bundan sonra bölücü örgütün diğer taleplerinin reddi de olanaksızdır. İlk etapta KCK operasyonuyla tutuklananların serbest bırakılması isteği, genel affa giden önemli bir adımın atılmasını sağlamak içindir. Pek yakında Ergenekon sanıklarıyla bölücü örgüt mensuplarının birlikte affedilmesi ve böylece de “toplumsal barışın sağlanması(!)” konusunun kamuoyunda tartışmaya açılması kimseyi şaşırtmasın. Çünkü uzun süredir, teröristle teröre karşı mücadele edenleri, ulusal birliğimizi korumak için çırpınanları aynı kefeye koyma çabasını ibretle izliyoruz. Ülkemizde her olayın sorumlusu olarak Ergenekon’u göstererek halkın beyni adeta yıkanıyor. Böylece genel affa giden yolun taşları döşeniyor.

Bölücü örgütün ısrarla savunduğu ve gerçekleşmesi için de çaba gösterdiği konu ise demokratik özerkliktir. Bunun gerçekleşmesi için Türkiye’nin kuruluş ilkelerinden vazgeçmek ve üniter devlet yapısını terk etmek gerekir. Bu da anayasamızın değiştirilemez maddelerinin değiştirilmesi anlamına gelir. Bu konuyu bazı medya organları zaman zaman tartışmaya açıyor. Anayasada değiştirilemez maddelerin olmasının çağdaş, demokratik bir devlet anlayışıyla bağdaşamayacağı görüşü halkın belleğine yavaşça enjekte edilmekte. Kamuoyu, içten içe böylesi bir değişikliğin yapılması için hazır hale getiriliyor. Bu konuda bazı hukukçuların, siyasetçilerin, sivil toplum kuruluşu yöneticilerinin açıklamalarını ibretle izlemekteyiz. Hele konuyla ilgili yüksek yargı organlarımızdan birinin hukukçu olmayan başkanının açıklaması ise dikkat çekicidir. Anayasayı, dolayısıyla da devleti korumakla görevli bir kurumun başındaki bir kişiden böylesi açıklamalar duymaksa içler acısı.

Terörü bitirme gayretleriyle ABD’nin Irak’tan çekilmesinin eşzamanlılığı önemlidir. Son günlerde Ankara’ya gelen Amerikalı sivil ve asker yetkili trafiğindeki yoğunluk da ilgi çekici. Irak’ın kuzeyindeki aşiret devletçiğini Türkiye’nin kucağına atma gayretleri de gözden kaçmamakta. Türkiye, Ortadoğu’da ABD adına bir jandarmalığa soyunmamalı. Böylesi bir durum, bölgede yeni düşmanlıkların fitilini ateşler.

Terörün bitmesi için uluslararası her türlü desteğin, ki bu ülkelerin birçoğu dostlarımızdır, sona ermesi, komşu ülkelerdeki PKK üslerinin lağvedilmesi, bölücü örgütün yurt içinde ve dışındaki ekonomik kaynaklarının ortadan kaldırılması başta gelmektedir. Buna paralel olarak bölgedeki feodalizmin tasfiyesi ve geri kalmışlığın önlenmesi de ivedilik göstermektedir.

PKK taleplerine boyun eğerek bölücü terör önlenemez. Hele Türkiye’nin kuruluş felsefesinin yok edilmesi mevcut terörü artıracağı gibi, yeni karışıklıkların da ortaya çıkmasına neden olur. Bu tür adımları atarken Yugoslavya, Çekoslovakya ve Sovyetler Birliği örnekleri anımsanmalıdır.

Demokrasicilik oyunu bir komediyle sürerken yürekleri yakan bir trajediye dönüşmemeli. Bu oyunu bozmak ulusumuzun yeni bir utkusu olacak.

Adil Hacıömeroğlu
1 Ekim 2010
Not: 4 Ekim 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.