MIZRAK ÇUVALA SIĞMIYOR

Erzincan Başsavcısı Sayın İlhan Cihaner’in ve birçok üst düzey subayın gözaltına alınıp tutuklanmalarıyla zafer sarhoşu olan kimi AKP mensupları, ağızlarındaki baklaları da bir bir çıkarmaya başladılar. Yıllardır içlerinde biriktirdikleri Cumhuriyet’e karşı intikam ve nefret duygularını açığa vurmak için adeta yarışıyorlar.

İlk önce AKP Kahramanmaraş milletvekili Avni Doğan’ın ilginç sözleri gündeme düştü. Konuştuğu yer seçim bölgesinde bir belde. Kameralar ve gazeteciler yok. Görüntüler cep telefonuyla çekilmiş. İşte, olay yaratan konuşmadan bir bölüm: “Türkiye'nin Ak Parti'ye on sene daha ihtiyacı var. Her yerde, Karacasu'da ihtiyacı var. Türkiye'de ihtiyacı var. Eğer biz birazcık tökezlersek bu Ergenekoncular falan bu defa çok kötü intikam alır, halktan. Bu memlekette kimin kızının başı örtülü, hepsini fişlemişler. Kimin çocuğu İmam Hatip'e gidiyor hepsini fişlemişler. Kim muhafazakâr, kim ramazanda oruç tutuyor hepsini fişlemişler. Eee şimdi biz onları fişliyoruz. Kırk sene onlar bu halka yaptı, inşallah sıra bizde. Yapmaya çalıştığımız bu arkadaşlar.” Sözlerden de anlaşılacağı üzere hazretin tek takıntısı intikam. Kendi ulusunun yurttaşlarından ve kurumlarından intikam almak için yanıp tutuşuyor vekil bey. İktidar yetkilileri ve yandaş basın, darbe soruşturmalarının demokratikleşme yolunda adımlar olduğunu söyleseler de bu sözlerle asıl amacın ne olduğu ortaya çıkmıştır. Bu sözler, yetkili bir kişinin itirafıdır. Fişlenmiş insanlarla nasıl bir “demokrasi”nin kurulacağı da merak konusudur. Ayrıca “oruç tutanların” fişlendiği gibi bir sav, gerçekten ağır bir ithamdır. Bunun kanıtlanması gerekir. Halkı olur olmaz savlarla kışkırtmaksa iyi niyetten yoksundur.

“Yahu hükümet biziz. Yapılan her şeyi biz yaparız. Bizim istemediğimiz şeyi de kimse yapamaz” Avni Doğan’ın bu sözleri ise AKP’lilerin devlet işlerine, özellikle de yargıya bakış açılarının çarpıcı özetidir. Bu sözler, ancak diktatörlüğün olduğu ülkelerde söylenebilir. Konuşmanın hiçbir sözcüğünde demokratik bir anlayışın zerresi yok; aksine her sözcük keyfiyet ve kin dolu. Siyasal anlayışı, karşıtını “fişlemek” üzerine kurmuş bir kişinin, demokratik bir kurum olan TBMM’de bulunması üzüntü vericidir. Bu nedenle bu kişinin milletvekilliğinden acilen istifa etmesi gerekmektedir. Çünkü açıklamalarıyla demokrasiye inanmadığı ortaya çıkmıştır.

Avni Doğan’ın sözleri kamuoyunda büyük bir infial yaratmışken bu kez AKP Çorum milletvekili Ahmet Aydoğmuş’un zehir zemberek sözleri düştü gündeme. “AKP iktidarına karşı çıkanların kanını tahlile yollamak gerekir. Bu kanı bozuklar gizli sözleşmeler yaparak ihanet etmişlerdir.” “Kanı bozuk” deyimi, “soysuz” anlamına gelir. Unutulmamalıdır ki halkımızın yarısından fazlası AKP iktidarına karşıdır. Ulusunun yarısından fazlasını “kanı bozuk”lukla itham eden bir kişi için söylenecek bir söz bulamıyorum. Böyle bir ruh halinin tahlilini yapmak da beni aşar. Konuyla ilgili uzmanlarımız mevcuttur, sorunun teşhisi onların işidir. Eğer, ülke çıkarlarına aykırı gizli sözleşmeler yapılmışsa, bunların ortaya çıkarılması hükümetin ve meclisin işidir. Seçim bölgesine gidip halkı galeyana getirici konuşmalar yapmak yerine, milletin vekâletine uygun olarak görevini yap. Eğer İsrail’le anlaşmalar imzalamak “kanı bozuk”luksa AKP döneminde nelerin yapılıp yapılmadığını öğrenip kamuoyuna açıklamalıdır vekil bey.

AKP’lilerin son günlerde çok sinirli ve saldırgan olmaları dikkat çekicidir. Bazı sözcülerinin argo konuşmaları ve külhani tavırları da ilginçtir. Demokrasi; argonun, saldırganlığın, külhani davranışların rejimi midir? Milletin yarıdan çoğuna hakaret etmek, hangi demokratik kurala uymaktadır. Ayrıca yalan yanlış, uydurma sözlerle ve halkın dini duygularını istismar ederek siyaset yapmak hangi demokratik ülkede görülmüştür?

Ne yazık ki “demokrasi”nin “d”sine inanmayanlar, demokratikleşme adı altında ülkemizin kurumlarını yıpratmaya başlamışlardır. Bu tür sözler ve davranışlarla halkı kamplaştırmanın kimlere yarar getireceği de açıktır. Halkı bölerek ulusu ve devleti zayıf düşürmek, Türkiye’nin aleyhinedir. Bu nedenle ideolojik saplantılar ve çıkarlar uğruna halkı bölmenizden en çok Türk Ulusu’nun düşmanları sevinecektir. Ulusuna ve ülkesine saygılı bir yönetici, sorumluluk duygusu içinde davranmalıdır. Söz ve eylemleriyle dostlarını sevindirmeli, düşmanlarının ise cesaretini kırmalıdır.

23 Şubat’ta Balıkesir’in Dursunbey İlçesinde bir kömür ocağında grizu patlamasında on yedi işçimiz yaşamını yitirdi. Çok acı bir olay. İlkel çalışma ortamında güvenlikten yoksun, bir lokma ekmek için çalışan yurttaşlarımızın can vermesinin kabul edilebilir bir yanı yoktur. Meşhur bir cemaatin yandaş televizyonunda haber şu yorumla veriliyor: “Sevgili seyirciler tabii nasıl bir bağlantı kurabilirsiniz. Biz sadece hatırlatma yapıyoruz. Geçen sene Aralık ayında Bursa'da bir maden kazası meydana gelmişti. On dokuz madencimiz can vermişti. Peki bu olaydan hemen bir gün önce ne olmuştu, bir hatırlayalım. İstanbul'a cumhuriyet savcılarına İbrahim Fırtına, Aytaç Yalman, Özden Örnek gelip ifade vermişlerdi. Geldiklerinin hemen ertesi günü, pazar akşamı ise Bursa Mustafa Kemal Paşa'da 19 madencinin öldüğü maden kazası vuku bulmuştu. Dün gözaltılar oldu, Balyoz Darbe planıyla ilgili, bugünse ne yazık ki işte Balıkesir Dursunbey'den gelen böyle bir maden kazası haberi var. Nasıl bağdaştırırsınız ya da var mıdır bir bağlantı yoksa sadece ve sadece tevafuk diyebileceğimiz hadiseler midir bunlar, bunu da sizin izanınıza bırakıyoruz. Belki de varsa da bir bağlantı tabii komplo teorisi üretmek hiç hoş değil. Çünkü birisinde on dokuz kişi, diğerinde on yedi kişi can verdi.” Bu sözlere bir yorum bulamıyorum. Bu muhabire, Allah acil şifalar versin! Ancak safsata ve ideolojik saplantılarla yetiştirilen bu gençlerin, böyle düşünmelerinden acaba kimler sorumludur?

AKP’lilerin ve yandaşlarının bu açıklamaları ne kadar olumsuz görünse de yine de ülkemizin geleceği açısından önemlidir. Çünkü bu şirazesinden çıkmış konuşmalar, AKP’nin gizlemeye çalıştığı gerçek yüzünün halkımız tarafından görülmesine neden oluyor. Yani, “Mızrak çuvala sığmıyor, takke düşüp kel görünüyor.” yüreklerinde yatan kin, göğüs kafeslerini patlatarak ses olup söze dönüşüyor. Halkımızın deyimiyle “Her şerde bir hayır vardır.” diyelim. İşte, Allah adamı böyle şaşırttırır ve gerçek niyetini de ortaya dökmesini sağlar.

Dünyanın hiçbir yerinde demokrasi, demokrasiye inanmayanlarca kurulamaz ve de savunulamaz. Demokrasi, özgür demokrat bireylerle yaşam bulur.

Adil Hacıömeroğlu
25 Şubat 2010
Not: 1 Mart 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

“DEMOKRAT” BAŞBAKAN

AKP yöneticilerinin dillerinden düşürmedikleri sözcük “demokrasi”dir. Bunun için de örnek gösterdikleri yer, Avrupa ülkeleridir. İki de bir yaptıkları uygulamaların “AB standartları”na uygunluğundan söz ederler. Bugün başbakanın, partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısındaki konuşmasının AB normlarına mı, yoksa Soğuk Savaş döneminde Latin Amerika ülkelerindeki diktatörlerin anlayışına mı uygundur? Bunu anlamak için konuşmayı anımsamak da yarar var.

RTE, Çankaya’daki üçlü zirveyle ilgili gazete yorumlarına kızarak şunları söylüyor: “Ben de şimdi o gazetelerin patronlarına sesleniyorum. Ne yapayım köşe yazarı hakim olamıyorum, diyemezsin sen bunun sorumlususun arkadaş, diyeceksin. Diyeceksin. Niye? Çünkü bu ülkeyi germeye bu ülkede ekonomiyi alt üst etmeye kimsenin hakkı yok. Buna biz de müsaade edemeyiz. Çünkü bir anda dengelerin ekonomik olarak ne hale geldiği ortaya çıktı. O zaman köşende yazı yazanın maaşını sen veriyorsun. Yarın feryat etmeye geldiği zaman da feryat etme hakkın yok. Çünkü biz bu ülkenin ekonomik noktadaki gelişmesini insan diyerek ele aldık. Bir taraftan geleceksin hükümete vuracaksın niye ücretler böyle diyeceksin. Öbür taraftan ekonominin çökmesi için de köşe yazarlarınla elinden geleni yapacaksın. Eğer şurada altı buçuk puan, yüzde altı buçuk puan sadece piyasalar düşüyorsa bunun sebebinin kimler olduğu ortadadır. Onun için de ben diyorum ki lütfen herkes çizgisini iyi bilmeli. Bu noktada ben uyarımı yapıyorum, yapmak zorundayım. Köşe yazarlarınız bana eleştirilerini yapabilir. Haklarıdır. Ancak ben de uyarımı yapmak zorundayım. Çünkü herkes yerini konumunu da gayet iyi bilmelidir ve bu ülkeyi de germeye hakları yoktur. (…) Böyle saçma şeyler olur mu ya? Bunlar edebe adaba hiç bir şeye sığmaz. Bir ülkenin yönetiminde bu tür anlayışların yeri olamaz. Herkes fikrini söylemekte serbesttir. Gayet güzel de böyle belirlenmiş şeyler var. Tabi serbest. Söyler. Doğru. Ama o insanlara da o kalemleri teslim edenler ha der ki ‘kusura bakma kardeşim, bizim dükkânda sana yer yok’. Çünkü herkes vitrinine layık olanı koyar. Bunu da çok iyi bilmemiz lazım.“

Başbakanın konuşmasından bir bölümü yukarıda aktardık. Demokratik bir ülkenin yöneticisi, eleştiriye bu kadar tahammülsüz olur mu? Demokrasi, farklılıklara saygı göstermek, farklı düşüncelerin tartışılıp konulacağı bir ortamı sağlamak değil midir? Hükümetin başarısızlıklarının nedeni olarak gazete köşe yazarlarının eleştirilerini gösteren “demokrat” bir başbakanımız var. Çöken, krize giren, üretemeyen, işsize iş bulamayan ekonominin sorumlusu bir avuç gazeteci. Basın yayın organlarının neredeyse yüzde sekseni hükümet yanlısı. Köşe yazarlarının ve televizyon yorumcularının büyük bir çoğunluğu hükümetin olmayan icraatlarını öve öve bitiremiyorlar. Ortalık döneklerden geçilmiyor. Birkaç yazarın AKP uygulamalarını eleştirmeleri bile başbakanı isyan ettiriyor. Gazete patronlarını tehdit ederek bu gazetecilerin susturulmalarını istiyor. Patron, maaşını veriyorsa susturmalıdır köşe yazarını. RTE’nin bu anlayışına göre patron efendi, çalışansa köledir. O zaman çoğulculuğa, demokrasiye ne gerek var Sayın Başbakan? Üç beş tane büyük patronu, toprak ağasını (Sizin bu anlayışınıza göre çalışanların kendi düşünceleri olamaz.) ve de tarikat liderini (sivil toplumu temsilen) getirin bir araya seçsinler ülkeyi yönetenleri. Çalışanların köle olmadığını, emeğiyle geçindiklerini, özgür bireyler olduklarını bilmelidir başbakan. İnsanın en temel hakkı olan düşünme ve düşündüğünü ifade etme özgürlüğünü yok etme, yalnızca diktatörlüklerde olur.

RTE’nin konuşması içerik olarak tehditlerle doludur ve demokrasi adına kötü bir örnektir. Konuşmanın üslubu ise bir çağdaş ülke yöneticisine yakışır tarzda değildir. Çünkü tonlama ve vurgularıyla külhanbeycedir, il başkanlarını kışkırtıcıdır.

Emeği, emekçiyi, hakkını arayanı, düşündüğünü söyleyeni susturmak, değer vermemek, köleymiş gibi davranmak çağdaş ve demokrat bir yöneticinin göstereceği davranışlar değildir.

Hükümetin başbakanı böyle konuşur da Adalet Bakanı nasıl konuşur, bir de ona bakalım: ''Tarafsız olmak yerine, sınırsız bir iktidar sahibi olarak aktif, şekillendirici ve yönetime hukuk üstü müdahalelerde bulunan bağımsız bir yargı, bağımlı bir yargıdan daha kötü sonuçlar doğurabilir.'' Bakan Bey, Stratejik Düşünce Enstitüsü tarafından düzenlenen ''Demokratikleşme Sürecinde Hukukun Üstünlüğü ve Yargı'' konulu konferansın açılış konuşmasında bunları söylüyor. Kuvvetler ayrımı üstüne kurulan ve yönetilen demokratik bir cumhuriyetin adalet bakanının sözleri bunlar. Bağımsız yargının ortadan kaldırılması için ortam hazırlanıyor. Bunu da ülkenin adaletini emanet ettiğimiz en yetkili kişi yapıyor. Bağımsız yargı yerine, bağımlı yargı bir hukukçunun tercihi olabilir mi?

Yukarıdaki iki örnekte de görüldüğü gibi amaç demokrasi değil, otokratik bir yönetimin oluşması için demokratik kurumları yok etmektir. Çünkü demokratik ve laik kurumlar, otokrasinin kurulmasına engeldir.

Hükümet partisi yetkililerinin dillerinden düşürmedikleri “milli irade” sözü de onlar için bir aldatmaca aracıdır. Bağımsız yargının olmadığı bir ülkede düşünme ve eleştirme özgürlüğü de kısıtlanan bir halk, milli iradesini gösteremez. Sandık da göstermelik bir demokratik araçtan öteye geçemez.

Son günlerde siyasal partiler, seçimlerin erken mi; yoksa zamanında mı yapılması gerektiğini tartışıyorlar. Bu tartışma yersizdir. Tartışılması gereken artık ülkemizde seçimlerin özgür, tarafsız ve adil olarak yapılıp yapılamayacağıdır. Yolsuzlukların, adaletsizliklerin bu kadar yaygın olduğu ve cezasız kaldığı bir ülkede demokrasiden asla söz edilemez. Demokrasi, dört yılda bir oy kullanmak değildir. AKP’nin istediği tek sesli bir Türkiye’dir. Zaten başbakan için demokrasi bir “araç” değil miydi?

Adil Hacıömeroğlu
26 Şubat 2010

TUZ KOKTU

Üç beş aydır yazılarımda zaman zaman Türkiye’nin otokratik bir yönetime doğru hızla yol aldığından söz ettim. Küresel güçlerin isteği doğrultusunda büyük bir senaryo; zalimce, fütursuzca, Türk Ulusu’nun çıkarlarını ve geleceğini hiçe sayarak sahneye konuluyor. Ulusumuzun yüz yılda kanıyla, canıyla, alın teriyle oluşturduğu değerler ve kurumlar bir bir ortadan kaldırılıyor.

Bu haftaki gündem, baş döndürücü bir hal aldı. Erzincan’da bir tarikata soruşturma açtıran Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in, Erzurum özel yetkili savcısınca tutuklanması herkesi şaşırttı. Buna bağlı olarak dönemin Jandarma Alay Komutanı da daha önce tutuklanmıştı. Yine cemaat soruşturmasında görev alan MİT görevlileri de Ergenekoncu oldukları gerekçesiyle tutuklandılar. 3.Ordu Komutanı’nın, Erzurum’a ifadeye çağrılması ise işin bir başka yönü. Erzincan’da cemaate kim dokunduysa hepsi, ayrım gözetmeksizin, tutuklanıyor ya da ifade vermek için savcılığa çağrılıyor. Ayrıca İzmir’de Ergenekon soruşturması kapsamında Güney Deniz Saha Komutanı Koramiral Kadir Sağdıç’la Foça Çıkarma Gemileri Komutanı Tuğamiral Mehmet Fatih İlgar’ın saatlerce ifade vermesi, devlet kurumlarındaki cumhuriyetçi kadroların tasfiye edilme ve sindirme sürecinin planlı, kararlı bir biçimde yürütüldüğünü göstermektedir. Emekli subaylarla başlayan TSK’ya yönelik saldırılar, yavaş yavaş ordunun düşük rütbeli subaylarına yöneldi; kademe kademe yükselerek şimdi de üst rütbeli ve önemli görevlerde bulunan general ve amirallerine. Amaç, TSK’yı sindirerek Türkiye’yi, küresel güçlerin Ortadoğu’daki operasyonlarına uygun duruma getirmek.

Ülkemizde ilk kez savcı, başsavcıyı tutukladı. Başsavcı Cihaner’in başına gelenler, siyasal bir lincin nasıl yapıldığının önemli ve çarpıcı bir göstergesidir. Siyasetin yargıyı nasıl baskı altına aldığı, burada açıkça görülmektedir. Bu olayda, yetki aşımı yapıldığı gerekçesiyle HSYK, Erzurum’daki özel yetkili savcıları görevden aldı. Bunun üzerine kıyamet koptu. Hükümet kanadı dört koldan zehir zemberek saldırgan açıklamalarla yargının siyasallaştığını haykırmaya başladılar. Oysa, Sayın Cihaner tutuklandığında aynı iktidar sözcüleri, ülkemizde yargının bağımsız olduğunu keyiflenerek televizyon ekranlarında anlatıyorlardı. Birkaç saatte yargıya ilişkin görüşleri değişiverdi. Ne güzel adalet anlayışı! Yargıçlar iktidar lehine karar verirse bağımsız, aleyhine karar verirse bağımlı oluyorlar. Yedi yılı aşkın bir süredir iktidarda bulunanlar mı yargıyı etkileyecek güce sahiptirler, yoksa yıllardır muhalefette olanlar mı?

Saatlerce televizyonlardaki tartışmaları, yorumları izledik. Yargıtay, Danıştay, HSYK, Barolar, YARSAV… gibi üst yargı organları ve sivil toplum kuruluşları aynı doğrultuda görüş bildiriyorlar. Hukuk eğitimi almamış gazeteciler, öğretim üyeleri ise kararı eleştiriyorlar. Kurumsal çöküşe koşut olarak mesleksel çöküşü de yaşıyoruz. Bir konuda eğitim görmüş, uzmanlaşmış, mesleki teoriyle uygulamayı birleştirme deneyimi kazanarak yoğrulmuş kişiler yerine; kulaktan dolma, uzmanlık dışı bilgilerle ve ideolojik saplantılarla hareket edenlere fikir sorulması bu işin gülünç yanıdır.

Son günlerde ülkemizde yaşananlar, büyük bir siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik değişimin öncü sarsıntılarıdır. Cumhuriyet’ten, bağımsızlıktan ve ülkemizin birliğinden yana olan yurttaşlarımıza önemli görevler düşmektedir bu süreçte. Tepkisel davranışlar, AKP’nin işine yarar. Çünkü hükümet kanadı gerilimi tırmandırarak hem gündem değiştirmek hem de yeni mağduriyetler yaratmak için olağanüstü bir çaba içindedir. Ekonomik çöküş ve işsizliğin tavan yapmasıyla halkın desteğini yitirmeye başlayan hükümet, suni gündemlerle durumunu düzeltmeye çalışacaktır. O zaman yapılacak iş, ülkemizin gerçek gündemini her yerde tartışmak ve halka anlatmaktır. Gerçek gündem ise; pahalılık, işsizlik, sosyal güvenlik sisteminin ortadan kaldırılması, özelleştirmeler ve yanlış liberal uygulamalarla çöken ekonomik sistem, yok edilen tarım, yabancı ülkelerden getirilecek ucuz işçiler, kısıtlanan özgürlükler ve hızla dışa bağımlı duruma getirilen Türkiye’dir.

Bölgemizde ABD’nin halletmesi gereken birçok sorun var. Bunlardan birincil olanı İran’dır. İran’a, olası bir Amerika müdahalesi olmadan Türkiye’de seçimlerin olması önemli bir beklentidir. Çünkü yapılacak seçimden birinci çıkacak bir AKP’nin, İran konusunda daha rahat karar vermesi düşünülmelidir. Bu süreçte toplumsal muhalefeti sindirmek, devlet kurumlarını kendi anlayışına göre yapılandırmak da hükümet kanadının en önemli hedefidir. Bu nedenle önümüzdeki günlerde gözaltılar, tutuklamalar boyut değiştirerek daha da hızlanacaktır. Demokratik kitle örgütleri, meslek odaları sindirildi. TSK, yargı ve üniversiteleri baskı altına almak için inanılmaz süreçler yaşadık. Şimdi sıra siyasal muhalefette. Yarın parlamentodaki muhalif sesleri kısmak için bir yargı süreci başlarsa kimse şaşırmasın. Almanya’da Hitler’in sivil darbesinin aşamalarını anımsarsak sıranın kimlere geldiğini de anlarız.

İktidarın, güya demokrasiyi oturtmak için yapacağı Anayasa değişiklikleri hem demokratik rejimimiz için hem de Cumhuriyet’imiz için tehlikeli bir boyut kazanabilir. Siyasal gerginliğin tırmandığı ve popülist söylemlerin arttığı bir ortamda, anayasal değişikliklerin halkoyuna sunulma olasılığı kuvvetlidir. Demokrasicilik oyunuyla AKP, yitirmekte olduğu halk desteğini yeniden kazanabilir. Bu konuda muhalefet partileri, demokratik kitle örgütleri, meslek odaları, sendikalar, üretici birlikleri dikkatli olmalıdır. Ülkemizin gerçek gündemini tartışmaya açmalıdırlar.

Yargının siyasallaştığı, güçler ayrımının yok edildiği, dışa bağımlılığın arttığı bir ülkede demokrasi olmaz. Çünkü demokrasinin olmazsa olmazı özgür seçimler, bağımsız yargıçların gözetiminde yapılır. Telefonları dinlenen, tutuklanma ve meslekten atılma korkusuyla yaşayan, her türlü siyasal müdahalelerle sindirilmeye çalışılan yargıçların adil bir seçimi sonuçlandırmaları da zordur. Demokratik sistemin devamı için bağımsız bir yargı zorunludur. Bu nedenle yargıya her türlü müdahale önlenmelidir.

Cumhuriyet’i korumaya çalışan cumhuriyet savcılarının, cemaat liderlerinin isteği doğrultusunda tutuklandığı bir Türkiye’de yargının bağımsızlığından ve demokrasiden söz edilebilir mi? Yargının siyasallaştığı bir yerde, “Adalet mülkün temelidir.” denilemez. Yargı, bir toplumun tuzudur, toplumsal kokuşmayı önler. Ya tuz kokarsa?

Adil Hacıömeroğlu
18 Şubat 2010
Not: 22 Şubat 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı, http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

ÖLDÜRÜCÜ SALDIRILAR

Son günlerde subay intiharları dikkat çekici ve tartışılır boyutlara ulaştı. İntiharlara bakıldığında özel yaşama müdahalenin önemli bir rol oynadığını görmekteyiz. Diğer bir etken de “darbecilikle” suçlanan birtakım ordu mensuplarının kamuoyu önünde savunmasız bırakılarak adeta siyasal bir linç kampanyasıyla karşı karşıya kalmalarıdır.

Suçlayanların, çamur atanların sesinin gür çıktığı, suçlananların ise sesinin kısıldığı bir “demokratik” ortamdayız. Onlarca gazete, televizyon ve birçok adı sanı bilinmeyen internet sitesi; aynı anda, bir işaretle birlikte akla hayale gelmeyecek suçlamalarla hedefe birini oturtarak linç ediyorlar. Sonra yargı aşaması başlıyor. Linç edilen kişi aklanıyor; ancak bu aklanma, kimse tarafından bilinmiyor. Linç edenler ise yaptıklarının cezasını ne yazık ki görmüyorlar. Aksine hedefe yeni birisini oturtarak aynı kampanyayı sürdürüyorlar. Basın ahlak yasasıymış, toplumsal ve kişisel vicdanın muhasebesiymiş, İnsanların yaşamlarını alt üst etmekmiş… Hepsi hak getire. Zorbanın, kural tanımazın, yasa bilmezin egemenliği budur işte.

Dünyanın her yerinde aileler korunur. Çünkü aile, en küçük sosyolojik birimdir. Toplumu oluşturan en önemli yapıtaşıdır. Her şey orda başlar, orda öğrenilir. Kişilikler orda biçimlenir. Ahlak orada bir ölçüye ve ilkeye kavuşur. Toplumdaki aksaklıkların kaynağını hep orada arar, yanlış bir şey yapana: “Sende hiç aile terbiyesi yok mu?” diye onun için sorarız. Aile içi kavgalara dışarıdan karışmak bile son derece yanlış kabul edilir toplumumuzda. “Karı koca arasına girmemek” önemli bir toplumsal ilkemizdir. “Herkesin tenceresi kapalı kaynar.” Atasözü, aile mahremiyetinin güzel bir ifadesidir. Hem geleneklerimiz hem de yasalarımız aileye saygının manifestolarıdır.

“Sana yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma. (Konfüçyüs)” ne güzel söylemiş bilge kişi… Binlerce yıl öncesinden seslenmiş bizlere, bir önemli insanlık ve ahlak ilkesini unutmayalım, anımsayalım, yanlış yapmayalım diye uyarmış bizi bu ölümsüz insan. Deniz Kurmay Albay Berk Erden’in özel yaşamı için birçok yazı ve görüntü var internette (Bu görüntüler, bazı gazetelerde yazıldığı gibi değil...) Psikolojik bir savaş başlatıldı ordu mensuplarına karşı. Bel altı, bel üstü vurmak serbest. Kural yok, insanlık, vicdan, yasa, yargı yok. Sindir, yok et de nasıl olursa olsun. Yalan yanlış haberlerle insanların namuslarıyla, onurlarıyla, aile düzenleriyle oynayacaksın; sonra da hiçbir şey yokmuş gibi kenara çekilip yeni pusular kuracaksın. Bir kişinin eşinin ne yaptığı ya da yapacağı üçüncü kişileri ne ilgilendirir? Kişilerin özel yaşamlarına bu kadar meraklı olmak, hangi sağlıksızlığın belirtisidir?

Ortada bir cenaze var; ölüye saygı, ölünün arkasından konuşmamak önemli bir geleneğimiz. Aynı gün ve izleyen günlerde çıkan bazı gazetelerde (internet kaynaklarına dayanarak) “rahmetli bir kişinin” özel yaşamı didik didik ediliyor. Bu ne öfkedir, bu ne bitmez kindir? Bu tavırla sağ kalanlara gözdağı veriliyor. O kirli parmak, tehdit ediyor sıradakileri.

Albay Erden ve daha önce intihar eden Deniz Yarbay Ali Tatar, “amirallere suikast planı” ile suçlanıyorlardı. İkisinin de cenazesinde ön saflarda başta Deniz Kuvvetleri Komutanı olmak üzere, neredeyse amirallerin çoğu var. Deniz Kuvvetleri Komutanı Sayın Eşref Uğur Yiğit’in, Albay Erden’in cenazesinde konuşması tüm yalanları, iftiraları boşa çıkaracak nitelikteydi: “Burada cenazemiz var, onun dışında bana bir şey sormayın. Ben üst düzey bir komutanım. Üst düzey isimlere her zaman suikast ihbarı olabilir. Fakat beni esas üzen bu iddiaların masum subaylarım üzerine yıkılmasıdır böyle bir operasyonun. Bana düzenleneceği söylenen suikast iddiasında ismi geçen iki albayım eğer bana bir mermi sıkılırsa, bana bir hücum olursa, göğsünü siper edecek arkadaşlardır.” Eşref Uğur Paşa’nın bu sözleri yorum ister mi? Paşa’nın şu sözleri de dikkat çekicidir: “Ben ve personelim silahlı kuvvetlerin diğer personeli gibi her zaman göreve hazırız. Bu konuda yargı yapmadan önce masumiyet karinesini dikkate alarak, bu güzide subaylarımızı suçlamadan önce herkes aynı soruyu kendisine sorsun: Bu bana yapılsa ne yaparım?” Evet, bu size yapılsa ne yaparsınız?

“Ergenekon” soruşturması sırasında ve sonrasındaki olaylarda deniz kuvvetlerinin hep ön planda olmasını ilginç buluyorum. Çünkü son yıllarda Deniz Kuvvetlerimiz “milli gemi” projesiyle büyük bir teknolojik atılım yaparak ulusal savunma sistemlerinin gelişmesi konusunda önemli bir başarıya, çalışmaya ön ayak oldu. Bundan rahatsız olan birileri, “milli gemi” çalışmasını sabote ederek bundan sonra yapılacak ulusal savunmayı geliştirici girişimleri bertaraf mı etmek istiyor? Ortadoğu’da küresel güçlerden bağımsız bir ordu, bölge çıkarlarını koruyacağı için emperyalistlerin aleyhinedir. Bu, hiç unutulmamalıdır.

Asker, her türlü saldırıya (Silahlı, psikolojik fark etmez.) bedensel ve ruhsal bakımdan hazır olmalıdır. Ordu her zaman silahla savaşacak değil. Asker, PKK’nın dağlardaki hain mayın tuzaklarına karşı nasıl hazırlıklıysa, kentlerde kurulan pusulara karşı da uyanık ve dayanıklı olmalıdır. TSK, kendisine karşı yapılan bu psikolojik saldırılara karşı personeline sıkı bir eğitim vermek zorundadır. Bu savaşı kazanmak için gereken de budur. 1919’dan beri savaş (Kurtuluş Savaşı; Kore, Kıbrıs ve terör savaşı) yitirmeyen TSK, bu savaşı da kazanmalıdır.

Türk toplumu, son yıllarda ekonomik, siyasal alanlarda birçok olumsuzluklar yaşadı. Bir dilim ekmeğe, bir tas sıcak çorbaya muhtaç edildi. İçimizdeki kurt, görkemli Cumhuriyet ağacını durmadan kemirdi. Ancak toplumumuz yıkılmadı. Çünkü toplumun çekirdeği aile, ayakta kaldı. Son yıllarda gazetelerle, televizyonlarla aile değerlerine büyük saldırılar yapılıyor. Özel yaşamın mahremiyeti ayaklar altına alınmaya çalışılıyor. En mahrem ilişkiler bile basın ve yayın organlarında günlerce tartışılıyor. Özel yaşam, özel olmaktan çıkarılıyor. Amaç, toplumun çekirdeğini parçalamak. Ne yazık ki iktidardaki siyasiler de bu işe ön ayak oluyorlar. Öyle bir siyasal zümre düşünün ki, eşlerinin giyim tarzıyla oylarını artırsın. Yine geçenlerde bir hükümet üyesinin, meclisi yöneten Güldal Mumcu’nun dinlenmesi için ayrılan odaya girmesi özel yaşamın/ alanın ihlali değil midir? Bedevi çadırına girer gibi, bir kişinin özel yaşam alanına girilir mi?

Şu, hiçbir zaman unutulmasın ki saygı gösteren saygı görür. Siz insanların özel yaşamlarına saygı göstermezseniz, onlardan saygı bekleyemezsiniz.

Adil Hacıömeroğlu
11 Şubat 2010

Not: 15 Şubat 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı, http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

TÜRKİYE’NİN MODERNLEŞME SÜRECİ


        Modernleşme (çağcıllaşma), içinde yaşanılan çağa uygun davranmaktır. Sosyal, kültürel, sanatsal, bilimsel, düşünsel alanlarda çağın gelişmelerine uyum sağlamaktır.

 

        Dünyada modernleşmeyle birlikte toplumsal gelişmeler hızlanmış; bilimsel buluşlar, endüstriyel gelişmeler günden güne aşama kaydetmiştir. Türk toplumu, Osmanlı döneminde yöneticiler, modernleşmeyi tam olarak kavrayamadıklarından çağa ayak uyduramamışlardır. Bu nedenle de sosyal, kültürel, bilimsel ve düşünsel yaşam ilerleyememiş; çağın gereklerine uyum gösterememiştir. Düşünsel yaşam gelişmediğinden, toplumsal dinamizm harekete geçmemiştir. Çağa ayak uyduramama; eskiye daha sıkı sarılma, elde olanı koruma duygusunun güçlenmesine neden olmuştur. Bu da toplumsal ve kurumsal tutuculuğu yaygınlaştırarak sosyal yaşama egemen olmasına yol açmıştır.

 

        Bazı dönemlerde birtakım modernleşme hamleleri olduysa da toplumsal bir dönüşüm sağlanamamıştır. Yüzeysel reformlar ve eskinin köhne kurumlarını koruyarak modernleşmenin başarıya ulaşması olanaksızdır. Modernleşmenin olabilmesi için sınıfsal ve kurumsal birtakım değişikliklerin olması gerekmektedir. Askeri alanda, eğitimde ve bazı bayındırlık hizmetlerinde yapılan reformlar modernleşmede istenen sonuçları yaratmamıştır. İç dinamikler de böyle bir sürecin gelişmesine uygun değildi.

 

        Türkiye’de asıl modernleşme hareketi, Kurtuluş Savaşı ve sonucunda başlayan Atatürk devrimleridir.  Kurtuluş Savaşı ile emperyalizme karşı duruş, büyük bir toplumsal değişim ve dönüşümü de harekete geçirmiştir. Emperyalizme karşı verilen ve kazanılan bu savaş, Türk toplumuna özgüven kazandırarak yüz yılların durağanlığından kurtulmasına neden olmuştur. Sosyal alanlardaki dönüşümlerde, devrimlerde, ilerlemelerde toplumsal özgüvenin rolü yadsınamaz. İşte, Kurtuluş Savaşı’yla Türk toplumu, Avrupa’nın gelişmiş devletlerini yenerek özgüven kazanmış “başarabilirim, yapabilirim” düşüncesiyle çağcıllaşmada itici gücünü bulmuştur. En önemlisi de “yedi düveli” bozguna uğratan lider Kemal Atatürk, ulusun güvenini kazanmış; böylece de modernleşme için avantaj sağlanmıştır.

 

        Cumhuriyet’imizin kurucularının önemli bir kısmının asker olması modernleşme için önemlidir. Çünkü o dönemde, çağdaş ölçülerde eğitim yapan en önemeli kurumlar askeri okullardır. Ayrıca bu asker kuşağı, yaklaşık on yıl süren savaşlar sürecinde cepheden cepheye koşarak ülkenin her yanını tanıma fırsatını bulmuştur. Yine çeşitli yörelerden gelen askerleri tanımaları, onları tutuculuktan, gerilikten kurtulmanın gerekliliğine inandırmıştır. Yoksulluk, bilgisizlik içindeki yurttaşın sefaleti Atatürk ve arkadaşlarını derinden etkilemiştir. Dünyadaki gelişmeleri yakından izleyip ülkesindeki olumsuzlukları da iyi belirleyen Mustafa Kemal, çözümün modernleşmede olduğunu Anadolu’ya ilk ayak bastığı andan itibaren vurgulamaya başlamıştır. Komitacı değil, kongreci olması; onun modernleşme arzusunun önemli bir göstergesidir.

 

        "Millî hâkimiyet öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. (1924)" Mustafa Kemal bu sözleriyle modernleşme azmini, toplumsal ve kurumsal değişimdeki kararlılığını vurgulamıştır. Burada özgürlük tutkusunun nasıl vurgulandığı da dikkat çekicidir.

 

        Modernleşmede Asıl Hedef Feodalizm

 

        Mustafa Kemal, ulusun geri kalmışlığındaki en önemli etkenin feodalizm olduğunu belirlemiş ve feodalizmin tasfiyesi için köktenci önlemler almıştır. Feodalizmin ortadan kaldırılması üç yolla olabilirdi. Birincisi sanayileşmedir. Sanayileşen Türkiye kentleşecek, köylülükten kurtulacaktı. İlkel tarıma dayalı köylülük, feodal ilişkilileri (aşiret, tarikat, etnik ve mezhepsel ilişkiler) güçlendirmekteydi. Toplumu kaynaştırmada, endüstrinin gelişmesi önemli bir rol oynayabilirdi. Ekonomik ilişkilerin gelişmesi, halkın refaha erişmesi özgür bireyin oluşmasında önemli bir etkendir. Dar çevrede oluşan ilkel tarımsal ilişki çerçevesindeki tarımsal üretim ve feodal bağımlılık, bireyin oluşmasının önündeki en önemli engeldi. Sosyo-ekonomik açıdan bağımlı olan bir kişinin, çağcıl bir toplumun bireyi olması olanaksızdır.

 

        Ekonomik atılımın en önemli yanı ise, dışa bağımlılıktan uzak, ülke kaynaklarına dayalı olmasıdır. Dışa bağımlı olan bir ekonomik düzenin, ülkenin modernleşmesinin önündeki en büyük engel olduğu çok iyi kavranmış ve Lozan’da çetin bir mücadele sonunda kapitülasyonlar kaldırılmıştır. Emperyalist devletler Lozan’ın, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığıyla ilgili maddelerini hiçbir zaman içlerine sindirememiş, bu durumun değişmesi için var güçleriyle çalışmışlardır. Siyasal bağımsızlığın devamı için ekonomik bağımsızlık vazgeçilmezdir. Atatürk: “Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli varsıl ve gönençli olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde uşaklıktan öte bir gözle görülmeye layık olamaz. Oysa Türk Ulusu’nun onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm! İşte, gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır.[1] (Söylev)” bu sözleriyle tam bağımsızlığın, ulusumuzun varlığı için yaşamsal olduğunu vurgulamıştır.

 

        Atatürk, ekonominin bir ulusun yaşamında ne denli önemli olduğunu şöyle açıklıyor: “Tarih, ulusların yükselme ve alçalma nedenlerini ararken birçok siyasal, askeri, toplumsal nedenler bulmakta ve saymaktadır. Kuşkusuz, bütün bu nedenler toplumsal olayları etkiler. Fakat bir ulusun doğrudan doğruya hayatıyla, yükselişiyle, alçalışıyla ilişkili olan, ulusun ekonomisidir. Tarihin ve deneylerin saptadığı bu gerçek, bizim ulusal hayatımızda ve ulusal tarihimizde de tamamen belirir. Gerçekten, Türk tarihi incelenirse, bütün yükseliş ve alçalış nedenlerinin bir ekonomi sorunundan başka bir şey olmadığı anlaşılır. (18 Şubat 1923)”

 

        Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte büyük bir ekonomik atılım dönemi başlamıştır. Demir-çelik, şeker, dokuma endüstrilerinin öncelikle geliştirilmesi; dışa bağımlılıktan kurtulma ve ileri ülkelerle yarışma isteğidir. Ayrıca Kayseri uçak fabrikasının 6 Ekim 1926’da açılması ise endüstriyel hedeflerdeki ufkun ne kadar büyük olduğunun göstergesidir. Ekonomik gelişmeye bağlı olarak özellikle demiryollarının yaygınlaştırılması, bağımsızlık konusundaki duyarlılığın çarpıcı bir örneğidir.

 

        Endüstriyel gelişmeye paralel olarak modern tarımın gelişmesi konusunda da önemli çalışmalar yapılmıştır. Devlet üretme çiftlikleri kurularak halka, örnek tarım yöntemleri öğretildi. Tohumculuk, sulama, toprak analizleri, makineleşme, bitki ve hayvan türlerinin ıslahı konularında önemli gelişmeler oldu. Tarımsal gelişmede asıl amaç toprak reformunun yapılmasıydı. Ancak bu, uygulanamamıştır. Toprak reformunun uygulanması ağalık sistemini rahatsız etmiş; bu, siyasal muhalefetin oluşmasında etkili olmuştur. Atatürk’ün ölümünü ve İkinci Dünya Savaşı’nın zor koşullarını fırsat olarak değerlendiren ağa-tufeyli takımı siyasal muhalefetin örgütlenmesinde önayak olmuştur.

 

          Feodalizmin tasfiyesinde ikinci önemli yol ise eğitimdi. Millet mekteplerinin kurulmasıyla başlayan eğitim hamlesi, köy enstitüleriyle doruk noktasına ulaşmıştır. Eğitimde sosyal devlet olgusu ön plandadır. Hemen hemen her alana yönelik kurulan yatılı okul sistemiyle yoksul Anadolu köylü çocuklarına, hem meslek edinmenin hem de aydınlanmanın kapıları açılmıştır. Eğitimde temel ilke, üretim ve kalkınma için eğitimdir. Öğretmen hem öğrencilerini eğitip öğretecek hem de topluma yaşayış ve düşünüş tarzıyla örnek olacaktı. Örgün eğitimin bu ilke doğrultusunda gelişmesi, toplumsal değişimi de hızlandırdı.

 

        Örgün eğitime paralel olarak yaygın eğitimde önemli bir gelişme göstermiştir. Bunun itici ve örgütleyici gücü de halkevleri olmuştur. Halkevlerinin amacı yetişkin eğitimini sağlamaktır. Buralarda yetişkinlere bir yandan okuma yazma öğretilirken bir yandan da sanatsa ve kültürel eğitim veriliyordu. Çağdaş dünyanın modern yaşam tarzı ve düşünsel, sanatsal nimetleri Anadolu’nun bozkırına yeni bir ufuk açıyordu. Böylelikle insanlar, geleneksel olandan kurtulup evrensel olana ulaşma fırsatını ele geçiriyorlardı.

 

        Yeni kurulan Ankara radyosunda halkı eğitici programların çokluğu ise dikkate değerdir. Bu programlarda hemen hemen yaşamın her alanına ilişkin aydınlatıcı bilgiler verilerek ortaçağın kör karanlığı, Cumhuriyet’in aydınlığı ile dağıtılıyordu.

 

        Cumhuriyet karşıtlarının ve emperyalistlerin saldıracak ilk hedef olarak eğitimi almalarının nedeni de aydınlanma ışığının hızlı yayılımını görmeleridir. Çok partili yaşama geçildikten sonra eğitim sisteminin hızla yozlaştırılarak sosyal devlet anlayışından uzaklaşılması modernleşme hareketine vurulmuş en büyük darbedir. Çağdaş eğitimden geçmediği için birey olamayan ve kulluktan kurtulamaya kişiler, egemen güçlerce her yöne çekilebilir. Bu nedenle eğitim, çağcıllaşmanın temel direğidir.

 

        Sosyal Yaşam ve Hukuk Sistemi

 

        Ortaçağ karanlığından kurtulmanın üçüncü yolu ise hukuk sisteminin değiştirilerek sosyal yaşamın çağdaş ölçülere göre düzenlenmesidir. Hukuk, bir toplumun yaşamını düzenleyen kurallardır. Kulluğu esas alan ortaçağ hukuku, çağdaş bir toplumun geleceğini belirleyemezdi. Hukukun yasal sınırlarının tam olarak belirlenmemesi ve geleneksel (yazılı olmayan) hukukun etkin olduğu bir toplumun sosyal yaşamı gelişemezdi. Ayrıca yaşamın tüm alanlarının (ekonomi, askerlik, bilim, sanat, kültür, aile yaşamı, ulaşım, eğitim, sağlık, adli ve idari sistem …) yasal bir düzenlenmeye gereksinimi vardı. İşte, Türk Hukuk Devrimi yaşamın her alanında yaptığı düzenlemelerle dünyada yapılan en kapsamlı devrimdir.

        Medeni kanunun kabul edilmesi, doğu toplumları için de önemli bir örnektir ve olağanüstüdür. Kadın haklarının tanıması ve kadının sosyal yaşamda eşit olarak yer alması geleneksel toplumdan modern topluma geçişin en belirgin örneğidir. Ülkemizde kadın haklarının (özellikle seçme seçilme konusunda) birçok Avrupa ülkesinden daha önce yasallaşması ise Atatürk’ün ufkunun ve çağcıllaşma isteğinin büyüklüğünü gösterir.

 

        Tarım, ticaret, hayvancılık, bankacılık, endüstri, iletişim, ölçü aletleri, takvim ve benzeri alanlarda yapılan yasal düzenlemeler ekonomik ve sosyal yaşamın modernleşmesini sağlayacak nitelikteydi.

 

        Atatürk Devrimi’nin Niteliği

 

        Dünyada iki büyük devrimden söz edilir: Fransız ve Bolşevik devrimleri. Fransız Devrimi siyasal, Bolşevik devrimi ise sosyal alanlarda önemli değişimlerin öncüsüdürler. Birçok ülke, bu devrimlerden etkilenmiştir. Atatürk Devrimi ise yeryüzünde gerçekleşmiş en kapsamlı ve en büyük devrimdir. Çünkü toplumsal yaşamın aklımıza gelebilecek her alanındaki bir değişimin öncüsüdür ve çok önemli bir çağcıllaşma projesidir.

 

        Atatürk Devrimi’nin evrensel boyutta diğer iki devrim kadar kabul görmemesinin nedeni, emperyalizme karşı gerçekleşmesidir. Türk modernleşmesinin antiemperyalist bir karakter taşıması, tüm ezilen uluslar için önemli bir modeldir. Zaten bazı ülkelerin Mustafa Kemal’i örnek alarak birtakım yenileşme ve bağımsızlaşma hareketlerine girişmeleri dikkat çekicidir. İşte, bu noktada emperyalist ülkeler, Türk Devrimi’ni ortadan kaldırmak için harekete geçtiler. Çünkü mazlum ülkelerde gelişecek antiemperyalist karakterli bir modernleşme hareketi, dünya güç dengesini değiştirecek nitelikteydi. Bu da emperyalist Batı’nın çıkarlarına zarar verirdi. Antiemperyalist karakterli Atatürk Devrimi’nin, batılı emperyalistlerce kabul görüp takdir edilmesi düşünülemez. Bunun içindir ki dünyanın en büyük devrimi, çağcıllaşma hareketi hak ettiği evrensel boyutu kazanamamıştır.

 

        Suna Kili, Atatürk’ün devrim modelinin amacını şöyle açıklıyor: “Her sistemin, her değişme modelinin bir amacı vardır. Bunun gibi Atatürk Devrim modeli de bir amaca yönelik olarak oluşturulmuştur. Modelin birinci amacı çağdaşlaşmak, ikinci amacı da kalkınmak, böylece ‘çağdaş uygarlık’ düzeyine çıkmaktır. Gerçekte çağdaşlaşmak kalkınmayı da içeren bir kavramdır. Fakat dünyanın kapalı yönetimlerindeki bazı uygulamalar çağdaşlaşma ve kalkınmayı ayrı ayrı ele alarak yorumlamayı zorunlu kılmaktadır. Çağdaş demokratik toplumun temel amacı insanı her alanda özgürlüğe kavuşturmaktır. Özgür insan sadece ekonomik, toplumsal güvenliğe, eğitim olanaklarına, özdeksel gönence kavuşmuş kişi değildir. İnsanın aynı zamanda siyasal özgürlükleri, siyasal seçenekler arasında seçim yapma hakkı da olmak gerekir. Bu nedenle çağdaşlaşma sadece bir ekonomik kalkınma, gelişme olarak görülemez. Kalkınmış, ekonomisi güçlenmiş, çağdaş toplumun pek çok gereğini gerçekleştirmiş ülkeler, kapalı yönetim biçimleri de vardır. Bunlar Marksist sistemin uygulandığı ülkelerdir. Bu ülkelerin insanı siyasal özgürlüklerden, seçenekler arasında seçim yapma hakkından yoksundur; onun için de özgür insan değildir; bu nedenle de bu toplumlar kalkınmış, fakat çağdaşlaşamamıştır. Başka bir örnek: Bir toplumda insan yürürlükteki yasalara göre her türlü siyasal haklara sahiptir; fakat o bireyin ekonomik, toplumsal sorunları çözüme bağlanmamışsa, o kişinin yasalarda gösterilen hakları ekonomik bir içeriğe, doymuşluğa kavuşturulmamışsa, daha açık bir deyişle o kişi yoksulluktan kurtulmamışsa, özgür insan değildir. Ekmek, özgürlük, barış!.. Ekmeksiz özgürlük, özgürlüksüz ekmek, barışsız ekmek ve özgürlük erdemli bir yaşam sağlamaz. [2]” Buradaki tespitlerden de anlaşılacağı üzere, Atatürk Devrimi’ni salt bir alanla ilgili olarak düşünmek yanlıştır. Çok kapsamlı, toplumun tüm sorunlarını çözücü, topyekûn bir toplumsal değişim, dönüşüm devrimidir. Dünyadaki diğer devrimlerle kıyas kabul etmez. Türk modernleşmesine yalnızca bir yönden bakmak, algılamamızı güçleştirir.

 

        “Az gelişmiş ve yarı sömürge Osmanlı toplumunda, burjuvazi, ancak komprador ve gayr-i müslim niteliklerle belirdiğinden, Kurtuluş Savaşı ve onu izleyen ulusal demokratik devrim, ülkemizde yükselen burjuvazinin önderliğinde değil; aydınlarla, halkın ve eşrafın oluşturduğu bir ‘tarihsel blok’ tarafından gerçekleştiriliyor; işin güzeli emperyalistlerle, onların işbirlikçisi ‘sultana ve komprador burjuvazisine’ karşı yürütülüyor.

 

        Osmanlı toplumu klasik gelişme şemasını izlemiş olsa, sultana karşı burjuvazi, işçi sınıfını ve köylülüğü ardına alarak başkaldıracak ve ulusal demokratik devrim yapacak, o zaman da feodal Osmanlı toplumu içinde, burjuvazi de evriminin kadroları ve örgütü de oluşmuş olacak. Ama yok, olmayınca, bütün az gelişmiş ülkelerde örgüt diye ne varsa, kısa zamanda devrimle özdeşleşiyor, bu da bilindiği üzere askeri ve sivil bürokrasiden ibaret! [3]

 

        Attila İlhan’ın bu sözlerinden iki önemli tespitte bulunabiliriz. Birincisi, Atatürk Devrimi’nin özgün olmasıdır. Sınıfsal karakteri ve gelişme evreleri itibarıyla diğer ülkelerle paralellik göstermez. Türk modernleşmesinin temeli, kanlı sınıf savaşlarına değil; ulusal güçlerin / sınıflar ittifakının emperyalizme karşı mücadelesine dayanır. Antiemperyalist karakteriyle de özgün ve örnektir.

 

        İkincisi ise toplumuzda modernleşmenin öncülüğünü asker-sivil bürokrasinin yapmasıdır. Bu durum, Cumhuriyet karşıtlarıca zaman zaman eleştirilir. Ancak eleştirenler şunu hiçbir zaman akıllarına getirmezler. 1920’li yıllarda Türkiye’de ne burjuvazi ne de işçi sınıfı vardı. Feodal derebeylerin de modernleşmeye öncülük yapması zaten düşünülemezdi. Çünkü modernleşme, feodaliteye karşı bir harekettir.

 

        Çağdaş Uygarlık Düzeyi

 

        Atatürk’ün modernleşme projesi ne yazık ki aydınlarımız tarafından bile tam olarak kavranmamıştır. Atatürk’ün gösterdiği hedefin “çağdaş uygarlık düzeyi” olduğu söylenegelir. Bu yanlıştır. Bakalım Onuncu Yıl Nutku’nda Atatürk, ne diyor bu konuda: “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.”

 

        Atatürk, uygarlık savaşımının kültürle olacağını çok iyi bilmektedir. Türk Ulusu’na gösterdiği hedef, “çağdaş uygarlık düzeyi” değil; “çağdaş uygarlık düzeyinin üstü”dür.

 

        Mustafa Kemal’in amacı hep önde gitmek ve öncü olmaktır ve ulusundan da bunu istemektedir. “Önemli olan ufku görmek değil ufkun arkasını görmektir.” sözüyle Atatürk; bu öncü, ilerici, uzak görüşlülüğü vurgulamaktadır. Böyle düşünen bir Atatürk’ün hedefinin “çağdaş uygarlık düzeyinin üstü” olması doğaldır.

 

        “Bir tarihte tartışıyorduk, birtakım dogmatik ‘Atatürkçüler’ bana çağdaş uygarlık düzeyi diye, Amerika’nın denetimindeki Batılı emperyalist sistemi yutturmaya çalışıyorlardı, kızmışım, dedim ki ‘Arkadaş, Kemal Paşa’nın iki büyük hüneri vardır ki, birisi bu çağdaş uygarlık deyimi, ötekisi bunun içinden çıkan bir düşünüş biçimidir.’ Önce bunları kavramayı öğrenelim. Ne gibi mi, şöyle: Çağdaş uygarlık düzeyini hedef diye aldın mı, bir kere sürekli devrimciliğe mecbursun, çünkü çağdaş uygarlık düzeyi dogmatik değil diyalektik bir kavram, kendi karşıtlarıyla çarpışa birleşe gelişiyor. [4]Atatürkçülüğü, Türk modernleşmesini durağan hale getirmek ulusumuzun uygarlık yürüyüşünü engeller. Sürekli gelişme ve değişme düşünsel yaşamın dinamiklerinde olmalıdır.

 

        Modernleşmede Gelinen Aşama

 

        Türkiye’de Cumhuriyet devriminden sonra halkın sosyal yaşamında önemli değişimler olmuştur. Özellikle kentlerde geleneksel yaşam tarzı terk edilip çağdaş yaşam biçimi kabul edilmiştir. Halkevlerinin ve eğitim kurumlarının örnek çalışmalarıyla kültür ve sanat etkinliklerine kadın erkek birlikte katılma anlayışı toplumda kabul görmüştür. Sosyal yaşama kadın ve erkeğin birlikte katılımı tutucu çevrelerin muhalefetiyle karşılaşmıştır. Buna karşın toplumdaki yenileşme isteği yok olmamıştır.

 

        Kültürel alan zenginleşmiş, her dalda cumhuriyet kuşağı kültür, sanat adamları yetişmiştir. Dilimizin, yabancı dillerin etkisinden kurtulması kültür, sanat yaşamımıza canlılık, devinim ve yaratıcılık getirmiştir. Dil ve tarih kurumlarının çalışmaları topluma benlik aşılamış, bununla özgüven kazanan halk kendi kültürel, sanatsal yaratılarını hızla oluşturmaya başlamıştır. Yüzyıllardır görmezden gelinen Anadolu gerçeği, dramı, yoksulluğu cumhuriyet aydınları tarafından dile getirilmiş ve sorunların çözümü için ivedi çalışmalar yapılmıştır.

 

        Bilim alanında yapılan çalışmalar ise çok önemlidir. Alman faşizminden kaçan birçok bilim adamının Türkiye’ye sığınması ve Atatürk yönetiminin bunlara kucak açması bilim tarihimiz açısından önemlidir. Şefkat ve can güvenliği isteyen bu bilim adamlarının Türkiye’yi seçmesi ise ulusumuz açımızdan övünülecek bir durumdur. Bu, özgürlük anlayışı bakımından ülkemizin ne denli güvenilir, sempati duyulur, önemsenir bir yer olduğunun kanıtıdır. Bu bilim adamları, genç cumhuriyetin yeni oluşturmaya başladığı üniversite sisteminde önemli görevler üstlenmişlerdir. Ankara gibi çağdaş bir kentin mimarisinin oluşumunda önemli sorumluluklar üstlenip katkılar sundular.

 

        Cumhuriyetin ilanıyla on olan sanayi kuruluşu sayısı, onuncu yılda bini bulmuştur. Sanayideki yıllık büyüme oranı %19’ u geçerek dünya rekoru kırmıştır. Her alanda bacası tüten sanayi kuruluşları bölgesel farklılık gözetmeksizin yurdun her yöresine dağılmıştı. İthalata ve dış borçlanmaya, tüketime dayalı ekonomik düzen terk edilmiş, öz kaynaklara dayalı üretici bir toplum yaratılmıştır. Ekonomik mucize ile birlikte Türk burjuvazisi de yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Burjuvazinin, dolayısıyla işçi sınıfının oluşması sosyal, düşünsel, kültürel ve sanatsal alanlara canlılık getirerek aydınlanmayı hızlandırmıştır. Dışa bağımlılıktan kurtulan ekonomik yaşam toplumu yarınlara güvenle bakmasını sağlamıştır.

 

        Eğitim, yurdun her yanını aydınlatıp modern yaşamın kültürel kalıtını tüm bireylere ulaştırmayı amaç edinmişti. Yurdun her köşesinden özellikle köylü çocuklarının okuyarak devlet görevlerine getirilmesi sosyal yaşamın değişmesini hızlandırmıştır. Ankara’da kurulan hukuk fakültesi, çağdaş hukuk sisteminin yerleşmesinde önemli görevler üstlenmiştir. Yine Ankara’daki Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi; ulus bilincimizin, kültürümüzün ve ülkümüzün oluşmasında inanılmaz katkılar yapmıştır.

       

        Kılık kıyafet devrimi, geleneksel anlayış ve ölçüleri yıkmış; halkın çağcıl, ergonomik giyinmesini sağlamıştır. Bugün bile yurdumuzun en ücra köşesindeki bir yurttaşımızın kasketini başından çıkarmaması, bu devrimin ne denli benimsendiğinin bir göstergesidir.

 

        Doğru Gitmeyen Trendler

 

        Türk modernleşmesi, Atatürk’ün öncülüğünde asker ve sivil bürokrasisinin yukarıdan aşağıya uyguladığı bir devrimdir. Bu devrim, halkın önemli bir bölümünce benimsenmesine karşın, bir bölüm halk da devrime karşı sert bir direnç göstermiştir. Direnç gösteren kesimin ana gövdesini feodal toplumsal anlayışın temsilcisi kabul edebileceğimiz kişi ve gruplar oluşturuyordu. Yüzyıllardır ulusumuzun içinde örgütlenen tarikat, aşiret gruplarıyla geçimini yalnızca ticaretten sağlayan tufeyli takımı devrimlere karşı işbirliği yapmıştır. Bu kesimler, baştan beri Türkiye’nin tam bağımsızlığını istemeyen batılı emperyalistlerle çıkar birliği yaparak Türk modernleşmesine karşı büyük bir savaş başlatmışlardır.

 

        Atatürk’ün erken ölümü ve II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla oluşan ekonomik buhran dönemi, ülkemizdeki çağcıllaşma hareketini olumsuz yönde etkilemiştir. Türkiye’nin dış tehlikelere karşı hazırlıklı olma düşüncesi, iç ekonomik dengelerin bozulmasına, halkın geçim sıkıntısı içine düşmesine neden olmuştur.

       

        10 Kasım 1938’den sonra Atatürkçü ideolojik düzlemde kırılmalar yaşanmıştır. 11 Kasım 1938 günü Mustafa Kemal’in en yakın iki çalışma arkadaşının ( İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Dışişleri Bakanı T. Rüştü Aras ) görevden alınması bu kırılmanın ilk belirtisidir. Kayseri Uçak Fabrikası’nın 1939’da kapatılması, ulusal endüstri anlayışından vazgeçildiğinin belirtisidir. Ayrıca köy enstitüleri ve halkevlerinin çeşitli gerekçelerle 1947’de faaliyet alanlarının kısıtlanarak programlarının değiştirilmesi, Atatürkçü eğitim anlayışından vazgeçme olarak kabul edilebilir.

 

        Savaş ortamının yarattığı karışıklıkta dost ve düşman ayrımının da yeniden biçimlenmesi ülkemizi batılı emperyalist ülkelere yaklaştırmıştır. Savaştan sonra oluşan bloklaşma Türkiye’yi Kurtuluş Savaşı dönemi ittifaklarından uzaklaştırmıştır. Soğuk Savaş dönemiyle birlikte ülkemiz bloklar arasında stratejik önemi nedeniyle küresel güçlerin hegemonya ve çatışma alanına dönmüştür. Çatışma ideolojik kamplaşmalara neden olmuştur. Büyük güçler ülkemizdeki ideolojik uzantıları aracılığıyla yıllarca süren bir çatışma ve çekişme ortamı yaratmışlardır. İşin ilginç yanı ise ideolojik karşıtlık içinde olan bu grupların Atatürk devrimine ve kurumlarına karşı ortak tavır içinde olmalarıydı. İşte, bu durum Türk modernleşmesinin engellenmesinde önemli bir rol oynamıştır.

       

        Soğuk Savaş döneminde ideolojik kamplaşmaların yarattığı bulanık ortamdan yararlanan küresel güçlerle feodal işbirlikçiler ortaçağ düzeninin kurumlarını yeniden kurma yoluna gitmişlerdir. Ekonomik olarak zayıflayan ve giderek dışa bağımlı hale gelen ülke dış yaptırımlara boyun eğmek zorunda kalmıştır. Böylece dinsel, geleneksel ve tüketici yaşam tarzı ülkeye yavaş yavaş kabul ettirilmiştir.

 

        Çok partili siyasal yaşama geçilmesi de Türk modernleşmesi için önemli bir kırılma noktasıdır. Cumhuriyet’in tam olarak kurumsallaşamadığı, feodalizmin ortadan kaldırılamadığı, II. Dünya Savaşı’ndan kaynaklanan ekonomik durağanlığın giderilemediği bir dönemde çok partili siyasal yaşama geçilmesi çağcıllaşma sürecine önemli bir darbe vurmuştur. Partilerin seçim çalışmaları sırasında popülist vaatlerle devrim ilkelerinden taviz vererek, zaman zaman da Cumhuriyet kurumlarını hedef alarak yaptıkları propagandalar Türk modernleşmesine vurulan en büyük darbedir. Özgür bireylerin oluşmadığı toplumlarda, demokrasinin yerleşmesi olanaksızdır. Demokrasinin yalnızca sandıkta oy kullanmak olarak algılanması; hukukun, demokrasinin bir parçası olarak görülmemesine neden olmuştur. Böylece demokrasi aracılığıyla feodal anlayışlar ve örgütlenmeler, devletin zirvesine taşınmıştır. Çok partili siyasal yaşama geçilmesinde iç dinamiklerin etkisi olduğu kadar dış dinamiklerin etkisi daha belirleyicidir.

 

        Çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra askeri darbe dönemleriyle birlikte Türk modernleşmesinden tavizler verilmiştir. Her darbe döneminden sonra Atatürk Devrimi karşıtları, konumlarını daha da güçlendirmiştir. Yine bu dönemlerde dışa bağımlılık daha da artmıştır. Siyasal ve ekonomik açıdan zayıflayan Türkiye, küresel güçlerin etki alanına daha çok girmiştir.

 

        12 Eylül darbesinden sonra demokratik kitle örgütlerinin yasaklanarak suçlu gibi gösterilmesi, toplumsal örgütlenmeyi ve demokrasinin tabana yayılmasını engellemiştir. Sendikaların, meslek örgütlerinin, derneklerin, tarımsal alandaki taban birliklerinin yasaklanmasıyla sivil örgütlenmeler; cemaat, tarikat, hemşeri ve toplumsal sorunlardan uzak derneklerin oluşmasına yol açmıştır.

 

        1950’den sonra ekonomik olarak dışa bağımlılık artınca tam bağımsızlık da tartışılır duruma gelmiştir. Dışa bağımlılığa koşut olarak modernleşme de gerilemiştir. Cumhuriyet kurucularının ekonomik bağımsızlığı neden önemsedikleri daha iyi anlaşılmaktadır.

 

        Çözüm Önerileri

 

        Türk modernleşmesinin yeniden dinamizm kazanması için feodalizmden ve dışa bağımlılıktan kurtulması gerekir. Toplumu, “Demokrasi mi, laiklik mi?” ikileminden kurtarmak gerekir. Türkiye’de laiklik olmadan demokrasinin olamayacağını bilmek gerekir. Laiklikten uzaklaşmış bir Cumhuriyet’in ayakta kalamayacağı iyi bilinmelidir.

 

        Feodalizmin tasfiye edilmesinde en önemli konu toprak reformudur. Bu, bölücülüğün ve irticaının önlenmesinde temel oluşturacak öncü bir değişim hareketi olacaktır. Yoksul köylülere devlet şefkatinin gösterilmesiyle bu kesimlerin Cumhuriyet’e yaklaşması sağlanacaktır.

 

        Sosyal devlet olgusu yeniden tesis edilmelidir. “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir. (M.K. Atatürk)” özdeyişiyle vurgulanan sosyal devlet anlayışı Türk modernleşmesinin önemli bir öğesidir. Eğitim sisteminde sosyal devlet ilkesinden (yatılı okul sisteminden) uzaklaşılması; yoksul halk çocuklarının kötü niyetli kişilerin, kötü amaçlarına alet edilmesine (Cumhuriyet’e karşı kullanılmalarına) neden olmuştur. Yatılı okul sistemi sağ iktidarlar tarafından bilinçli olarak ortadan kaldırılmıştır. Dün bu okullarda okuyan yoksul halk çocuklarının bir bölümü yatılı tarikat okullarında okuyor, bir bölümü bölücü örgüte militan oluyor, bir kısmı da mafya çetelerine tetikçilik yapıyor. Bu nedenle ivedi olarak Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine uygun eğitim sisteminin uygulanmasına geçilmelidir. “Eğitimde ulusal, öğretide evrensel” ilke Milli Eğitim’in temel ilkesi olmalı, eğitimin birliği ilkesi taviz verilmeden uygulanmalıdır.

 

        Üniversitelerin bilimsel özerkliği sağlanmalıdır. Bilimin, günlük siyasal çekişmelere alet edilmesi önlenmelidir. Üniversitelerde araştırma, inceleme, tartışma ortamları oluşturulmalı; bu konuda yasal düzenlemeler yapılarak ekonomik destekler sağlanmalıdır. Belli bölgelerde üniversite kentleri (Bu konuda Eskişehir örnek alınabilir.)  kurulmalıdır.

 

        Dışa bağımlılıktan kurtulmanın en önemli ayağı, ekonomidir. 1923’te çizili ekonomideki yol haritasına dönmek, ulusumuzun geleceği açısından yaşamsaldır. Endüstrinin temelini ve itici gücünü oluşturan demir-çelik sanayi çağa uygun bir biçimde yeniden kurulmalıdır. Ulusal kaynaklarımıza dayalı endüstri anlayışı temel ilke olmalıdır. Özel sektörün endüstri ve bilişim alanında çalışan kesimiyle tüm resmi kurumlarda AR-GE birimlerinin kurulması zorunlu hale getirilmelidir. Ülkemizin genç nüfus avantajını hesaba katarak bilişim ve elektronik sektörlerine özel önem verilmelidir. Endüstri alanında marka yaratmanın yolu budur.

 

        Ulaşım, iletişim gibi stratejik alanlar devletleştirilmeli ve ileri teknolojilerle desteklenmelidir. Ulaşımda yerli enerji kaynaklarına yönelmek ulusal çıkarlarımızın gereğidir.  Dışa bağımlı enerji kullanımı azaltılarak alternatif yerli kaynaklar yaratılmalıdır.

 

        Atatürk dönemindeki tam bağımsız, komşularla ve batılı ülkelerle karşılıklı saygı çerçevesinde iyi ilişkiler kurma anlayışı, dış politikada yeniden tesis edilmelidir. Bölgesel ilişkiler, Balkan ve Sadabat Paktları örnek alınarak geliştirilmelidir. Dış politikada tek hedefin AB olduğu bir anlayış ülkemizin geleceğine ipotek koymakta ve alternatif politikaların oluşturulmasını engellemektedir. NATO ile ilişkiler gözden geçirilmeli ve ülkemiz lehine düzenlemeler yapılmalıdır.

 

        Türk modernleşmesinin önündeki engeller önce belirlemeli, sonra da onların ortadan kaldırılması için mücadele edilmelidir. Çağcıllaşma sürecinin sürmesi için 1923 ruhu, anlayışı ve kararlılığında olmalıyız. Türkiye’nin sonsuza dek yaşaması için modernleşmesi ilk koşuldur.


 



[1] Atatürk, Söylev, Türk Dil Kurumu, 1978, Ankara, s.

[2] Suna Kili, Atatürk Devrimi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1981, Ankara, s. 113

[3] Attila İlhan, Hangi Atatürk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2004,  s. 132

[4] Attila İlhan, a.g. k, s. 157

Yorumlar: 

Adsız dedi ki...

İlgiyle ve Cumhuriyetle birlikte başlayan kalkınma hamlesini gurur duyarak okudum , yazının bütünlüğü başka bir yoruma gerek bırakmıyor . Bundan sonra yapılması gerekenlerin gerçekleşmesi umuduyla çok teşekkür ederim , kaleminize sağlık .

13 Şubat 2010 02:43

Beyhan dedi ki...

SAyın Hacıömeroğlu
Bilimsel olan yazınıza yorum yapmak oldukça güç , sadece Cumhuriyetle başlayan büyük devrimin emperyailstlere karşı ve bağımsızlığımızı korumak üzere gerçekleştiğini ancak bu büyük devrimin dış güçlerle ve iç güçlerle nasıl geriletildiğini anlıyoruz...Daha doğrusu ben öyle anlıyorum... Tez olarak hazırladığınız bu yazınız bu karanlık günlere ışık tutuyor. Geriletilen devrimin ve kaybettiklerimizi telafi etmek biz , yani Türkiye CUmhuriyetinde yaşayan Vatandaşlara düşüyor. Önümüzdeki seçimlerde ilk işimiz bunları yerine koyacak bir Partiye görev vermek olmalıdır...Yazınız için sizi kutluyor ve sizi takip ediyorum ,değerli yazılarınızı bekliyorum...Sevgiler, Saygılar...

13 Şubat 2010 20:40

Adsız dedi ki...

Herşeyden önce bu paylaşım ve sunu için teşekürlerimi kabul edin, Bayhan isimli kullanıcının söylediği gibi yorum yapmak çok güç. benim en çok dünyanın üç büyük devrim kıyaslaması ilgimi çekti. fransız ihtilali jakobenlerin napolyoncu fikirlerle gizli anlaşmalarıyla sona ermiş ve jakobenlerin ileri gelenleri burjuva bir yaşama sahip olmuştu.r bolşevikler ise aynı düzlemde devam etmiş ve ilerleyen günlerde eski zenginlerin yerini yenileri almıştır. bizde de aynısı olmasına rağmen Atatrük'ün doğruculuğu ve çağdaşlığı asla unutulmamış ve özlemle anılmıştır.ne diyelim uyan Türkiyem, Deniz OTLU

16 Şubat 2010 11:38

 


OTOKRATİK YÖNETİME DOLUDİZGİN

23 Kasım 2009 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanan “Demokrasi mi, Otokrasi mi?” başlıklı yazımda birtakım olaylardan hareketle iktidar partisinin otokratik bir yönetime kaydığını söylemiştim. Aradan geçen sürede öyle dudak ısırtıcı gelişmeler oldu ki, belleklerde yerleşen otokratik anlayışın hızlı bir biçimde dışavurumuna tanık olduk.

Tekel işçilerinin Ankara’daki eylemleri, bu satırlar yazıldığında, büyük bir insanlık dramı olarak sürüyordu. Hükümetin kılı kıpırdamıyor. Başbakan, işçilerin hak arayışlarının yasadışı olduğunu baştan beri defalarca söyledi. Yine bu görüş, AKP sözcülerince birçok kez dile getirildi. Maliye Bakanı’nın “İşçilere merhamet gösterdik.” sözü ise hiçbir çağdaş ve insani ölçüye sığmaz. Modern devlet merhamet göstermez, çalışanın hakkını verir. Üstelik işçiler kapınıza gelmiş, sizden merhamet dilenen dilenciler de değil. Yıllardır çalıştıkları, emek vererek kazandıkları haklarını korumak istiyorlar. İş güvencelerini yitirmek istemiyorlar. Uzun yıllar yurtdışında kalmış, eğitim görmüş Bakan Bey; oralarda emeğe saygı göstermeyen, ilkel diktatörlük yönetimlerin tutumları dışında bir şey öğrenmemiş mi? İLO (Uluslararası Çalışma Örgütü) dediğimiz bir örgüt var, Birleşmiş Milletlere bağlı. İLO’nun koyduğu çalışma standartları var. Bunlardan hiç mi haberiniz yok? AKP’lilerin tümü işlerine geldiğinde AB standartlarından söz ederler. Hangi AB ülkesinde bir emekçinin, bir çalışanın kazanılmış hakkı geriye alınır ve karda kışta üzerine biber gazı sıkılarak buz gibi havuzun içine atılır? Bakan Bey, kimseye merhamet göstermesin; emeğe, insana, çağdaş insanlık değerlerine ve yasalara saygı göstersin, yeter. Unutmasın ki ülkemizin hiçbir yerinde, hiçbir emekçinin düğününde geline bir milyon liralık takı takılmıyor. Hakkı yalnızca kendisi için düşünüp başkaları için düşünmemekse demokratlık değil, otokratlıktır.

2 Şubat 2010 günü yaşadıklarımız ise çağdışı baskıcı bir anlayışın Türkiye’ye nasıl egemen olduğunu göstermektedir. Başbakan önce parti grup toplantısında esip gürlüyor. “Hazinemizdeki her bir kuruş, milletimizin bize emanetidir. Her bir kuruşta tüyü bitmedik yetimin hakkı var ve biz o hakkı çarçur etmeyecek, milletin emanetini asla bir defa suistimalle, halel etmeyeceğiz. Değerli kardeşlerim, bir şey daha söyleyeyim, şu anda yapılan eylem yasal değildir. Ne Abdi İpekçi'de yapılan, ne TÜRK-İŞ önünde yapılan; bunlar yasal değildir.” RTE’nin grup toplantısında söylediklerinden kısa bir bölüm. Milletimizin emaneti olan hazinemizdeki bir kuruşu değil, milyonlarca lirayı eşe, dosta, akrabaya, yandaşa değişik adlarla kredi olarak verirken bu duyarlılığınız niye yok? Kamu ihalelerinde parti yakınlığına göre iş dağıtıp yeni bir zengin zümre yaratırken vicdani ölçüler nerdeydi? Eski maliye bakanının iş bilir çocuklarının şirketlerine daha dün verdiğiniz kredinin tutarını biliyor musunuz? Bu tutarla kaç emekçinin, kaç yıl geçindiğinin farkında mısınız? Ne zamandan beri gösteri ve yürüyüşler, hak arama eylemleri yasadışı oldu ülkemizde? Hak aramanın olmadığı yönetim biçimlerinin adı diktatörlüktür. Demokrasilerde ise yurttaşlar, haklarını sonuna kadar ararlar. Demokratik yönetimlerde yaşayan insanlara yurttaş denir, yurttaşlık da eşit hakları gerektirir. Çağdışı yönetimlerde yurttaş yoktur, merhamete muhtaç kullar vardır.


Aynı gün TBMM’de yaşanan olaylar, siyasetteki seviyenin ne kadar düştüğünü göstermiştir. Meclisteki tartışmalar eski sağlık bakanı Osman Durmuş’un konuşması ile başladı. Durmuş’un değindiği “AKP’li Aydın İl Genel Meclisi Üyesinin başbakana peygamberlik yakıştırması” iktidarın geldiği noktayı ve AKP’lilerin liderlerine bakış açılarını göstermek bakımından önemliydi. Ancak bu bakış açısının, başbakanın eşiyle ilgili bir konuyla ilişkilendirmesi yanlıştı. Bu da Sayın Durmuş’un asıl söylemek istediğini anlatamamasına neden olmuştur.
Başbakan’ın, Osman Durmuş’a yanıtı ise ibretliktir. “Bu tür yakıştırmayı yapan siz, ayrıca, eşime laf atamazsın! Bu edepsizliktir, izansızlıktır! Ahlaksızlıktır!” Bu sözler, kutsal meclis çatısı altında söyleniyor. Söyleyen ise bu ülkenin başbakanı. Yani halka, çocuklara örnek olması gereken kişi. Konuşmaları dinlerken bir an, bir kenar mahalle kahvesinde kavga mı seyrediyorum, diye düşündüm. Bu tahammülsüzlüğün nedenini herkes gibi ben de merak ediyorum. RTE konuşurken MHP ve AKP sıralarından karşılıklı laf atmalar var. Burada en ilginci, Osman Durmuş her ağzını açtığında Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ ın, eski sağlık bakanına ağır ve küfürlü hakaretlerle yanıt vermesiydi. Bu davranışla AKP grubunu sürekli kışkırtarak olay çıkartma isteğidir. Bunda domuz gribi konusunda başbakandan yediği fırça sonrası, göze girme isteği de var. Zaten RTE gerektiği kadar kışkırttı, kavga çıkarmak için elinden geleni yaptı. Yalnız burada dikkat çekici olan; şimdiki sağlık bakanının, eski sağlık bakanına öfkesi ve intikam isteğidir. Bunun altında domuz gribi aşıları soygununu, Osman Durmuş’un ortaya çıkarmış olması yatmasın? Tabi bunca kışkırtmanın sonucunda olanlar oldu ve meclis tarihinin en büyük kavgası çıktı. Mecliste kavga olurken başbakanın ve bakanların bazı korumalarının genel kurul salonuna girmek istemeleri ise altı çizilmesi gereken bir konudur. Bu korumalar devletin mi, yoksa AKP’nin mi görevlisidirler?

Kavga sonrası başbakanın ve AKP sözcülerinin olayı saptırmaları ise daha ilginçtir. Olayı başbakanın eşine ve peygambere hakaret boyutuna getirdiler. Yine bir gündem saptırmasıyla karşı karşıyayız. Yine masumiyet yaratarak mağduriyet edebiyatı. İslam’ın peygamberine hakaret ederek karikatürlerinin çizilmesini destekleyen Rasmussen’ in üzerine neden yürümediniz? Aksine, bu kişiyi NATO genel sekreteri seçilmesine destek vererek ödüllendirdiniz.

Meclisteki kışkırtmalı, kavgalı günün en ilginci ve medyanın gerektiği kadar önemsemediği olayı ise meclis başkan vekili Güldal Mumca’ ya iktidar kanadınca yapılan baskı, müdahale ve saldırıdır. “Sayın milletvekilleri, sizlerle bir konuyu paylaşmak istiyorum. Biliyorsunuz -hâlâ da uygulanıyor zannediyorum- ülkemiz yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığına dayanılarak yürütülüyor. Şu anda yasamayı temsilen burada bulunuyorum. Ama yürütmenin yasamaya baskı yapma hakkı hiçbir zaman yoktur. (AK PARTİ sıralarından “Nereden çıktı?” sesleri, CHP sıralarından alkışlar) Ama demin, Bakanlar Kurulu üyesi bir Bakan, Başbakan Yardımcısı Sayın Arınç makam odasına gelip, nasıl yöneteceğim konusunda bana talimat vermeye kalkıştı. Bunu şiddetle kınıyorum. (CHP sıralarından alkışlar) Bu, son zamanlarda uygulanmaya konulan, uygulana gelmeye başlayan yürütmenin yasama üstündeki bir baskısının ikinci bir tezahürüdür, bunu şiddetle kınıyorum!” Sayın Mumcu’nun bu sözleri tarihseldir, önemlidir ve demokrasimiz adına utanç verici bir durumun tespitidir. Daha önce kendi partilerine mensup meclis başkanına, bakanlara benzer baskıları görmüştük. Türkiye’deki her demokratik kurumun ve yurttaşın kınaması gereken bir durumdur Sayın Mumcu’ya yapılanlar.

Enflasyon, işsizlik ve yoksulluk artıyor. Dış politikada yüz yıllık kazanımlar bir çırpıda harcandı. Özelleştirmelerle elde avuçta bir şey kalmadı. Açılımlar ters tepti, hükümet açılımzede oldu. Ergenekon, darbe iddiaları fos çıktı. Seçimler de yaklaşıyor. Şimdi gündemi değiştirecek bir fırsat yakaladı, AKP’liler bunu lastik gibi sündürürler.

AKP’nin bu tahammülsüzlüğünün altında otokratik yönetim anlayışı yatmaktadır. Eleştiri, özeleştiri ve tartışmanın olmadığı, gözü kapalı bir itaatin olduğu bir düzenin özlemi içindedirler. Şu iyi bilinmelidir ki cumhuriyetimiz ve demokrasimiz kolay kurulmadı. Halkı sonsuza kadar saf yerine koyarak kandıramazsınız. Kandırıldığını anlayan kitlelerin öfkesi ise çok sert olur. Bu da iyi bilinmelidir.

Adil Hacıömeroğlu
4 Şubat 2010
Not: 8 Şubat 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı, http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.