“Demokratik açılım”ın teröre cesaret vereceğini baştan söyleyerek kamuoyunu uyarmıştık. Demokrasi getireceğiz, diye bir kışkırtıcılık ortamının yaratılmakta olduğunu aklıselim olan herkes görüp anladı. “Açılım” çığırından çıkmak üzeredir. Ülkemizin iç dengelerini yeniden kurmak epeyce zaman alacak. Çünkü terör boyut değiştirmiştir; artık kentleri cehenneme, yaşanmaz duruma getirmek isteyen bir PKK var karşımızda.
Kurban bayramında başlayan saldırılar, hız kesmeden sürüyor. On yedi santimetre karelik bir alan yüzünden başlayan gösteriler, şiddetin bir vesilesi oldu. Bunu bahane eden terör yandaşları, gözü dönmüş bir biçimde resmi-sivil demeden tüm hedeflere saldırıyorlar. Kana susayan bu “vandal”lara ne yazık ki “Dur!” diyen yok.
8 Kasım günü İstanbul Kanarya’da otobüs durağında beklerken yakılan Serap Eser, açılımın yakılarak öldürülen ilk kurbanı oldu. Hitler Almanya’sında görülebilecek bir manzaradır bu. İnsanların yakılarak öldürülmesi. Büyük bir insanlık ayıbıdır ve vahşetin en büyüğüdür. Masum insanların üzerine molotof atacaksın, onları canlı canlı yakacaksın, bunun adı da demokratikleşme olacak öyle mi? Bir genç kızın yaşamının baharında tüm hayallerini bitireceksin, neden? Binlerce kişinin katili olan bir terörist başının serbest bırakılması için gösteri yapacaksınız, bunun da demokratik hak olduğunu söyleyeceksiniz. Bu, olsa olsa Hitler demokrasisi olur. Serap Eser’in hayal deryasını ve bu deryadaki dalgaları, coşkuyu, sonsuzluğu bitirmeye ne hakkınız vardı? Böylesine güzel bir dünyayı yok etmek hangi insanlık mantığıyla açıklanabilir.
4 Aralık’ta Nusaybin’de Uzman Çavuş Bünyamin Özcan’ı şehit etti hain terör. Tam da “demokratikleşmekte” olduğumuz bir sırada. Terör dağda, bayırda, kente saldırıp can alıyor, ülkemiz gündemi Öcalan’ın cezaevi koşullarıyla meşgul ediliyor. Peki, şehit Bünyamin’in dört yaşındaki oğluna, dahası anne karnında olan ve henüz doğmamış yavrusuna, babalarının şahadetini nasıl açıklayacağız? Bu yetimlere demokrasiyi nasıl anlatacağız? Demokrasinin suçluları koruyup kollamadığına onları nasıl inandıracağız? Bu suçsuz, günahsız çocukların ömürleri boyunca, baba özlemiyle adeta tek kanatlı bir kuş gibi yaşam göklerinde uçmasının acısını hiçbir zaman gideremeyeceğiz. Bünyamin’in yarım kalan yaşam yolculuğunun nasıl bir dünyayı, mutluluğu yok ettiğini biliyor muyuz acaba?
“Demokratik açılım”la birlikte başlayan PKK yandaşlarının gösteri ve eylemleri sırasında yakılan işyerleri, arabalar; taciz ateşi açılan karakollar, lojmanlar, tahrip edilen mahalleler saymakla bitmez. Zaten bunları yazıp dökmeyi de düşünmüyoruz.
Yüreğimizi derinden yakan acı haber, Tokat’ın Reşadiye İlçesi’nden geldi. Yedi askerimizin şehit olduğu haberi, herkesi perişan etti. Silahsız askerlerin saldırıya uğraması, terörün acımasızlığını gözler önüne serdi. Terör örgütleri adeta dalga geçiyorlar ve devlete gözdağı veriyorlar. Yurdun her yanında eylem yapabileceklerini kanıtlamaya çalışıyorlar.
Yedi askerimizin öldürülmesinden sonra gazeteciler, DTP’li avukat milletvekiline mikrofon uzatıp soru sormak istiyorlar. “Vekil Bey”, gazetecilere elinin tersiyle vurmak için hamle yapıyor. Şimdi bu vekil “demokrat”, şehidinin acısıyla yüreği yanan ve gencecik askerinin hukukunu korumaya çalışan koca bir ulus demokrasi düşmanı öyle mi? Demokrasi, yanlışlıkların hesabının sorulduğu rejimdir. Eğer, bir toplum öldürülen yedi evladının, neden öldürüldüğünü sormayacaksa; bu rejim, demokrasi olamaz.
Harun Arslanbey (Adana), Onur Bozdemir (Adıyaman), Kemal Pide (Ordu), Ferit Demir (Muş), Yakup Mutlu (Muş), Cengiz Sarıbaş (Giresun) ve Fatih Yonca’nın (Hatay) gencecik bedenlerine kıyıp al kanlarını kutsal vatan toprağına akıtan terörü, ulusun her bireyi lanetlemelidir. İnsan olan, insana kıyılmasına gerekçeler üretemez. Artık şehit cenazelerine katılmaya da, cenazelerin görüntülerini televizyonlardan izlemeye de yüreğim dayanamıyor. Acı, yüreğimin en derin yerlerine işliyor. Terörün vicdansızlığı, herkes gibi beni de isyan ettiriyor. Evet, “Analar ağlamasın.” Güzel söz; ancak hep bizim anamız ağlıyor. Kutsal vatan toprağı, şehit kanları ve gözyaşlarıyla sulanıyor ve böylece daha da kutsallaşıyor. Harun’un, Onur’un, Kemal’in, Ferit’in, Yakup’un, Cengiz’in ve Fatih’in ailelerini, tüm ulusu gözyaşına boğanlar kimlerdir? Kendince haklı gerekçelerin arkasına sığınarak gencecik fidanlarımızı solduranlar kimlerdir? Kınalı ellere kıyan kanlı ellerin ağzına “demokrasi, insan hakları, özgürlük” sözleri yakışıyor mu hiç?
“AKP Hükûmeti bu kararı verdi ve bu kararı Anayasa Mahkemesinde meşruiyete kavuşturmaya çalışıyor. Sesimizi çıkarmıyoruz. Günlerdir AKP’nin bütün yetkilileri, hatta Anayasa Komisyonu sıfatını taşıyan kişi bile kapı kapı gezip, televizyon ekranı ekranı gezip partimizin kapatılmasını meşru göstermeye çalışıyor. Buna ne hakkınız var?” Bu sözler, 9 Aralık tarihli meclis tutanaklarından. DTP’li bir bayan milletvekilinin sözleri. Yargıyı siyasalaştırmak, zayıflatmak düşüncesiyle her fırsatı kullanan AKP yöneticilerinin ders alması gereken önemli sözler. Siz yargıyı sürekli tartışırsanız, yargı kararlarını hiçe sayarsanız, başkaları da bunları konuşur. Tabi konuşana değil, konuşturana bakmak gerek. Bayan vekilin konuşması boyunca gösterdiği saldırgan tavır ise ibret vericiydi. İşte, size DTP demokrasisi… Harun, Onur, Kemal, Ferit, Yakup, Cengiz ve Fatih’e tanımadığınız demokrasiyi, özgürlüğü PKK’nın liderine tanıyorsunuz. Şehit annelerin sesini kısıp terör sözcülerinin volümünü yükseltiyorsunuz. Sonra da bunu topluma demokratikleşiyoruz diye yutturmaya çalışıyorsunuz.
Mazlumun konuşamadığı, zalimin ahkâm kesip at oynattığı bir düzenin adı demokrasi olabilir mi? Şehit kanlarının sürekli aktığı ve terör yanlılarının tehditler savurduğu bir ortamda demokratikleşme olur mu? Demokrasi ezilenlerin sesinin çıkması gereken bir yönetim değil midir?
Adil Hacıömeroğlu
10 Aralık 2009
Not:14 Aralık 2009 tarihli Ulus Gazetesi'nde yayımlanmıştır.